.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

1. Bölüm

Kur’ân-ı Kerim’de, müminlere hitaben yer alan, “Ey İman edenler! Allah’tan korkun. O’na ulaşmaya yol (vesile) arayın ve yolunda cihat edin ki kurtuluşa eresiniz.”[1] ayeti, tevessül gerçeğinin çerçevesini çizmiştir. Çünkü bu ayet, bir insanın, Allah’a ulaşmada sarılacağı sebepler olarak takva ve cihadı, meşru vesileler şeklinde sunuyor.

Acaba şeriat çerçevesinde Allah’a ulaşmanın sebepleri olarak teşvik edilen başka vesileler de var mıdır? Yoksa, bundan sonrası tamamen insana mı bırakılmıştır? Ve acaba insan, Allah’a yakın olmak için başka vesileler de icat etme imkânına ve gücüne sahip midir?

Şurası açıktır ki, kulun Allah’a yaklaşmasını mümkün kılan vesileler meselesi, içtihat kapsamına girmez. Şu hâlde Allah’a yaklaşmak ve Allah’a yaklaşmada izlenecek yolları belirlemek, ilâhî bir yol göstericiliği (irşadı) kaçınılmaz kılmaktadır. Bu nedenledir ki şeriat, bu meseleyi açıklayıcı hükümler koymuş, Kitap ve Sünnet kapsamında tevessülün sınırlarını belirginleştiren naslara (ayet ve hadis) yer vermiştir. Dolayısıyla şeriatın özel veya genel ifadeli naslarına dayanmayan her türlü vesile, her türlü tevessül aracı bir tür bidat (meşru bir temele dayanmayan/sonradan çıkma) ve sapıklıktır.

İmam Emir’ül-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.s), kulun, Allah’a yaklaşmada başvurduğu vesileleri şu sözleriyle açıklıyor:

“Allah’a ulaşmada tevessüle başvuranların edindikleri vesilelerin en iyisi, en üstünü; hiç kuşkusuz Allah’a teslim oluşun zirvesi cihat, fıtratın özü olan tevhit kelimesi, İslâm milletinin ayırıcı özelliği namaz, malî bir farz ve yükümlülük olan zekât, cezalara, azaba karşı koruyucu bir kalkan görevini ifa eden ramazan ayı orucu, yoksulluğu ve günahları silip süpüren hac ve umre ziyareti, malın bereketlenmesine yol açan, ömrün uzamasına, ecelin gecikmesine sebep olan sıla-ı rahim (akrabalık ilişkilerini gözetmek), işlenen hataların üzerini örten gizli sadaka vermek, kötü bir şekilde ölmeyi engelleyen açıktan sadaka vermek ve alçaklığı yerle bir eden maruf (fıtrata uygun-iyi) işler yapmaktır.”[2]

Kur’ân-ı Kerim, bu bağlamda övgüye değer ve Müslümanlar açısından arzulanan bir hareket tarzına işaret eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.”[3]

Bu her türlü övgünün üstünde, paha biçilmez lütfu, “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler, Rableri yanında rızklar almaktadırlar.”[4]ayetine rağmen, Resulullah’ın (s.a.a) Müslümanlar arasında yaşadığı dönemle sınırlandırmak mümkün değildir. Şu hâlde, Peygamber (s.a.a) vasıtasıyla Allah’a istiğfar etmek, Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra da geçerli olan, uygulanan bir ibadettir. Nitekim Müslümanlar, öteden beri bunun caiz olduğunu düşünmüşler ve Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra da uygulaya gelmişlerdir. Bazı müfessirler de bu görüşü savunmuşlardır.[5]

Şu hâlde, Allah katındaki yakınlığından ve gözde bir makamda olmasından dolayı, Allah’tan bağışlanma dilemesi için, insanların, Hz. Peygamber’e (s.a.a) tevessül ederek Allah’la irtibat kurmalarının, günahlarının bağışlanmasını O’nun (s.a.a) vesilesiyle dilemelerinin ya da dinî ve dünyevî ihtiyaçlarının karşılanmasını talep etmelerinin önünde hiçbir engel yoktur. Bu, şeriatın teşvik ettiği ve Kur’ân’ın belirginleştirdiği bir yoldur.

Konuyu, daha açık ve anlaşılır kılmak için, aşağıdaki noktalar bazında ele alacağız:

1) Tevessülün hükmüne ilişkin görüşler

2) Kur’ân’da tevessülün caiz oluşuna dair ifadeler

3) Hz. Peygamber’in (s.a.a) hadislerinde tevessül

4) Müslümanların pratik hayatlarında tevessül

5) Ehlibeyt İmamları’na (a.s) göre tevessül

6) Düşünürlerin tevessülün caiz ve meşru oluşuna dair tartışmaları

Tevessülün Hükmüne Dair Görüşler

Tevessüle ve meşruiyetine ilişkin kanıtları sunmadan ve bu kanıtların doğruluğunu tartışmadan önce, tevessülün caiz olduğuna ve caiz olmadığına ilişkin görüşleri ana hatlarıyla aktarmamızda yarar vardır.

a- Tevessül Haramdır Diyenler

Bu görüşü el-Elbanî savunmuş ve “et-Tevessül, Envauhu ve Ahkâmuhu” adlı eserinde tevessül etmeyi sapıklık olarak nitelendirmiştir. Yine “Şerhu’t-Tahaviye”nin[6]mukaddimesinde, “Tevessül meselesi, akidenin kapsamına giren bir mesele değildir.” demiştir.

Tevessülün haram ve yasak olduğunu savunanlardan biri de Muhammed b. Abdulvahhab’dır. Bir yerde şöyle diyor: “Müşriklerden biri (Vahhabî olmayan diğer Müslümanları kastediyor), ‘Bilesiniz ki, Allah’ın velilerine korku yoktur; onlar üzülmeyeceklerdir de.’[7]ayetini okusa veya ‘Şefaat haktır.’ dese yahut ‘Peygamberlerin Allah katında makamları vardır.’ dese ya da Hz. Peygamber’den (s.a.a) kendi batıl inancını (şefaat vs.) destekleyen bir söz zikretse ve sen de bunu anlayamazsan (yani, ona cevap verecek kapasiteye sahip değilsen), ona şöyle diyerek cevap verebilirsin: Allah kitabında, ‘Kalplerinde eğrilik bulunanlar, muhkem ayetleri bırakıp müteşabih ayetlerin peşine düşerler.’ buyurmaktadır.”[8]

Tevessülün haram olduğunu savunanlardan biri de Abdulaziz b. Abdullah b. Baz’dir. Diyor ki: “Kim Peygamber’den bir şey dilerse, ondan kendisi için şefaat etmesini isterse, Müslümanlığını geçersiz kılmış olur.”[9]

b- Tevessülü Caiz Görenler

Zeydiye Mezhebi’nin önde gelen âlimlerinden eş-Şevkanî bu görüştedir. “Tuhfetu’z-Zakirin” adlı eserinde tevessülün caiz olduğunu şu sözleriyle belirtiyor: “Yüce Allah’a ulaşmak için peygamberlerine ve salih kullara tevessül edilebilir.”[10]

Semhudi eş-Şafiî de tevessülün caiz olduğunu söyler. Diyor ki: “Peygamber’den (s.a.a) bir şeyi zikretmesini talep etmek suretiyle O’na (s.a.a) tevessül edilebilir. Bunun anlamı, Hz. Peygamber’in (s.a.a) kişinin dileğini ve şefaat isteğini Allah katına ulaştıracak güçte olmasıdır. Dolayısıyla bundan da, kişinin Hz. Peygamber’den (s.a.a) kendisi için dua talep etmesi anlamı çıkar, ibareler farklı da olsa. Bir kişinin, ‘Ya Resulallah! Cennette bana eşlik etmeni istiyorum.’ demesi de buna bir örnektir. Çünkü böyle diyen kişi, Hz. Peygamber’in (s.a.a) bir sebep ve bir şefaatçi olduğunu kastediyordur.”[11]

İbn-i Teymiye “Mensik’ul-Mervezi” kitabında Ahmed b. Hanbel’den, Peygamber’e (s.a.a) tevessül etmenin ve onun yanında dua etmenin caiz olduğunu nakleder. Bu görüşü, İbn-i Ebi’d-Dünya, Beyhakî ve Taberanî’den değişik kanallardan rivayet eder ve bunların sahih olduklarına şahitlik eder.[12]

İmam Şafiî de tevessülün caiz olduğunu kabul edenlerden biridir. Bir yerde şöyle diyor: “Ben Ebu Hanife’yle bereketlenirim (onu ziyaret etmeyi kendim için bereket vesilesi, teberrük kabul ederim). Her gün onun kabrini ziyaret ederim. Bir ihtiyaç baş gösterdiğinde, iki rekât namaz kılar ve onun kabrine gelirim. Onun yanında Allah’tan ihtiyacımı gidermesini dilerim. Çok geçmeden o ihtiyacımın giderildiğini görürüm.”[13]

Yine tevessülün caiz olduğuna inananlardan biri de Hanbelî Mezhebi’nin önde gelen âlimlerinden Ebu Ali el-Hallal’dir. Bir yerde şöyle diyor: “Karşıma çok önemli ve ağır bir iş çıktığında, hemen Musa b. Cafer’in (a.s) kabrine gider, ona tevessül ederim. Çok geçmeden yüce Allah istediğim sonucu benim için kolaylaştırır.”[14]

İmamiye Şiası’nın görüşü ise şöyledir: “Hayattayken Hz. Peygamber’e (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları’na (a.s), ihtiyaçların giderilmesi ve sıkıntıların ortadan kaldırılması için tevessül etmek caiz olduğu gibi, ölümlerinden sonra da caizdir. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları’nın ölümlerinden sonra onlara tevessül etmek, her şeyden önce yok olmuş (madum) birine tevessül etmek anlamına gelmediği gibi, şirk de sayılmaz.” (el-Berahinu’l-Celile Fî Def’i Teşkikati’l-Vehhabiyye, Seyyid Muhammed Hasan el-Kazvinî el-Hairî, s.30)

c- Tevessül Şekilleri Arasında Ayırım Yapanlar

Bu ayırımcı görüş İbn-i Teymiye’ye aittir. Ancak biz, İbn-i Teymiye’nin tevessül meselesinde net bir görüşe sahip olmadığını, kafasının karışık olduğunu görüyoruz. Zaman olur tevessülü tamamen inkâr eder, zaman olur caiz görür, zaman olur kısımlara ayırır. İbn-i Teymiye tevessülü kısımlara ayırırken, üç kısım olarak değerlendirir ve bunlardan ikisinin caiz olduğunu, birininse caiz olmadığını söyler. Diyor ki:

Tevessül kelimesiyle şu üç anlam kastedilir:

Birincisi:Peygamber’e (s.a.a) itaat etmeyi ve ona inanmayı vesile edinmek. Bu anlamda Peygamber’e tevessül etmek, imanın ve İslâm’ın aslıdır. Bunu inkâr eden bir kimsenin kâfir olduğunu, genel ve özel tüm Müslüman gruplar kabul eder.

İkincisi:Peygamber’in (s.a.a) duasını ve şefaatini vesile edinmek. (Yani, burada doğrudan doğruya dua eden ve şefaatte bulunan Hz. Peygamber’dir.) Bu ise, Hz. Peygamber (s.a.a) hayattayken geçerli olan bir uygulamaydı. Kıyamet günü de insanlar Peygamber’in (s.a.a) şefaatine tevessül edeceklerdir. Bunu inkâr eden kişi kâfirdir, mürtettir. Tövbe etmesi istenir. Tövbe ederse kurtulur, aksi takdirde mürtet olduğuna hükmedilerek öldürülmesi gerekir.

Üçüncüsü:Vefatından sonra Hz. Peygamber’in (s.a.a) şefaatine tevessül etmek ve onun zatını aracı ederek Allah katında mükâfat edinmek. İşte bu, sonradan uydurulmuş bir bidattir.[15]

KUR’ÂN’DA TEVESSÜLÜN CAİZ OLUŞU

Peygamberler ve salih insanlar tevessül gerçeğini, üzerinde en küçük bir kapalılık ve toz duman bulutu olmayacak şekilde meşru bir ibadet olarak açıklamışlardır. Kur’ân bizlere, insanların Allah’a yakın olmak için kendilerine gönderilen peygamberleri ve velileri vesile edindikleri birçok olayı örnek olarak verir. Ki insanların bu taleplerinin, peygamberlerinin dua etmelerinden ve dualarının kabul edilmesinden sonra gerçekleştiğini de gözler önüne serer. Kur’ân’da zikredilen bu olaylar şunlardır:

a) “Allah’ın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim.”[16]

Bu ayette, insanların Hz. İsa’ya (a.s) tevessül ettiklerini görüyoruz. Fakat bu tevessül edişleri, Hz. İsa’nın (a.s) Allah’ın kudretinden ayrı bağımsız bir kudretinin olduğuna ilişkin bir inançtan kaynaklanmıyordu. Bilâkis, İsa’ya (a.s), Allah katında gözde bir makama sahip olduğu için, Allah’ın izniyle hastalara şifa verme kudretinin yerleştirildiğine inandıkları için ona tevessül ediyorlardı. Bu ise, şirk olarak değerlendirilemez. Şirk, ancak İsa’nın (a.s) Allah’ın kudretinden bağımsız ayrı bir kudrete sahip olduğuna inanılması durumunda gündeme gelir. Bunu da hiçbir Müslüman söylemez.

b) “Dediler ki: Ey babamız! Bizim günahlarımızın affını dile!”[17]

Yakup Peygamber’in (a.s) oğulları, Yakup’tan, onu Allah’ın kudretinden soyutlayarak mağfiret istiyor değildiler. Sadece Yakup’u (a.s), mağfiret talepleri için bir vasıta olarak görüyorlardı. Bunun nedeni de, Yakup’un (a.s) Allah katında yüksek bir makama sahip olmasıydı. Zaten bunu Yakup’un, oğullarına verdiği cevaptan da anlamak mümkündür: “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Çünkü O çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”[18]

c) “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.”[19]

Bu ayet, Peygamber’in (s.a.a) Müslümanlar için bağışlanma dilemesinin kabul edilmesine işaret ediyor. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.a) Allah katında büyük bir makamı vardır.

Aynı zamanda, Müslüman ümmetin mensuplarının, kendileri için bağışlanma dilesin diye Peygamber’in (s.a.a) yanına gelmelerinin önemini de vurguluyor.[20]

KUR’ÂN’DA TASVİR EDİLDİĞİ ŞEKLİYLE TEVESSÜL[21]

Yüce Allah, Kur’ân’da mümin kullarını tevessül etmeye teşvik ediyor ve tevessülün değişik şekillerine cevaz veriyor. Aşağıda Kur’ân’da meşru kabul edilen tevessül şekillerinden bir kaçını ana hatlarıyla sunacağız:

a) Allah’ın İsimlerine Tevessül Etmek

“En güzel isimler Allah’ındır. O hâlde O’na o güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.”[22]

Ayet, arada hiçbir fark gözetmeksizin Allah’ın bütün isimlerini güzel olarak vasfediyor. Sonra bu isimler aracılığıyla Allah’a dua edilmesini emrediyor.

Kul; Allah’ın bütün hayırları, güzellikleri, rahmeti, mağfireti ve izzeti içeren isimlerini zikrettikten sonra, günahlarının bağışlanması ve ihtiyaçlarının giderilmesi maksadıyla Allah’a yöneldiği zaman, yüce Allah, isimleri vesile edilerek sunulan bu duayı kabul eder.

b) Salih Amellere Tevessül Etmek

Salih amel, kulun Allah’a yakın olmak için kullandığı meşru vesilelerden sayılır. Tevessül, Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla herhangi bir şeyi Allah’ın huzuruna takdim etmek anlamına geldiğine göre, kulun, ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla sarıldığı vesilelerin en üstününün salih amel olduğunda en küçük bir kuşku yoktur. Yüce Allah bir yerde şöyle buyuruyor: “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor, şöyle diyorlardı: Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et; zira, tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.”[23]

Bu ayetlerde, salih amel ile -ki burada Beytullah’ın yapılması olarak belirginleşiyor- İbrahim Peygamber’in (a.s) kabul edilmesini arzu ettiği dua arasındaki ilişkiye dikkat çekiliyor. Bu da salih amelin kabul edilmesi ve bunun, zürriyetinden Müslüman bir ümmetin meydana gelmesine vesile olmasıdır.

Aşağıdaki ayette de, salih amelle kabul edilmesi istenen dua arasındaki bağlantıya dikkat çekiliyor: “Ey Rabbimiz! İman ettik; o hâlde bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru, diyenler...”[24]

Dikkat edilirse, günahların bağışlanmasına ilişkin istek, “fa” harfiyle “Ey Rabbimiz! İman ettik.” ifadesine atfedilmiştir. Burada “fa” harfi, iman ile mağfiret isteği arasındaki bağlantıyı vurgulamaya dönüktür.

c) Hz. Peygamber’in (s.a.a) Duasına Tevessül Etmek

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in (s.a.a) Allah katındaki konumuna, büyüklüğüne ve yüksek değerine işaret etmiş, onunla diğer insanlar arasındaki farkı vurgulamış, bu bağlamda şöyle buyurmuştur: “Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.”[25]

Öte yandan Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in (s.a.a) yeryüzündeki ilâhî güvencelerden biri olduğuna da işaret eder ve şöyle der: “Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.”[26]

Sonra Kur’ân’ın birçok yerinde Allah’ın ismi ile Peygamber’in (s.a.a) isminin birlikte zikredildiğini ve ikisine aynı fiilin nispet edildiğini görüyoruz: “Amelinizi Allah da görecektir, Resulü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz.”[27]“Sırf Allah ve Resulü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar.”[28] Hz. Peygamber’in (s.a.a) isminin Allah’ın ismiyle birlikte ve aynı fiille ilintili olarak zikredildiğine ilişkin daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür. Hz. Peygamber’in (s.a.a) Allah katındaki menzili bu olduğuna göre, onun duası geri çevrilmez ve isteği kabul edilir. Peygamber’in (s.a.a) duasına sarılan kimse, sağlam bir temele sarılmış olur. Bu yüzden yüce Allah’ın, günahkâr Müslümanlara, Peygamber’in (s.a.a) duasına sarılmalarını ve onun huzurunda Allah’tan mağfiret dilemelerini, ayrıca kendileri için Allah’tan mağfiret dilemesini ondan istemelerini emrettiğini görüyoruz. Ki Peygamber’in (s.a.a) kendileri için Allah’tan mağfiret dilemesi, Allah’ın rahmetinin inişine ve tövbelerinin kabulüne sebep olsun. “Biz her peygamberi -Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.”[29]

Aşağıdaki ayette de aynı anlam vurgulanmaktadır: “Onlara, ‘Gelin, Allah’ın Peygamberi sizin için mağfiret dilesin.’ denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların, büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.”[30]

d) Müslüman Kardeşin Duasına Tevessül Etmek

“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[31]

Bu ayet, sonradan gelen müminlerin kendilerinden önceki kardeşleri için mağfiret dilediklerini ifade ediyor. Bu da gösteriyor ki, bir Müslümanın bir başka Müslüman kardeşi için dua etmesi teşvik edilen ve iyi karşılanan (müstehap) bir davranıştır.

e) Peygamberlere ve Salihlere Tevessül Etmek

Bu tür bir tevessül yukarıda işaret edilen, Peygamber’in duasına tevessül etmekten farklıdır. Burada peygamberlerin ve salihlerin kendilerinin, onların şahıslarının, Allah katında sahip oldukları yüksek makam ve menzile dikkat çekilerek duaların kabulü için vesile kılınması kastedilmektedir.

Resul’ün Allah’a dua etmesini Allah katında vesile edindiğimiz gibi, Resul’ün kendisini ve saygınlığını da yüce Rabbimizin katında bir vesile kılabiliriz. Bilindiği gibi, vesile edindiğimiz dua da bu mübarek zattan sadır olmaktadır. Ki Allah onun şahsını saygıdeğer kılmış, yüceltmiş ve ona ulu bir makam bahşetmiştir. “Senin şanını ve ününü yüceltmedik mi?”[32]

Ayrıca yüce Allah Müslümanlara Hz. Peygamber’e (s.a.a) saygı göstermelerini, onu tazim etmelerini de emretmiştir: “O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.”[33]

Duasının kabul edilmesinin gerekçesi, örnek ve yüce şahsiyeti ile Allah katındaki yüksek makamı olduğuna göre, bir kimsenin, Peygamber’in (s.a.a) duasına tevessül ettiği gibi, şahsına da tevessül etmesi çok daha isabetli ve yerinde bir davranış olur. Peygamber’in (s.a.a) duasına tevessül etmeyi caiz görüp şahsına tevessül etmeyi caiz görmeyen bir kimse, birbirini gerektiren, birbirinden ayrılmayan iki şeyi birbirinden ayırmış, farklı değerlendirmiş olur.

Öte yandan bu tür bir tevessül, Peygamberimizin (s.a.a) sünnetine de dayanmaktadır. Büyük hadis otoriteleri bu hususla ilgili olarak aktarılan rivayetlerin sahih olduklarını kabul etmişlerdir.[34]

f) Salihlerin Hakkına, Hürmetine ve Makamlarına Tevessül Etmek

Hz. Peygamber’in (s.a.a) hayatını dikkatle inceleyen bir kimse, bu tür tevessül örnekleriyle dolu olduğunu görecektir. Evet Resulullah (s.a.a) zamanında Müslümanlar, salihlerin Allah katındaki yüksek makamlarına ve haklarına tevessül ederek Allah’a dua ederlerdi.

Müslim, Muaz b. Cebel’den (r.a) şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?” Dedim ki: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” Buyurdu ki: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, sırf O’na ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.” Aradan bir saat kadar zaman geçti. Bu sefer, Ey Muaz!” dedi. “Buyur, ya Resulallah!” dedim. Buyurdu ki: “Kullar, Allah’ın bu hakkını yerine getirdikleri zaman, Allah katında hangi hakka sahip olurlar, bilir misin?” “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dedim. Buyurdu ki: “O görevlerini yerine getirdikleri zaman, Allah’ın onlara azap etmemesi onların Allah’ın üzerindeki haklarıdır.”[35]

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlıyoruz ki Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin ve salih kulların tevessül ile ilgili davranışlarına ilişkin birtakım örnekler sunmuştur. Ardından bize, meşru tevessülden örnekler göstermiştir. Bu da sırf dua ile sınırlı değildir. Yani Peygamber’in (s.a.a) zatı ile duası arasında bir ayırım yapamayız. Bilâkis tevessül Peygamber’in (s.a.a) şahsını da kapsar.

- - - - - - -

[1]- Mâide, 35
[2]- Nehc’ül-Belâğa, Subhî Salih, Hutbe: 110/163
[3]- Nisâ, 64
[4]- Âl-i İmrân, 169
[5]- İbn-i Kesir, 1/532
[6]- el-Beşare ve’l-İthaf, Sakkaf, s.52; Şerhu’t-Tahaviye, s.60’tan naklen
[7]- Yûnus, 62
[8]- Keşfu’ş -Şübehat, Muhammed Abdulvahhab, s.60
[9]- Muhalefetu’l-Vahhabiyye li’l-Kur’ân ve’s-Sünne, Ömer Abdusselam, s.20, Abdulaziz b. Abdullah b. Baz’ın “el-Akidatu’s-Sahiha ve Navakizu’l-İslâm” adlı kitabından naklen.
[10]- Tuhfetu’z-Zakirîn, Şevkanî, s.37
[11]- Vefau’l-Vefa bi-Ahbar-i Dari’l-Mustafa, es-Semhudî, c.2, s.1374
[12]- et-Tevessül ve’l-Vesile, İbn-i Teymiye, 144-145, Daru’l-Afak, hadis:1399
[13]- Tarih-u Bağdad 1/123, Mekabir-u Bağdad bölümü.
[14]- Tarih-u Bağdad, 1/120, Mekabir-u Bağdad bölümü.
[15]- et-Tevessül ve’l-Vesile, s.13, 20, 50
[16]- Âl-i İmrân, 49
[17]- Yûsuf, 97
[18]- Yûsuf, 98
[19]- Nisâ, 64
[20]- Bkz. Muhalefetu’l-Vahhabiyye, Ömer Abdusselam, s.22
[21]- Bkz. et-Tevessül, Sübhani, s.21-67
[22]- A’râf, 180
[23]- Bakara, 127-128
[24]- Âl-i İmrân, 16
[25]- Nûr, 63
[26]- Enfâl, 33
[27]- Tevbe, 94
[28]- Tevbe, 74
[29]- Nisâ, 64
[30]- Münâfikûn, 5
[31]- Haşr, 10
[32]- İnşirâh, 4
[33]- A’râf, 157
[34]- Bkz. Tirmizî, Kitabu’d-Daavat, bab: 19, No: 3578, c.5, s.531; İbn-i Mâce, 1/441, No: 1385; Müsned-i Ahmed, 4/138 Hadis: 16789
[35]- Sahih-i Müslim, Nevevî Şerhi, 1/230-232

* * *

- - - - - - - -

* * *

Ehlader Araştırma Bölümü

2. Bölüm

HZ. PEYGAMBER’İN (s.a.a) HADİSLERİNDE TEVESSÜL

Hz. Peygamber’e (s.a.a) veya salih evliyaya tevessül etmenin caiz olduğuna ilişkin birçok hadis rivayet edilmiştir:

1) Osman b. Huneyf’ten şöyle rivayet edilir: Kör bir adam Peygamberimizin (s.a.a) yanına geldi ve dedi ki: “Bana şifa vermesi için Allah’a dua et.” Peygamberimiz (s.a.a) ona dedi ki: “Eğer istersen, senin için yapacağım duayı sonraya bırakayım; çünkü bu senin için daha iyidir. Ama istersen şimdi dua edeyim.” Adam, “Allah’a dua et.” dedi. Peygamberimiz (s.a.a) adama bütün gereklerini yerine getirerek abdest almasını ve iki rekât namaz kıldıktan sonra şu duayı yapmasını söyledi: “Allah’ım! Rahmet peygamberi Muhammed vasıtasıyla senden istiyorum ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Şu ihtiyacımı gidersin diye senin vasıtanla Rabbime yöneldim. Allah’ım! Onu benim için şefaatçi kıl.”[1]

Bu hadisin sahihliği hususunda hiçbir problem yoktur. Hatta İbn Teymiyye de bu hadisin sahih olduğunu kabul eder ve şu değerlendirmede bulunur: “Hadisin rivayet zincirinde adı geçen Ebu Cafer’den maksat, Ebu Cafer el-Hatmî’dir ve bu adam, güvenilir (sıka) biridir.”

er-Rufaî ise bu hadis hakkında şu değerlendirmede bulunur: “Hiç kuşkusuz bu, sahih ve meşhur bir hadistir. Ayrıca Peygamber’in (s.a.v) duasıyla kör adamın yeniden görmeye başladığında da en küçük bir kuşku yoktur.”[2]

Bu hadisi, Nesaî, Beyhakî, Taberanî, Tirmizî ve Hâkim el-Müstedrek adlı eserinde rivayet etmişlerdir.[3]

Yukarıda yer verdiğimiz bu hadis, tevessülün meşruiyetini ortaya koymaktadır. Çünkü bu hadiste, Hz. Peygamber’in (s.a.a) kör bir adama, rahmet peygamberine nasıl tevessül edeceğini, onu nasıl Allah’a dua edişinin vesilesi kılacağını, onu kendisi için şefaatçi kılmasını nasıl isteyeceğini öğretiyor. Kuşkusuz burada asıl amil/etken, Hz. Peygamber’in şahsıdır, duası değil. Hz. Peygamber’in makamı aracılığıyla Allah’a yönelme ve ona tevessül etme kastediliyor.

2) Atiye el-Avfî, Ebu Said el-Hudrî kanalıyla Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Bir kimse namaz kılmak amacıyla evinden çıksa ve ‘Allah’ım! Senden isteyenlerin hakkı için, şu yürüyüşüm hakkı için -ki ben kötülük, azgınlık, riyakârlık veya desinler için evimden çıkmış değilim. Senin gazabından korktuğum ve rızanı arzuladığım için çıktım- istiyorum ki, beni ateşten koruyasın ve benim günahlarımı bağışlayasın. Çünkü senden başka günahları bağışlayan kimse yoktur.’ dese, Allah ona vechini (rızasını) yöneltir ve yetmiş bin melek de onun için mağfiret diler.”[4]

Bu hadis, salih evliyanın hürmetine, Allah katındaki menzillerine ve yüksek makamlarına tevessül ederek Allah’a yönelmenin, ihtiyacın giderilmesi ve duanın kabul edilmesi için bunları aracı ve şefaatçi kılmanın caiz olduğuna delâlet ediyor.

3) Enes b. Malik diyor ki: Fatıma bint-i Esed vefat ettiği zaman, Resulullah (s.a.a) yanına geldi ve baş ucuna oturup, “Allah sana rahmet etsin, ey anamdan sonraki anam!” dedi. Onun hakkında övücü sözler söyledi ve hırkasının onun için kefen olarak kullanılmasını emretti. Sonra Resulullah, Usame b. Zeyd’i, Eba Eyyub el-Ensarî’yi, Ömer b. Hattab’ı ve zenci bir delikanlıyı mezarını kazmaları için çağırdı. Bunlar gelip mezarı kazdılar; lahid kısmına gelince, orayı Resulullah (s.a.a) kendi elleriyle kazdı. Toprağını kendi elleriyle çıkardı. İçini iyice boşalttıktan sonra Resulullah (s.a.a) kabrin içine girdi ve içine uzandı. Sonra şöyle dedi: Öldüren ve dirilten, daima diri ve ölümsüz olan Allah! Annem Fatıma bint-i Esed’i bağışla. Gireceği yeri geniş kıl. Peygamber’in ve benden önceki peygamberlerin hakkı için!”[5]

4) Sevad b. Karib’in Resulullah’la (s.a.a) ilgili olarak şu şiiri yazdığı ve ona şöyle tevessül ettiği rivayet edilir:

“Ben şahidim; Allah’tan başka rab yoktur

Ve sen bütün gaiplerin eminisin

Resuller içinde en yakın vesilesin

Allah’a götüren. Ey en cömertlerin, iyilerin oğlu!

Sana ne geldiyse bize emret, ey elçilerin en hayırlısı

Kakülü ağartan cinsten ağır da olsa.

Benim için şefaatçi ol, şefaat sahibi kimsenin olmadığı günde

Senden başka. Sevad b. Karib için.”[6]

MÜSLÜMANLARIN HAYATINDA TEVESSÜL

Gerek Resulullah’ın (s.a.a) sağlığında ve gerekse vefatından sonra, Müslümanların geleneği, Resulullah’a (s.a.a) ve Allah’ın velilerine tevessül etmek, onların Allah katındaki yüksek menzillerinden şefaat dilemek şeklinde belirginleşmişti. Aşağıda bu geleneğin birkaç örneğini vereceğiz:

a) Resulullah (s.a.a) vefat edince Ebu Bekir şöyle der: “Ey Muhammed! Bizi Rabbinin yanında an. Bizi aklından çıkarma.”[7]

b) Hafız Ebu Abdullah Muhammed b. Musa en-Nu’manî, “Misbahu’z-Zallam” adlı eserinde şöyle der: Hafız Ebu Said es-Sem’anî, Ali b. Ebu Talib’den aktardığı sözler arasında şunu da rivayet etti: “Resulullah’ı (s.a.a) defnettikten üç gün sonra, bir bedevî yanımıza geldi. Kendini Resulullah’ın (s.a.a) kabrinin üzerine attı ve kabrin toprağını üstüne başına saçtı. Sonra şöyle dedi: ‘Ya Resulallah! Sen söyledin, biz senin sözlerini dinledik. Sen Allah’tan öğrendin, biz de senden öğrendik. Sana indirilen ayetlerden biri de şudur: ‘Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler...’ Ben kendime zulmettim ve benim için mağfiret dileyesin diye sana geldim.’ Kabirden şöyle seslenildi: Allah seni bağışladı..” (Vefau’l-Vefa, es-Semhudî, 2/1361)

c) Resulullah (s.a.a) bir adama, Allah’tan dilekte bulunmasını, sonra Peygamber’e hitap edip ona tevessül etmesini, ardından Allah’tan Peygamber’in şefaatini kabul etmesini dilemesini öğretmişti: “Allah’ım! Senden istiyorum ve senin Peygamber’in, rahmet peygamberine tevessül ediyorum. Ey Muhammed! Rabbimin benim ihtiyacımı gidermesi için sana tevessül ediyorum. Allah’ım! Onu benim şefaatçim kıl.”[8]

d) Sahih-i Buharî’de belirtildiğine göre, Ömer b. Hattab yağmur yağmadığı kuraklık zamanlarında Abbas b. Abdulmuttalib’e (r.a) tevessül eder ve şöyle derdi: “Allah’ım! Biz geçmişte Peygamberimize (s.a.a) tevessül ederdik ve sen bize yağmur yağdırırdın. Şimdi de Peygamberimizin (s.a.a) amcasına tevessül ediyoruz, bizim için yağmur yağdır.” Bunun ardından yağmur yağardı.[9]

e) Abbasî halifelerinden Mansur, Malik b. Enes’ten (Malikî mezhebinin imamı) Resulullah’ı ziyaret etmenin ve ona tevessül etmenin şeklini kendisine öğretmesini ister ve Malik’e şöyle der:

“Ey Ebu Abdullah! Kıbleye mi dönüp dua edeyim, yoksa Resulullah’a mı?” Malik ona şu cevabı verir: “Niçin yüzünü ondan çevireceksin ki? O, kıyamete kadar senin ve baban Adem’in vesilesi değil mi? Bilâkis ona dön ve onun şefaatini iste ki, Allah onun senin hakkındaki şefaatini kabul etsin. Unutma ki Allah şöyle buyurmuştur: Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman...[10]

f) İmam Şafiî’nin, Resulullah’ın (s.a.a) Ehlibeyti’ne tevessül ettiği şiirinde şu iki beyit yer alır:

“Âl-i Nebi sebebimdir benim

Allah’a götüren vesilemdir benim.

Onlar aracılığıyla yarın verilsin umarım

Sağımdan amel defterim benim.”[11]

Yukarıda sözünü ettiğimiz tarihsel kanıtlar, belgeler ve tanıklardan hareketle şunu söylemek mümkündür: Peygamberler ve Allah’ın salih kulları meşru vesilelerdir ve yüce Allah şu ayette onları kastetmiştir: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Ona yaklaşmaya yol (vesile) arayın.”[12] Burada vesile, müstehap amelleri de kapsar, sadece farzları eda etmek ve haramlardan kaçınmakla sınırlandırılamaz.

EHLİBEYT’E GÖRE TEVESSÜL

Ehlibeyt İmamları (a.s), Kur’ân’a, Allah’ın velilerine vb. tevessül edilmesini çokça teşvik etmişlerdir. İmamiyye mezhebinin temel kaynaklarına, hadis kitaplarına ve onların dua kitaplarına bakanlar, bu meselenin gayet açık bir şekilde ifade edildiğini, en küçük bir kuşkuya yer bırakılmadığını göreceklerdir. Aşağıda buna ilişkin birkaç örnek sunacağız:

a) Hâris b. Muğire rivayet şöyle eder: Ebu Abdullah’ın (a.s) şöyle dediğini duydum: “Dikkat edin! İçinizden birisi Rabbinden dünyevî ihtiyaçlarla ilgili bir şey istediği zaman, söze Allah’ı övmekle, O’na hamt etmekle, ardından Peygamber’ine (s.a.a) salât getirmekle başlasın. Sonra Allah’tan ihtiyacını istesin.”[13]

b) İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) şöyle rivayet edilir: Cabir el-Ensarî dedi ki: Resulullah’a (s.a.a) şöyle dedim: “Ali b. Ebu Talib hakkında ne buyurursunuz?” Dedi ki: “O benim kendimdir.” Dedim ki: “Hasan ve Hüseyin hakkında ne dersiniz?” Buyurdu ki: “Onlar benim canımdır. Anaları Fatıma benim kızımdır. Ona kötülük eden, bana da kötülük etmiş olur. Onu sevindiren beni de sevindirmiş olur. Allah’ı şahit tutarım ki, onlara savaş açanlarla ben de savaş hâlindeyim, onlarla barışanlarla ben de barış hâlindeyim. Ey Cabir! Allah’a dua ettiğinde, duanın kabul edilmesini istiyorsan, Allah’ın o isimlerle çağır. Çünkü bunlar, Allah katında en sevimli olan isimlerdir.”

c) Peygamberimizden (s.a.a) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah’ım! Muhammed ve Muhammed’in Ehlibeyti vasıtasıyla sana yöneliyorum. Onlarla sana yaklaşıyorum. İhtiyaçlarımızın aracıları olarak onları öne sürüyorum.”[14]

d) Emirü’l-Müminin İmam Ali (a.s) şöyle dua ederdi:

“...Muhammed’in ve Âl-i Muhammed’in sendeki hakları için ve senin onlar üzerindeki büyük hakkın için, onlara salât etmeni diliyorum. Ki sen buna lâyıksın. Geçmişteki mümin kullarından dileyenlere verdiklerinden daha üstün olanını, geride kalan müminlere vereceğinden daha üstün olanını bana vermeni diliyorum.”[15]

e) İmam Hüseyin (a.s) Arafat’ta yaptığı duada şunları söylüyor:

“...Allah’ım! Şu farz kıldığın ve şanını yücelttiğin akşamda, nebin, resulün ve bütün mahlukat içinde seçtiğin Muhammed aracılığıyla sana yöneliyoruz...”[16]

f) İmam Zeynelabidin (a.s) ramazan ayının gelişi münasebetiyle dua ederken şunları söylüyor:

“...Allah’ım! Bu ayın hakkı için, bu ayda -başından sonuna kadar- sana ibadet eden, mukarreb meleklerin, gönderdiğin peygamberlerin ve kendine has kullar kıldığın salihlerin hakkı için...”[17]

TEVESSÜLÜN CAİZ OLMASI VE CAİZ OLMAMASI İLE İLGİLİ OLARAK DÜŞÜNÜRLER ARASINDA ÇIKAN TARTIŞMALAR

Bazılarına göre, ölü bir kimseye tevessül etmek mümkün değildir. Böyle bir davranış aklen çirkindir, hoş karşılanmaz. Çünkü ölü bir kimsenin, kendisine tevessül edene cevap vermesi mümkün değildir. Böyleyken ölü birine tevessül etmek, yok olan bir şeye hitap etmek gibidir.[18]

Hiç kuşkusuz bu iddia, reddedilmeye mahkûmdur ve Kur’ân’ın içeriğine de aykırıdır. Ölümün yok olmak anlamına gelmediğini vurgulayan birkaç ayeti aşağıya alıyoruz:

1) “...Orada sabah-akşam kendilerine ait rızkları vardır.”[19]

Bu ve benzeri ayetler, müminler hakkında nazil olmuşlar ve onlara dünya ve ahirette gösterilen itinaya dikkat çekmektedirler.

2) Bundan daha da açık ve vurgulayıcı olanı şu ayettir: “Onlar sabah-akşam o ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı günde, ‘Firavun ailesini azabın en çetinine sokun.’ denilecek!”[20]

Bu ayette yüce Allah, günahkârların ve kâfirlerin berzah hayatında görecekleri azabı açıklıyor. Bu da onların ölümden sonra ve kıyametten önce yaşadıklarının kanıtıdır. Çünkü onların sabah-akşam ateşe arz edilişlerinden sonra kıyametin kopuşundan bahsediliyor. Ölümün yok oluş olmadığı, bilâkis hayat olduğu kesinleşince, geriye şu soru kalıyor: Bir ölüyle iletişim kurmak mümkün müdür, değil midir? Berzah hayatı, dünyadakilerin ölülerle iletişim kurmalarına engel teşkil eden bir özelliktedir, denebilir mi?

Bu sorunun cevabı şudur: Peygamberimizin (s.a.a) sünneti kapsamında bize aktarılan kanıtlara ek olarak Kur’ân’da dünyada yaşayan bir kimsenin berzah âleminde yaşayan bir kimseyle iletişim kurabileceğine ilişkin açık ifadeler vardır. Aşağıdaki ayetleri buna örnek verebiliriz:

1) Salih Peygamber (a.s) kavmini Allah’a ibadet etmeye davet eder, mucize olarak kendisine verilen deveye bir kötülük etmemelerini ister. Fakat onlar deveyi boğazlarlar, Rablerinin emrine baş kaldırırlar. Bundan sonrasını yüce Allah şöyle anlatıyor:

“Bunun üzerine onları o gürültülü sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar. Salih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Andolsun ki, ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.”[21]

Burada yüce Allah, o korkunç titreşimli sesin sonucu Salih Peygamber’in (a.s) ümmetinin kesin bir şekilde helâk olduklarını, evlerinde diz üstü çöküp donakaldıklarını belirtiyor. Bunun ardından, Salih Peygamber’in (a.s) onlardan yüz çevirdiğini, sonra onlara şöyle hitap ettiğini vurguluyor: “Andolsun ki, ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.”

Salih Peygamber (a.s), kavminin helâk olmasından, ölmelerinden sonra onlara bu hitabı yöneltiyor. Bunun kanıtı da “onlardan yüz çevirdi...” ifadesinin orijinalinin başındaki “fa” harfidir. Bu harf, hitabın, kavmin helâk olmasından sonra gerçekleştiğini ifade etmeye dönüktür.

2) Şuayb Peygamber (a.s) de kavminin helâk olmasından sonra onlara şöyle hitap etmiştir: “Şuayb onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!”[22]

Şuayb Peygamber’in (a.s) kavmine bu şekilde hitap etmesi, onların helâk olmalarından sonra gerçekleşmiştir. Bu da onlarla iletişim kurmanın mümkün olduğunun kanıtıdır. Eğer o korkunç titreşimli sesten sonra helâk olmuş olmasalardı, dolayısıyla öldükten sonra Salih ve Şuayb peygamberlerin (a.s) hitaplarını duymasalardı, bu iki peygamberin, kavimlerine bu şekilde hitap etmelerinin ne anlamı olabilirdi?

Bu, söz konusu peygamberlerin teessüflerini ve üzüntülerini ifade etmeye dönük hitaplardır, şeklinde tefsir edilemez. Çünkü böyle bir tefsir, ayetlerin zahirine aykırıdır. Tefsir ilminin temel prensipleri açısından da doğru olmaz.

Ruhlarla irtibat kurmanın mümkün olduğunu ifade eden hadislerden ise birkaçını aşağıya alıyoruz:

1) Rivayet edilir ki, Peygamberimiz (s.a.a) Bedir kuyularının başında durur ve savaşta öldürülüp de cesetleri bu kuyulara atılan müşriklere hitap eder.

Enes b. Malik’ten şöyle rivayet edilir: Peygamberimizin (s.a.a) ashabı, onun gecenin bir yarısında şöyle dediğini duydular: “Ey kuyu halkı! Ey Utbe b. Rebia! Ey Şeybe b. Rebia! Ey Ümeyye b. Halef! Ey Ebu Cehil b. Hakem! -Kuyulara atılan müşriklerin adlarını birer birer sayar-Rabbimin size vaat ettiğinin hak olduğunu gördünüz mü? Ben Rabbimin bana vaat ettiğinin hak olduğunu gördüm!” Bunun üzerine Müslümanlar dediler ki: “Ya Resulallah! Ölülere mi sesleniyorsun?” Buyurdu ki: “Siz benim sözlerimi onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz. Şu kadarı var ki, onlar bana cevap veremezler.”[23]

2) Değişik mezheplere mensup olsalar da bütün Müslümanlar namazlarının sonunda “es-Selâmu aleyke eyyuhe’n-Nebiyyu ve rahmetullahi ve berekatuh=Selâm senin üzerine olsun ey Peygamber! Allah’ın rahmeti ve bereketi de.” diyerek Hz. Peygamber’e (s.a.a) selâm verirler. Peygamberimizin (s.a.a) bu yöndeki sünneti onun hayatında yürürlükte olduğu gibi, onun vefatından sonra da devam etmiştir. Bu demektir ki, Peygamber’le (s.a.a) ilişkimiz hiçbir zaman kesintiye uğramamıştır.

Namazlarda Hz. Peygamber’e verdiğimiz bu selâm, onun ruhuyla irtibat kurmamızın mümkün olduğunu, daha doğrusu böyle bir irtibatın kesin olarak gerçekleştiğini göstermektedir.

3) Hz. Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir:

“Benim vefatımdan sonra kim beni ziyaret eder ve bana selâm verirse, onun selâmını on kere alırım. On melek de onu ziyaret edip, ona selâm verirler. Bir kimse bir evde bana selâm verirse, Allah, onun selâmını alayım diye ruhumu bana iade eder.”[24]

4) Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ölümümden sonra beni ziyaret eden kimse, hayattayken beni ziyaret etmiş gibi olur.”[25]

Berzah âleminde yaşayan bir insanla iletişim kurmak mümkün olduğuna göre, acaba böyle birinden bir şey istemek, bir ihtiyacın giderilmesi hususunda ona tevessül etmek caiz olur mu? Yoksa “...İş tamamen Allah’a aittir...”[26] ayetinden hareketle, berzah âleminde yaşayanlara tevessül etmenin şirk olduğunu mu söylemek gerekir?

Bunun cevabı şudur: Evet, bütün iş, bütün emir Allah’a aittir, O’nun iradesine bağlıdır ve O’nun rızası doğrultusunda işler gerçekleşir, olaylar meydana gelir. Ancak, bununla, peygamberlerin ve velilerin dünya ve ahirette, Allah’ın izin vermesinden sonra, şefaat edecek olmaları arasında bir çelişki yoktur. Nitekim İsa Peygamber (a.s) de Allah’ın izniyle kuş yaratmış, ölüleri diriltmiş ve hastalara şifa vermiştir.

Varlıklar, sebep-sonuç yasasına tâbi oldukları için Musa’nın (a.s) şöyle dediğini görüyoruz: “O, benim asamdır, dedi, ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.”[27]

Görüldüğü gibi, masum olmalarına rağmen peygamberler Allah’tan başkasından yardım ve destek istemişler. Hatta yüce Allah, Peygamberimiz (s.a.a) ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Ey Peygamber! Sana, Allah ve sana uyan müminler yeter.”[28]

Ayetin zahiri, Hz. Peygamber’in (s.a.a) Allah’tan ve müminlerden destek görmesini ifade ediyor. Tıpkı İsa Peygamber’in (a.s) havarilerden yardım ve destek istemesi gibi: “...Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?”[29] Ve tıpkı Musa Peygamber’in (a.s) kardeşi Harun’un kendisine yardımcı olmasını istemesi gibi. Musa’nın (a.s) bu isteğine yüce Allah şu karşılığı vermiştir: “Seni kardeşinle destekleyeceğiz.”[30]

Ayrıca, yüce Allah’ın da kullarının dinine yardımcı olmalarını istediğini görüyoruz: “Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder.”[31]“...Barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır.”[32]

Allah’tan başkasından yardım istemenin ve ona tevessül etmenin, Allah’ın izni ve iradesine bağlı olmak ve de O’nun izninden ve iradesinden bağımsız olmamak şartıyla caiz olduğunu itiraf etmemiz durumunda, karşımıza şu soru çıkar: Sabit ve kesin olan şey, hayattayken Peygamber’den ve veliden yardım istenmiş olmasıdır, böyleyken ölü olan birinden yardım istemenin anlamı nedir?

Kuşkusuz sahabeler, Hz. Peygamber’in (s.a.a) sağlığında ve ölümünden sonra, ona tevessül etmeyi inkâr etmemişlerdir.

ÖLÜMLERİNDEN SONRA PEYGAMBERLERE VE SALİHLERE TEVESSÜL ETMEK

Müslümanların, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra ona tevessül ettiklerinin örnekleri:

1) Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde şu rivayet yer alır:

“Allah’ım! Senden isteyenlerin hakkı için, şu yürüyüşüm hakkı için -ki ben kötülük, azgınlık, riyakârlık veya desinler için evimden çıkmış değilim. Senin gazabından korktuğum ve rızanı arzuladığım için çıktım- istiyorum ki, beni ateşten koruyasın ve benim günahlarımı bağışlayasın. Çünkü senden başka günahları bağışlayan kimse yoktur.”[33]

Bu hadis, salihlerin dualarına değil, bizzat kendilerine tevessül etmenin caiz olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. Çünkü Âdem Peygamber’den (a.s) dilekte bulunan kişinin zamanına kadarki bütün isteyenleri kapsayan genel bir ifadedir. Hatta melekleri ve cinlerden mümin olanları da kapsar. Hadisi, günümüzde istekte bulunanlarla veya yaşayan kimselerle sınırlandırmayı gerektiren bir kanıt yoktur. Ayrıca, hadisi bu genel çerçeveden çıkaracak bir kanıt da söz konusu değildir.[34]

2) İbn Mace ve Tirmizî’de şöyle deniyor:

“Allah’ım! Rahmet peygamberi Muhammed vasıtasıyla senden istiyorum ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Şu ihtiyacımı gidersin diye senin vasıtanla Rabbime yöneldim. Allah’ım! Onu benim için şefaatçi kıl.”[35]

Bu, Müslümanların, vefatından sonra Hz. Peygamber’e (s.a.a) tevessül ederken okudukları bir duadır.

İbn Teymiyye’nin Bu Duaya İlişkin Yorumu

İbn Teymiyye ve onun takipçileri olan Selefîler ve Vahhabîler, ölümlerinden sonra peygamberlere ve salih kimselere tevessül etme düşüncesine karşı çıkmışlardır. İbn Teymiyye’ye göre, ölülere tevessül etmek caiz değildir. Önce İbn Teymiyye’nin konuyla ilgili görüşlerine yer vereceğiz, ardından bunun tartışmasını yapacağız:

“Tevessülde mahluka dua etmek, mahluktan yardım istemek diye bir şey söz konusu değildir. Bilâkis tevessül de Allah’a dua etmek ve O’ndan yardım istemekten ibarettir. Ancak Peygamber’in veya salih kimsenin makamına tevessül edip onun vasıtasıyla istekte bulunmak söz konusudur. Nitekim Sünen-i İbn Mace’de Peygamberimizin (s.a.a) namaza gitmek üzere evinden çıkan kimsenin duasına ilişkin olarak şöyle buyurduğu belirtilmiştir: ‘Allah’ım! Senden isteyenlerin hakkı için senden istiyorum...’ Bu hadiste, isteyenlerin hakkı için istekte bulunmaktan söz ediliyor. Yüce Allah da bunu kendi üzerine bir hak olarak ön görmüştür… Bir grup şu görüştedir: Bundan, vefatından veya hazır olmayışından sonra da Peygamber’e ve salih bir insana tevessül etmenin caiz olduğu anlaşılmaz; bilâkis, hayatta ve hazır olması durumunda ona tevessül etmenin caiz olması sonucu çıkar.”

İbn Teymiyye bu son görüşü desteklemek maksadıyla şunları söylüyor: “Peygamber’e tevessül etmelerinin anlamı, onun kendileri için dua etmesini istemeleridir. Peygamber onlar için dua etmiş, kendileri de Peygamber’le birlikte dua etmişlerdir. Yani Peygamber’in şefaatine ve duasına tevessül etmişlerdir…”

İbn Teymiyye buna örnek olarak bedevî bir Arap’ın şu sözlerini gösterir: “Ya Resulallah! Malım yok oldu. Yollar da kesildi. Allah’a dua et, malımızı bizim için korusun.”

Devamla şunları söylüyor: “İşte sahabîler, yağmur yağması ve başka hususlarda bu şekilde Hz. Peygamber’e tevessül ederlerdi. Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) vefat ettikten sonra Abbas’a (r.a) tevessül etmeye başladılar. Muaviye b. Ebu Süfyan da Yezid b. Esved el-Cereşî’ye tevessül etmiş ve şöyle demiştir: “Allah’ım! En hayırlımızı senin katında şefaatçimiz kılıyoruz. Ey Yezid! Ellerini Allah’a aç...”

Sonra İbn Teymiyye sözlerini şöyle tamamlıyor: “Hiçbir âlim, ölümünden sonra veya hazır olmadığı bir ortamda, yağmurun yağması vb. bir hususta Peygamber’e ve salih bir kimseye tevessül etmenin meşru olduğunu söylememiştir. Yağmurun yağması ve yardım talebi ya da başka bir konuda ölmüş peygamberden veya salih bir kimseden dua etmesini istemenin olduğunu dahi söyleyen olmamıştır. Dua ise, ibadetin özüdür.”[36]

Bu değerlendirmede bazı gerçeklerin karıştırıldığı, çarpıtma yönüne gidildiği, büyük çelişkilere düşüldüğü gayet açıktır. Tezimizin doğruluğuna ilişkin kanıtları sunmadan önce, sözünü ettiğimiz bu olumsuzlukları ortaya koymaya çalışalım.

1- Öncelikle Hz. Peygamber’e (s.a.a) tevessül etme ile, makama tevessül etme birbirine karıştırılmıştır. Çünkü, “Ey Muhammed! Ey Resulallah! Senin aracılığınla Allah’a yöneliyorum.” demekle, “Allah’ım! Senden isteyenlerin hakkı için...” veya “Allah’ım! Muhammed (s.a.a) hakkı için...” demek arasında fark vardır. Birincisi, Hz. Muhammed’in (s.a.a) kendisi aracılığıyla yönelmek, ona tevessül etmek; ikincisi ise, onun hakkı, makamı ve menzili aracılığıyla yönelmek, onlara tevessül etmektir. Peygamberlere ve salih insanlara tevessül etmenin bu iki türü, bu kısmın kapsamına girmektedir. Ama İbn Teymiyye tevessülün ilk türünü, ikinci türü esasında yorumluyor. Ki bu, doğru bir yorum değildir.

2- Önceki örnekte olduğu gibi, burada da Peygamber aracılığıyla Allah’a yönelmekle, Peygamber’den dua etmeyi talep etmeyi birbirine karıştırıyor. Bu ikisi arasındaki fark ise açıktır. İbn Teymiyye’nin bunu bilinçli bir çarpıtma olarak yaptığından kuşku yok. Bu yüzden İbn Teymiyye bedevî Arap’la ilgili hadisi örnek gösterirken, hadisin bir bölümünü zikrediyor, ama bizim de yukarıda yer verdiğimiz şu bölümünü zikretmiyor: “Ya Resulallah! Allah katında seni şefaatçi kılıyoruz...” Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) de bedevînin bu sözlerine karşı çıkmıyor.

3- Âlimlerden konuyla ilgili alıntılar yaparken kendisiyle çelişkiye düşüyor. Sonra duayı, yağmur duası talebi ve başkası şeklinde ikiye ayırma gereğini duyuyor. Bunun da bilinçli bir çarpıtma olduğu açıktır. Çünkü sonunda kendisi de dönüp bütün dua çeşitlerini toplu bir değerlendirmeye tâbi tutuyor ve şöyle diyor: “Ben bunu, ne yağmur duası için, ne yardım talebi, ne de başka bir dua şekli için olumlu görüyorum...”

Önce Peygamberimize, gerek hayatında, gerekse ölümünden sonra tevessül etmenin caiz olduğuna dair âlimlerden alıntı yapıyor, sonra dönüp şöyle diyor: “Hiçbir âlim, Peygamber’in ve salih bir insanın ölümünden sonra ona tevessül etmenin, ondan yağmur yağması için dua etmesini istemenin caiz olduğunu söylememiştir.” Şimdi biz, onun bu iddiasını çürüten kendisinin de bazısının sahih olduğunu kabul ettiği, bazısını da ispat veya nefy etmediği bazı kanıtlar sunacağız.

Şunu kesin olarak biliyoruz ki, İbn Teymiyye, Peygamber’e (s.a.a) tevessül etmenin yasak olduğuna dair herhangi bir nas elde etmiş değildir. Bu yüzden bazı nasları yorumlanamayacak şekilde yorumlamaya kalkışmıştır. Şimdi onun, sahih olduğundan en küçük bir kuşku duymadığı bazı naslara nasıl sırtını çevirdiğini göreceğiz. Sahih olduğunu bildiği bir kanaldan değerli sahabî Osman b. Huneyf’in, halife Osman b. Affan zamanında insanlara, Peygamber’e (s.a.a) tevessül etmeyi öğrettiğini naklettikten sonra, bu rivayeti seleften aktardığı benzeri haberlerle pekiştiriyor.

İbn Teymiyye diyor ki: “Beyhakî’nin rivayet ettiğine göre, bir adam Osman b. Affan’ın peşine takılmış ve bir ihtiyacının giderilmesini ondan istiyormuş. Osman ise ne adama dönüp bakıyormuş, ne de ihtiyacını gideriyormuş. Bu arada adam yolda Osman b. Huneyf’le karşılaşır ve bu durumu ona şikayet eder. Osman ona şu karşılığı verir: Abdest kabını getir ve abdest al. Ardından mescide gel ve iki rekât namaz kıl. Sonra da şöyle de: ‘Allah’ım! Peygamberimiz, rahmet peygamberi Muhammed aracılığıyla senden istiyorum, sana yöneliyorum. Ya Muhammed! İhtiyacımı karşılasın diye senin aracılığınla Rabbime yöneliyorum.’ Bunu söyledikten sonra ihtiyaç duyduğun şeyi belirt. Sonra yürü, ben de seninle beraber yürüyeceğim.”

“Adam gidip söylenenleri yapar. Bir süre sonra halife Osman b. Affan’ın yanına gider. Halife’nin kapıcısı gelip adamın elinden tutarak onu Osman’ın yanına götürür. Osman onu yanında halının üzerinde oturtur ve ‘Söyle bakalım, nedir ihtiyacın?’ der. Adam ihtiyacını söyler, Osman da onun ihtiyacını karşılar.”

“Adam Halife’nin yanından çıkarken yolda Osman b. Huneyf’le karşılaşır. Der ki: ‘Allah seni hayırla ödüllendirsin. Ne yüzüme bakıyordu, ne de ihtiyacımın ne olduğunu soruyordu. Ta ki sen onunla konuşana kadar.’ Osman b. Huneyf ise şöyle der: ‘Ben onunla konuşmadım. Ama Resulullah’tan (s.a.a) duymuştum. Bir gün yanına bir kör geldi ve gözlerinin kör olmasından şikâyetçi oldu. Resulullah (s.a.v) ona, ‘İstersen sabret.’ dedi…’ Sonra daha önce zikrettiğimiz hadisi aktarır.”

“Beyhakî devamla şöyle der: -Konuşan İbn Teymiyye’dir.- Bu hadisi Ahmed b. Şebib b. Said babasından uzunca rivayet etmiştir. Ayrıca İşam ed-Destavî de Ebu Umame b. Sehl’den, o da Osman b. Huneyf’ten rivayet etmiştir.”

Ardından İbn Teymiyye bu hadisle ilgili başka rivayet zincirleri de aktarır ve sahih olduğunu belirtir. Sonra da şunları söyler:

“Bu hususla ilgili bir rivayet selef ulemasından da aktarılmıştır. Örneğin İbn Ebi’d-Dünya Mecani’d-Dua adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle şunları aktarır: Bir adam Abdulmelik b. Said b. Ebhur’un yanına geldi. İbn Ebhur adamın karnını muayene etti ve ‘Sende tedavisi olmayan bir hastalık var.’ dedi. ‘Nedir bu hastalık? ‘dedi. ‘Hastalığın adı ed-Dubeyle (öldürücü karın tümörü)dir.’ dedi. Adamın rengi değişti ve şöyle dedi: ‘Allah. Allah. Allah. O, benim Rabbimdir. O’na hiçbir şeyi ortak koşmam. Allah’ım! Peygamber’in, rahmet peygamberi Muhammed (s.a.a) aracılığıyla sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Senin aracılığınla senin ve benim rabbime yöneliyorum. Benim hastalığımdan dolayı bana merhamet etsin.’ Adam bir daha karnını muayene etti ve ‘İyileştin, sende hastalık yok.’ dedi.”

İbn Teymiyye sözlerine şöyle devam ediyor: “Bu ve benzeri dualarla selefin dua ettiği rivayet edilmiştir. Mensik’ul-Mervezî’de Ahmed b. Hanbel’in dua ederken Hz. Peygamber’e (s.a.v) tevessül ettiği rivayet edilir.”[37]

Böylece görüşünün yanlış olduğuna, “Seleften hiç kimsenin, Peygamberimizin (s.a.a) ölümünden sonra ona tevessül ettikleri nakledilmiş değildir.” şeklindeki sözlerinin batıl olduğuna kendisi tanıklık etmiş oluyor. Ki et-Tevessül ve’l-Vesile adlı kitabını da bu temelsiz iddiasına dayandırıyor.[38]

Bu da, İbn Teymiyye’nin görüşleri hususunda herhangi bir temele dayanmadığını ortaya koyuyor. Sadece kanıtlarca batıl olduğu ispat edilmiş bulunan görüşlerinde ısrar ediyor, o kadar.

Oysa konuyla ilgili olarak seleften aktarılan rivayetler bundan çok daha fazladır. Selef döneminde insanlar, yalnızca Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra ona tevessül etmekle kalmamışlar, salih olduğuna, Allah katında bir makama ve şefaat etme yetkisine sahip olduğuna inandıkları kişilere de tevessül etmişlerdir.[39]

Özetleyecek olursak, ölüm yok olmak demek değildir. Berzah âlemiyle iletişim kurmak, fiilen gerçekleşmektedir. Eskiden olduğu gibi, günümüzde de ve her zaman Müslümanlar ölü veya diri peygamberlere ve velilere tevessül etmişlerdir. Bu hususta peygamber ve velilerin, kendileriyle duaları arasında bir fark gözetmemişlerdir. Böylece tevessülün caiz olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin doğruluğu ve bunun haram ve yasak olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin de yanlışlığı ortaya çıkmış oluyor.

Bunun yanında söylememiz gerekir ki, kulun Allah’a yaklaşmak için başvurduğu vesileler, içtihatla belirlenecek bir husus değildir. Bunun belirlenmesi ve sınırlarının tayin edilmesi şeriatın kapsamına girer.

Şeriatın temel kaynakları titizlikle araştırıldığı zaman, bu vesilelerin neler ve kimler olduğu anlaşılır. Şeriatın onaylamadığı bütün vesileler bidattir, batıldır.

- - - - - - - -

[1]- İbn-i Mace, 1/144, No: 1385; Müsned, Ahmed, 4/138, No: 16789; Hâkim Nişaburî, 1/313; Cami’us-Sağir, Suyutî, 59; Minhac’ul-Cami, 1/286
[2]- Sübhanî, et-Tevessül, er-Rufaî’nin “et-Tavassul İlâ Hakikat’it-Tevessül” adlı eserinin 158. sayfasından naklen.
[3]- Tirmizî, 5/531; Nesaî, 6/169, No:10495
[4]- İbn Mace, 1/256
[5]- Vefa’ul-Vefa ve ed-Dürer’üs-Seniyye, s.8’den naklen Keşf’ul-İrtiyab, s.312
[6]- ed-Dürer’üs-Seniyye, 27; et-Tavassul İlâ Hakikat’it-Tevessül, 300; Feth’ul-Bari, 7/137
[7]- ed-Dürer’üs-Seniyye Fi’r-Reddi Ale’l-Vahhabiyye, s.36
[8]- Mecmuat’ur-Resail ve’l-Mesail, İbn Teymiyye 1/18
[9]- Buharî, Salât’ul-İstiska, 2/32, No: 947
[10]- Vefa’ul-Vefa, es-Semhudî, 2/1376
[11]- es-Savaik’ul-Muhrika, 274
[12]- Mâide, 35
[13]- Bihar’ul-Envar, c.93, Kitab’uz-Zikr ve’d-Dua, bab: 17, c.19
[14]- Bihar’ul-Envar, c.94, bab: 28
[15]- es-Sahifet’ul-Aleviyye, es-Semahicî, s.51
[16]- İkbal’ul-A’mal, İbn Tavus, 2/85
[17]- es-Sahifet’us-Seccadiyye, Dua No: 44
[18]- bk. İbn Teymiyye, Minhac’üs-Sünne
[19]- Meryem, 62
[20]- Mü’min, 64
[21]- A’râf, 78-79
[22]- A’râf, 93
[23]- Buharî, 5/76; İbn Hişam, 2/ 639
[24]- Ebu Davud, 2/218; Kenz’ül-Ummal, 10/38; es-Sebkî, Tabakat’uş-Şafiiyye, 3/ 406-408
[25]- Kenz’ül-Ummal, 5/135, No: 12372
[26]- Âl-i İmrân, 154
[27]- Tâhâ, 18
[28]- Enfâl, 64
[29]- Âl-i İmrân, 52
[30]- Kasas, 35; bk. Seyyid Muhammed Kazvinî, el-Berahîn’ul-Celile, s. 42
[31]- Muhammed, 7
[32]- Enfâl, 74
[33]- Müsned, Ahmed, 3/21; İbn Mace, 1/356
[34]- Saib Abdulhamid, ez-Ziyare ve’t-Tevessül, s.142
[35]- İbn Mace, 1/144, No: 1385; Ahmed, Müsned, 4/138, No: 16789; Hâkim Nişaburî, el-Müstedrek, 1/313; Suyutî, el-Cami’us-Sağir, 59; Minhac’ul-Cami, 1/ 286
[36]- Ziyaret’ul-Kubûr ve’l-İstincad bi’l-Mekbûr, s.38-43
[37]- et-Tevessül ve’l-Vesile, s. 97-98, 101-103
[38]- et-Tevessül ve’l-Vesile, s.18
[39]- Saib Abdulhamid, ez-Ziyare ve’t-Tevessül, s.148-152, Merkez’ur-Risale basımı