.

.

Ehlader Araştırma Bölümü

Dr. Mukaddem ile Kültürlerin Dinler Üzerindeki Etkisi



İslam açısından farklı kültürler nasıl değerlendirilmeli ve bu kültürlerin sınırları ne olmalıdır?


İslam dini neden kültür ve geleneklerden etkilenmektedir?


Günümüzde aile ve sosyal ilişkilerimizdeki düzen ve kültür yapısı İslam Peygamberinin dönemindeki sosyal yapılanmadan etkilenmiş midir?


Fahr-i Kâinat Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a) toplumsal ve aile müessesindeki tutum ve davranışlarını günümüz toplum ve aile yapısında nasıl hayata geçirebiliriz?


Konuyla ilgili Hüccetû’l İslam ve’l-Müslimin Dr. Mukaddem ile yapılan söyleşi:


Dr. Mukaddem:


Günümüz dünyasında sosyal ve kültürel alanlardaki insan ilişkilerini daha üst makamlara taşımak ve geliştirmek için dini ilkelere aykırı olmayan bazı hükümler değiştirebilir ve bu yolla yeni kazanımlar sağlanabilir.


Soru:


Arabistan Malezya, Endonezya gibi bazı İslam ülkelerine baktığımızda birbirinde farklı bir din anlayışı görüyoruz. Bazılarına göre bunun nedeni kültür ve geleneklerin İslam üzerindeki etkisidir. Yani insanlar İslam'ı kabul etmeden önce belirli gelenek ve kültür yapısına sahipti ve sonradan İslam ile tanıştı. Kültürler zaman içerisinde inanç haline dönüştü.


Sizce, İslam'ın bu konuya bakış açısı nasıldır?


Dinin kültürden etkileşimi alanında İslam nereye kadar insana izin vermiştir?


Dr. Mukaddem:


Sorunuzun asıl cevabına geçmeden önce şöyle bir mukaddemeye ihtiyaç vardır.  

Uzun bir tarihi geçmişe sahip olan bu mevzu yani dinde kültürlerin etkisini her daim görmek mümkündür. Bunu İslam tarihinde açık bir şekilde görebiliriz. Müslümanlar arasında kültürün din üzerindeki etkisi meselesi iki farklı bakış açısından kaynaklanmaktadır


Birinci bakışa sahip olanlar yazılı din emirlerini esas aldı. Bu konuda sadece yazılı emirlere bağlı kaldı ve nakilden öteye geçmedi.


İkinci grup ise konuyu akıl ve mantık çerçevesinde değerlendirdi. Yani meseleye sadece yazılı metinlerden değil aynı zamanda akıl terazisinden de bakmak gerekir dedi.


İslam'ın ilk yıllarında Mutezile ve Eşaire grupları arasında bu konuya farklı yaklaşımları olduğu görüyoruz. Eşaire, sadece dini metinlere bağlı kalmış, rivayetlerde buldukları kadarıyla yetinmiş ve aklı kullanmadan görüş bildirerek hayatlarına bu doğrultuda düzen vermişti.


Eşaire'nin mukabilinde yer alan Mutezile ise Kuran ve hadisi anlamak için akıl ve akli metotlara ihtiyaç olduğunu savunmuştur. Bu görüş şia kültürüne daha yakındır. Bu görüş farklılığı İslam'ın ilk günlerinden günümüze kadar yansımıştır. çrneğin; Yaşadığımız asırda Usul İlmini esas alan kesime Usulüler diyoruz. Usullülerin mukabilinde ise Hadisçiler yer almakta. Usulüler hadisçilere hâkim oldukları dönemlerde, ayet ve hadisleri akıl ve usul çerçevesinde inceleyerek içtihat kapısını araladı. Böylece Hadisçiler tabiri caizse kenara itilmiş oldu.


Bu görüş ayrılıkları her zaman bu iki grup arasında çekişmelere neden olmuştur.


Soru:


Bu iki tarihi görüş günümüzde nasıl tezahür etti?


Dr. Mukaddem:


İnsanın inancın, hayatını, kültürel ve sosyal yaşantısını sadece rivayet ve hadislere münhasır kılan ilk görüş doğal olarak kabul edilemez.

Vahabilik, İslam dünyasında bu konuya örnek verilebilecek gruplardandır. Vahabiler, insanları gerisin geriye götürmek istiyor. Zira Vahabiler'de esas olan şey yazılı metinlerdir. Bu nedenle ne kadar çok geriye gidilirse ayet ve rivayet metinleri üzerinden İslam'ın daha doğru anlaşılacağını savunurlar. Vahabilere göre tefekkür ve aklın İslam'ı anlamada payı yoktur. Hâlbuki hadis ve rivayet gibi İslami metinler, akli metotlarla derinlemesine analiz edilerek incelenirse aklın, Kuran ile olan irtibatı anlaşılacaktır. Kuran ayetlerine dikkatle teveccüh edilirse Allah'ın insanı hidayet ve kemal yolunda neye yönlendirdiği (akıl etmezler mi?) rahatlıkla anlaşılır. Maalesef Vahabiler bu akıl etme ve tefekkür hidayetinden mahrumlar.


Bir diğer grup öğretilerin asla değişmeyeceğini, ilkelerin mutlak hakikat olduğunu, inceleme, tartışma yahut araştırmaya ihtiyacın olmadığı anlayışını savunan Dogmatizm'in savunucularıdır. Bu düşüncenin taraftarları Hadisçiler gibi İslam kanunlarının ve yaşam tarzının yazılı metinlere göre olması gerektiğini ve değişimin mümkün olmayacağını söyler.  


Bu görüşü savunanların mukabilinde İslam ve dini esasları öğrenme noktasında akıl ve tefekkür esas alıp, dini metinleri yani rivayet ve ayetleri zaman, mekân ve toplum açısından beyan etmeye çalışanlar vardır.


Bugün insanlığın karşı karşıya olduğu tüm olaylar bu iki görüş çerçevesinde açıklanabilir. Yani "değişme kapalı görüş" dediğimiz sadece yazılı metinlere bağlı kalanlar ve "değişime açık" akıl ve yazılı metinleri birlikte kullananların görüşleri.

Değişime açık olanlar "karşılaşılan şüpheler ve zorluklar noktasında insana yardımcı olması ve insanı içine düşmüş olduğu buhrandan kurtarması açısından din, akıl ve mantık yardımıyla zamana uyarlanarak tefsir edilebilir" der. Burada amaç dini esasları kenara bırakıp sadece akıl ve mantık kurallarıyla hareket etmek değildir. Amaç aklı kullanarak dinin emirlerini öğrenmektir.


Yazılı metinlerin insanoğlunun hizmetine sunulmasındaki hedef, günümüzde karşılaştığımız şüphe ve sorulara fakihler aracılığı ile cevap verilmesi ve çözüm bulunmasıdır.


Merhum İmam Humeynî bu konuda şöyle buyuruyor:


"Zaman ve mekân mefhumu ele alındığında, insanın hidayeti için vesile olan etkin bir akıl İslami metinleri insan için beyan ve tefsir etmektedir."

Soru:


İslam neden kültürlerden etkilenmektedir?


Dr. Mukaddem:


Bir fikir ortaya atıldığında onu telakki (kabul) etmeden önce o fikri farklı şekillerde yorumlayarak anlamaya çalışmak gerekir. Eğer o fikri diğer düşüncelerin içerisinden ayıklayıp çıkarmasak belki de doğru olan şeyler göze çarpmayan ayrıntılar arasında kaybolup gidecektir. çrneğin; Bir dinde yer alan inanç ve yaşam tarzı sadece belli bir kavmi kapsamaz. Bilakis zamanla o dinden olmayan insanlar arasında da revaç görmeye başlar. İslam insan merkezli bir dindir. İslam'daki asıl hedef insana dayalı bir kemal ve hidayettir. İslam tüm insanlığı kendine muhatap alır. Muhatabın belli bir kavim değil de tüm insanlık olduğu bir inanç yapısına ait yaşam tarzı zamanla coğrafyalar sınırını aşarak tüm dünyaya yayılacaktır. O dinden olmayan her kavim kendisini o dinin muhatapları arasında görecektir. Doğal olarak bir kavmin hayatına sonradan giren düşünceler o kavmin uzun yıllara dayalı kültürünü üzerinde sulta kurması kolay olmaz.

Şu örneğe dikkat edelim. İslam'da örtünme emri mevcuttur. Bu emir gereği tüm erkek ve kadınların örtmesi gereken uzuvları vardır. Burada özellikle kadının hangi ölçüler çerçevesinde örtünmesi gerektiği sorusu gündeme gelir.  Örtünme konusunda dikkat çekmeyen, bakışları kendi üzerine toplamayan bir örtü olmalıdır deniyor. Elbette bu şekildeki bir örtünme Arap toplumunda farklı İran ve Endonezya gibi ülkelerde ise daha farklı şekilde olabilir. Zira toplum içerisinde yer edinmiş ve kültüre dayalı bir giyinme hâkimiyeti söz konusudur. Önemli olan kadının örtünmüş olmasıdır. Kültür ve geleneklerden doğan giyim farlılıkları ikinci plandadır. Yani asıl olan örtünmedir. Burada farklı kültür yapıları örtünme de eser edebilir.


Ama şunu unutmamak gerekir, kültürün İslam üzerindeki etkisi temel inançlar alanında söz konusu değildir. Yani adalet, tevhit, nübüvvet vb. gibi değişim kabul etmeyen inançlarda kültürün egemenliği mevzu bahis bile olmaz. Örneğin; Dua ve münacat dini emirler arasındadır. Fakat bu emir tevhit ilkesi ile olunca şekil ve anlam kazanır. Yani insan Allah'ın kulu olduğu için isteğini dua yolu ile Allah'a iletir. Dua kul ile Allah arasındaki bağdır.


Bazıları hacetini İmam Hüseyin'den (a.s) ister. Ama bu talep noktasında İmam Hüseyin'e farkında olmadan bağımsızlık atfedenler vardır. Her ne kadar İmam Hüseyin (a.s) yüce bir insani makama sahip olsa da O hazretin kendisi de kuldur. Bu nedenle edilen dualar tevhit ilkesine ters düşmemeli.


Dikkat edilmediği takdirde İslam toplumunda var olan birçok alışkanlıklar ve gelenekler yavaş yavaş dini bir görünüm kazanır. Hatta zamanla mukaddes bir şekle bürünür. Böyle durumlarda dini görünüme bürünmüş geleneklerle mücadele çok çetin olur. Bu yanlış zamanla tüm toplumda hatta belki âlimler arasında bile kabul görebilir.


Münacat ise kulun mahbubuna yani aşığın maşukuna sarf ettiği söz ve nağmelerdir. Münacatta tevhit ilkesine esas değildir.


Soru:


İslam dininde kültür sınırı nereye kadardır?


Dr. Mukaddem:


Dinde değişim kabul etmeyen emirler ve haşiye niteliğindeki emirleri birbiriyle ayırmak gerekir. Zira haşiye kesin emir yerine ve kesin emir de haşiye yerine geçmemelidir. Örneğin tevhit ve adalet ilkesi her türlü değişime kapalı kesin emirlerdendir. Eğer bir dinin tevhit ve adalet inancının pratik uygulamasında çelişki varsa o din, din değildir. Burada asıl olan kıstasların tanınması ilkesidir. Her dinin özünde tek bir renk olan ilahi bir renk (vahiy) var olduğundan dini emriler hiçbir ırka, siyasi düşünceye ve kültürel yapıya ait renk taşımaz. Dinin özü hiçbir kültürel etki kabul etmez.


Soru:


Dinin hangi alanlarında kültürün etkisi olabilir?


Bu konudaki sizin ölçünüz nedir?


Dine sonradan eklenen kültürel inançları gerçek inançlardan nasıl ayırt edebiliriz?


Dr. Mukaddem:


İslam dininin aslı Usulü Din ilkesidir. Her fikir ve inanç bu usul ile tatbik edilmelidir. Usulü Din'in aslı ise tevhittir. Tevhit inancı her Müslümanda tahriflerden uzak olarak kendini korumalıdır. Örneğin, tevessül konusunda bizim anladığımız tevessül inancı tevhit ilkesiyle bağdaşıyor mu bağdaşmıyor mu?


Kuran-ı Kerim'e göre şefaat konusu sadece Allah'ın izin verdiği kişiler için geçerlidir. Ayetlerden anlaşılan bu özel izne sahip insanların istediklerinin ilahi dergâhta kabul olacağıdır. Zira bu kişiler Allah'ın iradesi doğrultusunda hareket ederler. Hatta bu kişiler bir şey yapmak istediklerinde yapacakları iş için gücü ve kudreti Allah'tan alırlar. Bu nedenle tevessül ve şefaat konusunda Allah'ın izin vermediği insanlar Allah'ın kudreti mukabilinde bir şey yapamaz.


Bu esas gereğince eğer insan özel izinli şahıslar dışında birine tevessül ediyorsa veya özel izinli olan kişiye tevessül ettiğinde bu işi direk olarak o kişiden bekliyor ise bu dini emirlere uygun bir tutum değildir.


Neden İslami öğretilerde hatta en küçük ibadette dahi şirk olursa kabul edilmez ilkesi savunulmaktadır, hiç düşündünüz mü?


Zira İslam dininde ibadetin ruhu tevhit inanıcına bağlıdır. En basitinden namazda okunan her hangi bir kelimeyi başkaları duysun ve beğensin diye biraz fazla uzatır veya olması gerekenden yüksek bir sesle okursanız namazın hakikatine ulaşamazsınız. Bu nedenle asılları ve haşiyeleri iyi tanımak gerekir. Dinin asılları kendi yerinde ve haşiyeleri ise kendi yerinde kullanılmalıdır.