Gönlümü ilmine ve aşkına verdiğim İmam!

Soğuk ve derin sularında hayallerimi boğduğum, yaralı bir martı misali sahiline sığındığım ve en yüksek doruğuna ulaşma ümidiyle bir kâğıt misali rüzgârında sürüklendiğim İmam!

Rüzgârına yükleyip götürürken gülücüklerimi ve hiç bilmediğim bir mevsimin de saklı tutarken umutlarımı, senden ayrılmanın acısına ağlıyorum. Yüreğimde çağlayanlar var, dinmeyen gözyaşlarım var Efendim. Sana yolluyorum tüm hasretlerimi, asarak yüreğimin çöl kumlarını. Demet demet yıldızların kutlu rehberlerimdir, kapına yöneldiğim gecenin şu ıssız saatlerinde. Gönül heybemde gözyaşlarım, geçtiğim yollara serpiyorum sadakam diye. Yürek tezgâhında dokuduğum sancılarım var sadağımda, kuşandığım acılar var. İşte kapındayım Efendim, dilimde senden dileğim zuhurun var.

Her sabah hüzünle karışık bir umut var içimde, yeni bir günün getirdiği umutla bastırıyorum sensizliğin hüznünü. Her doğan gün yeni bir umut ,yeni bir arayış benim için, belki sana kavuşacağım zamana bir gün daha yaklaşıyorum; bu Cuma değilse haftaya Cuma..

Sen yoksun etrafında pervane olduğum şemim, sensizlik ateş gibi çöktü yüreğime, kalbime düştüğü her yeri yakar oldu, hiçbir yağmur yetmedi içimdeki hasret ateşini küllendirmeye, gözyaşlarım bile ateş oldu gönlümde ve hiçbir sevgi yetmedi senin özlemini gidermeye. Perşembelerim oldu, beni sana ulaştıracak yollarda yürüdüm, senin duyacağın ağıtlarla ayak izlerini aradım ve Cumalarım oldu; gelmeyişinin akşamında aslında doğduğumu hiç anlamadığım güneşle beraber ben de battım bir kez daha… Ayrılığında cam kırıklarıyla kaplı kalbim, ne zaman seni düşünsem, seni hatırlatacak en ufak bir şey görsem o kırıklarla dolu yeri batmaya başlıyor yüreğime.

Ne olur gel İmamım! Elimde bırakma ümitlerimi, çağın yetim ve öksüzleri var seni bekleyen. Sana kasideler yazan bağrı yanık âşıkların var, ağıt yakanların var. Mesih nefesli çarmıha gerilmeyi bekleyen, ateşe atılmak için İbrahimler misali dimdik duran, Kerbela çölündeki susuz ashap gibi senin yardımına koşan, İsmail’ce bıçak altına yatmaktan çekinmeyen, yoluna kurban olmayı bekleyen koç yiğitlerin var.

Devrin Asiye yüzlü, Meryem iffetli, Masume hicranlı, senin gül bitiren yağmurlarını bekleyenler kadınlar var, ellerinde demet demet güllerle, gözyaşı çağlayanlarıyla yollarını yıkamayı bekleyen kadınlar var.

Kabul eder misin bizi Mevlam, ashabın olarak?

Ne olur Efendim, ceddin gibi Mekke'den Medine'ye hicret eder gibi gel. Sen gel ki, güneşin bizi terk ettiği karanlık gecelerimize dolunaylar doğsun. Sen gel ki bizde senin gelişinle “taleal bedru”ları okuyalım sevinçle. Yeniden bestelensin tüm aşk şarkıları ve hicran şiirleri artık son bulsun.

Ah Sevgili! Dünyanın ismeti, kevir’in hayat kaynağı, ey hüsn-i anının peşinde savrulup gittiğimiz nur-i dide!

Bütün suya susamışlar senin deryandan sirab olmak için koştular, Hızır’lar senin ab-ı hayatınla ölümsüzleştiler. Nasıl saygı duymam sana; cümle güzellikler hayranken ve bütün ferahlığa adanmışken varlığın, nasıl hürmet etmem sana. Ne söylendiyse güzellik üstüne hep sana adandı; ne biliniyorsa erdem adına hep seni besteledi çağlarca ve çağlarca. Ve senin içindi, zereh’in yanında derya misali dökülen gözyaşları, yüzünde küfi çizgiler beliren âlimin kekeme erguvanlar misali pul pul dökülüşü. Senin zuhurun için figan etti Zehra, senin ayrılığın için kan ağladı Rıza…

Sen ey, bütün şairlerin mısralarındaki en güzel teşbih, Mahbuba! İnan ki sensiz gündüzlerimiz bile geceye döndü, yüzümüzü okşayan rahmet yüklü soluğundan mahrumuz asırlardır ve bu mahrumiyetle yandığımız ateşler, ceddin İbrahim için yakılan ateşten daha acımasız.

Sen nuruyla âlemi aydınlatan Dilara! Nasıl özlemeyiz seni görmediğimiz için, bütün melekler etrafında pervane olup kanatlarına senin gölgeni dokurken nasıl hayran olunmaz sana… Senin ayrılığın akla geldikçe güneş bir kat daha hüzünlü batıyor, hicran acısını yeniden diriliyor gönüllerde ve yetim serhadlerde doludizgin ırmaklar hüzün diye akıyor. Sana kavuşamadık ya; yollarında selviler uzandı, bülbüller visalde bile figan eder oldu. Kim bilir belki de Mevlana bu şiiri senin ayrılığın için söyledi:

     

      Dinle neyden, duy neler söyler sana!

      Derdi vardır ayrılıktan yana,

      Kestiler sazlık içinden der, beni

      Dinler, ağlar; hem kadın, hem er beni

      Göğsü, göz göz ayrılık delsinde bir,

      Sen o gün benden işit özlem nedir.

Evet, biz taşıyamadık senin mesajını gaybetinde ve böylece boş kalıplarda harcandı sözler, cümleler anlamlarını yitirdi, kıyaslar, istihsanlar bütün nakıs akıllar hüküm sürdü, vahiy ve ceddin sayfaları yerine “ben”lerin, “rey”lerin saltanatı başladı.

Utancımız büyük, adını bir bayrak gibi dalgalandıramadık gönül semalarında, yetimlerinle iyice ilgilenemedik, giremedik kalplere, adını sunamadık sana muhtaç sinelere, aileleri yetiştiremedik gönül makberimizde, zorluklara “hoş geldin” diyemedik açık gönülle, velhasıl sana layık olamadık Sultanım! Keşke bir güvercin olabilseydik, dünyanın dört bir tarafına mesajını dağıtan ellerinden uçurduğun, senin çağları aşan o kutsi mesajlarını taşıya bilseydik deniz aşırı diyarlara.

Lakin n’olur yalnız bırakma bizi, günahlarımızla kavrulmaya terk etme, himmetini esirgeme boynu bükük, yüreği yaralı sevenlerinden.