.
.
İran
(I. Bölüm)
Hatemi dönemi İran İslam Cumhuriyeti, herkes tarafından yeni anlamlara açık hale gelmişti. Halen de noktası konul(a)mayan bu anlamların %80’lik ağır kısmının gerçeklerle bağdaşmayan fiyasko açıklamalar olduğu da ayan beyan ortada. Merdiven altı veya internet tarihçiliğinin yarattığı tahribatı sanırız sosyologlar ve tarihçiler henüz anlayamamış gibi. Savaşlar, kıyamlar ve kritik dönemlerin izlerini koruyan bu coğrafyanın, son zamanlarda çok sürprizler barındırdığı da bir gerçektir. Doğumunun 1500. yılında Peygamber’in (s) coğrafi toprakları apaçık dehşet bir bunalıma girmiş durumda. Mezhepçiliğin veya bölgesel siyasi otorite kıskançlığının Orta Çağ’dan bu yana sadece Müslüman topraklara miras kalması da bu derin bunalımların devam edeceğine işaret ediyor.
1905-1907 tarihinde kökleri atılan hatta daha öncesi Nâsırüddin Şah Kaçar’ın suikastına kadar götürülen İran'daki devrimci halk hareketi, 1979 yılında nihayete erdi. Fakat bu tarihten günümüze müthiş derecede siyasi ve kültürel çarpışmaların meydana geldiği de görülüyor. Tabi ki de vampir Batı'nın (kastedilen sömürgeci ve emperyalist yönü. Halklarına daima saygı duymak gerek) ve İslam coğrafyasındaki kuklaların kin kusarcasına bu devleti kıskanmaları boşuna değildi. Kendine özgü yapısı ve tarihsel süreklilik içindeki özgün dinamiği aşırı derecede göze batar hale geldi. Zengin maden ve kimyaya sahip olması da sömürgeci iştaha sebebiyet veriyordu. Bölge rakipleri ise kısa ve net bir şekilde “Eğer İran’dansa ABD ve İsrail’i yeğleriz” diyorlardı. Bunun en başında da ülkelerinin yönetim kadrosundan tüm idari birimlerine kadar Mossad ve CIA’nın elinde tutsak olan Arab Cemahiriyyeleri geliyordu.
Söz konusu burada İran’a övgüler veya aklama gibi bir niyetimiz olmadığını da belirtmekte fayda var. Bu akıl dışı kampanyaların nesnellikten uzak enformasyonlar olarak dolaşıma girmesi, ne bilim ahlakına ne de olayların sağlıklı işlenmesine uyan davranışlar olmadığı görülüyor.
Buyurun beraber bu ülkenin yaklaşık 150 yıllık bir geçmişine bakalım. Zamansal açıdan kafa karışıklığına sebep olmasın diye fazlaca geriye gitmeye gerek olmadığı için kronolojik ayrıntılar daha da açıklayıcı olacaktır. Bu metinlerde İran’ı övmek bir yana yer yer eleştirilerde dahi bulunduk. Çünkü insanın hatasız olmadığı bir evrende devletler veya yapıların hatasız veya günahsız olması ne derece sağlıklı bir görüş olabilir? Fakat bağnaz, mezhepçi ve “bilgi imanı” internet kotası kadar olan yüksek kara cahillere de hediye mahiyetinde bir yazı olduğunu düşünüyoruz. Ve esasen bu yazıyı bir nebze Müslüman coğrafyayı bilhassa İran ve bölge ülkelerini anlamayı; Facebook denen kopyala yapıştır çamur üniversitesinden mezun kişiler için de derledik. Coğrafya ülkelerini; bilhassa İran’ın haritadaki yerini sormaya kalkıştığınızda, ülkemizin üniversitelileri dahi %50’sinin bu soruda elendiği görülecektir. Nasıl oluyor da varlığı; “Oku!” ile başlayan bir dinin müntesipleri böyle bir cehalet kazığı yedi? Öyle ki düşüncesi ve benliği, aklın ve irfanın ruhundan soyutlanmış modern birey, devlet-iktidar mekanizmasıyla ve de itaat tahakkümü altında her türlü fenalığa uygun hale getirildi. Platonik mağaradan çıkışı sezdiği anda koşulsuz imhaya başvuran faktörün müsebbibini “tarih” olarak addetsek de, kimse bu denli büyük bir şeytanlık beklemiyordu kitlelerden. Şunu da unutmayalım ki bir taht için milyonları kurban eden devlet veya iktidar erkinin en büyük suç dostu, yine onun propagandist kitlesidir. Onun içindir ki İran’ı, Türkiye’yi ve bölgeyi anlamak kesinlikle ve de şartsız akademik okumaktan geçer. Propagandist ve tek yönlü okumaya hiçbir bilimsel ekol olumlu yönden bakmadığı gibi düşünce ve modern çağ diliminde bunu ısrarla sürdürmek son derece absürt bir yaklaşımdır.
Yazı uzun olduğu için okuyucu sıkmasın diye kaynakça ve dipnot oluşturamadık. Yazımız bilimsel dergi makalesi olmayıp bilgi izahatı ve açıklayıcı deneme türündendir. Girişte zikretmek istedik bunları. Başta merhum Üstat Hasan Onat’ın makalelerinden, ardından Mehdi Bamdad, Abdülvahid Niya, Abbas Amanat, Bakır Moin’in eserlerine başvurduk. Sonra Eric Hobsbawm ve James Petras; bunun ardından Abdülkadir Macit, Yılmaz Karadeniz ve Mehmet Akif Koç gibi hocaların yazılarından faydalandık. Ruhullah Humeyni’ye ait biyografilerden ve İslam Devrimi’ne ait çeşitli yazılar topladık. Öte yandan Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisinden de yararlandık. Ayrıca Ali Bulaç, Selahattin Eş Çakırgil gibi bölgeyi iyi bilen kişilerin eserleri yardımcı oldu. Son olarak da Ulusal Tez Merkezi ve de bilimsel makalelerden ve de nihayetinde sayın merhum üstat Michel Faoucalt’un İran’daki izlenimleri. Hepsine yüksek hürmetler ve saygıyla...
Nâsırüddin Şah Kaçar, 1890'da İngiliz GF Talbot ve onun adıyla kurulan şirkete 50 yıllık tütün imtiyazı verir. 1870'lerde ülkeye göz koymaya başlayan İngiltere ve Çarlık Rusya hegemonyasının iktisadi sömürüsüne dayanamayan ulemanın canı fena halde sıkılmaya başladı. Tütün imtiyazını öğrenen ulemadan Ayetullah Mirza Şirazi ve Ayetullah Hasan Aştiyani bir yıl sonra Şah’a ve İngiliz şirketlerine karşı açıktan muhalefet ve halk hareketi planlayıp 1891'de tütüne haram fetvası verirler. Bu da halk içinde büyük bir infiale sebep olur. O derece ki Şah, sarayda içecek tütün ve nargile bulamaz. Hatta kadınlar haremi bile saraydaki bütün nargile şişelerini Şah’ın kapısının önünde kırarlar. En nihayetinde Şah, verdiği imtiyazı İngilizlerden tazminat karşılığında derhal geri alır. Tarihçilere göre ulemanın bu hareketi, hem Batı'ya hem de İran krallık sultasına karşı ilk büyük sivil devrimci eylemdi. Buna ek bir not düşmek gerekirse: Türkiye dâhil halkı Müslüman devletlerin hangi uleması halk yerine kendi iktidar ve emperyalizmine haram fetvasını açıktan muhalefet ederek verebilir? İsrail boykotlarında kimse açıktan devlet idaresini hedef alamamıştı; onun yerine yine en kolay politika halka sataşmak oldu. Acaba boykot çağrıları yapanlar boykotun işe yaramadığını bu ince detayda bulabilir mi?
Dilerseniz bundan sonrasını 7 Ekim Tufanı, 12 Gün Savaşları ve Tel Aviv'e düşen İslam Cumhuriyeti’nin son füzesine kadar hızlıca kronolojik sıralamaya koyalım. Tabi yanında da dünyadaki diğer gelişmeler de takdirinize sunulacaktır.
Sergüzeşt
Nâsırüddin Şah Kaçar, 1896 yılında bir türbe ziyaretinde, Şah’a en büyük muhalif Cemâleddin Efganî’nin müridi olan Mirza Rıza Kirmanî tarafından suikastla öldürüldü. Yerine meşrutiyeti ilan edecek olan Muzafferüddin Şah Kaçar geçer.
1905-1907 yıllarına kadar süren meşrutiyet hareketleri başladı.
Öldürülen Nâsırüddin Şah Kaçar’ın yerine geçen oğlu Muzafferüddin Şah Kaçar, meşrutiyeti ilan etti (1906). Osmanlı ise 1876 senesinde II. Abdülhamid’in tahta geçmesiyle derhal aynı sene meşrutiyeti ilan edip meclisi açtı.
Bir yıl sonra İngiltere ve Rus Çarlığı, anlaşmayla İran’ı aralarında bölüştüler (1907).
Daha sonra Rus Çarlığı’nın komutanı Vladimir Platonoviç Layihov (bu şahıs 1916’da Trabzon’u ele geçirecek) Sipahsâlâr Camii ve Baharistan Meşrutiyet Meclisi’ni bombaladı (1908). Bu olay bizzat Muzaferüddin’in ölümünden (1907) sonra yerine geçen oğul Muhammed Ali Şah Kaçar’ın isteğiyle gerçekleşmişti. Ve bu olaydan sonra Layihov, Tahran’a vali olarak atandı.
Ardından Yeprim Han Tahran’a girdi. Daha sonra Settâr Han ve Bağır Han Ruslara ve İngilizlere karşı direnmek için Tebriz’i kuşattılar. Settâr Han bu iç bunalımda Tahran kuşatmasında sakat kalıp yenilgiyle ayrıldı. Ölene kadar (1914) sakat kaldı. Meşrutiyet karşıtı Muhammed Ali Şah’ı tahttan indiren Yeprim Han ve darbeci idaresi, ardından meşrutiyetin batılılaşmaya ve otoritelerin eline geçme endişesi ile ulema olarak meşrutiyetçilere karşı en yüksek dini ses olan Ağa Fazlullah Nuri’yi idam etti (1911). İşin ilginci hem Settâr Han hem Yeprem Han ve hem de Şeyh Fazlullah Nuri bugün İran toplumu tarafından kahraman olarak anılıyor.
Tüm bunlar olurken Osmanlı Devleti II. Meşrutiyet’i ilan etmiş. Ardından da 31 Mart Vakası ile Padişah indirilerek idare, bir gurup oligarkın eline geçecekti. Üzerine Bâb-ı Âli baskınıyla darbe yapılıp mevcut hükümetin tasfiyesi gerçekleşmişti. Ayrıca Balkan savaşları tüm hızıyla devam ediyordu. Birazdan Osmanlı, Birinci Cihan Harbi’ne katılacak ve ardından tarihe karışacaktı (1914).
İran’ın, Birinci Cihan Harbi'nde tekrardan İngilizlerin eline geçmesi hem ekonomiyi hem de toplumu tamamen felç etti (1916). Aynı zamanda Rusya Çarlığı da işgale ortak edildi.
İşte tam bu sırada Ağa Mirza Küçük Han Cengeli (Cengeli: Ormanın Devrimci Savaşçıları), Muhammed Hıyaban ve Muhammed Cevad Banokder (Salarhan) kıyamı başladı (1916-1920).
Rusya’da devrim gerçekleşti. 1917 October veya Ekim Devrimi’ni Lenin ve partizanları gerçekleştirdi. Çarlık devleti yıkıldı. Devrik Çarlık Hanedanlığı en küçük çocuğuna kadar kurşuna dizildi. 1918’in Mart ayında fiilen Birinci Cihan Harbi’nden çekildiler.
Bu sırada Osmanlı Hanedanlığı siyasi olarak sona erdi (1918). Padişah ve saray, sembolik olarak kaldı. 1922’de ise tamamen son buldu.
Birleşmiş Milletler’in ilk oluşumu Cemiyet-i Akvam kuruldu (1920).
Fars topraklarında Rıza Han, 1921’in Şubat ayında kansız denilebilecek bir darbe gerçekleştirdi. Ardından Kaçar Şahı Ahmed ve ailesi 1923’te sürgüne gönderildi. 2 sene sonra yani 15 Aralık 1925 yılında göstermelik bir meclis oturumuyla Kaçar Şahı Ahmed (artık sembolikti) tahttan indirildi ve Kaçar Hanedanlığı’nın feshi ilan edildi. Aynı gün Rıza Han mecliste yemin etti ve de Pehlevilerin 1979 yılına kadar sürecek büyük despot sultası başladı. Kral soyundan gelmeyen basit bir asker nasıl olduysa kendini bir anda kral ilan etti. Aynı olaylar ve tarihsel dönemler neredeyse Türkiye’de de cereyan etmişti. Ve bir “Şubat” ayında sultasını ilan eden bu despot aile, tarihin cilvesine bakın ki yine bir “Şubat” ayında yıkılacaktı.
Türkiye’de Cumhuriyet ilan edilmiş ve birden akıl almaz bir batılılaşma furyası başlamıştı (1923).
Doğu’da geleneksel tabana ve düzene karşı Türkiye, Suriye, Mısır ve Irak tarafından başlatılan büyük batılılaşma hareketine İran da katıldı. O yıllarda Müslüman ülkelerin liderleri, yenilikçi batılılaşma akımı adına adeta halkın canına okuyorlardı.
Yüksek batılılaşmanın en hızlı yıllarında Mısır’da bir öğretmen olan Hasan el-Benna, Cem’iyyet’ül-İhvan’il-Müslimin hareketini kurdu.
Şah Rıza Pehlevi dönemi İran idaresi, dindar halka karşı keskin uygulamalar başlattı. 1934 senesi Türkiye ziyaretinde Atatürk ile görüşen Şah Rıza Pehlevi, İran’a Kemalizm’i çok hızlı bir şekilde ihraç etti. Kılık kıyafet kanunundan mollaların evlerinin gözetilmesi; hatta kadınların çarşafla dışarı çıkma yasağına kadar bu kurallar despot bir şekilde inatla ve de acımasızca devem etti.
İkinci Cihan Harbi öncesi ve savaş yıllarında ülke açlığın ve sefaletin en zirve halini yaşıyordu.
İkinci Dünya Savaşı başladı ve Şah Rıza Pehlevi tarafsız kalmayı tercih etti. Fakat Hitler’in ateşli şekilde Aryan ırkını övmesi ve tarihsel birkaç propagandadan sonra İran basınında Hitler’e akıl almaz övgüler dizildi. Hatta ilginçtir ki faşist Hitler, İran basınında Yahudileri ve Komünistleri ortadan kaldıracak olan On İkinci Şii İmam’ın temsilcisi olarak servis ediliyordu. Fakat bu siyasi tarafgirlik ve de Almanlara verilen ticari ekonomik imtiyazlar, İngiltere ve Sovyetlerin gözünden kaçmayan bir durumdu. Şah’ın politik anlayıştan yoksun tavırları kendisini keskin bir şekilde tahtından etti. İran 1941'de, İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında işgal edilip taksim edildi.
Devrik Rıza, koltuğu Batı'nın büyük jandarması oğul Muhammed Rıza Şah'a devretti ve kendisi ilkin dünyadan mahrum Mauritius’a sürgüne, ardından Johannesburg’a gönderilerek orada ölüme terk edildi. 1944'te Johannesburg'da öldü.
Oğul Muhammed Rıza Pehlevi geldiği andan itibaren batılılaşma akımı freni patlamış gibi İran’a girdi. Saray ve ahalisi halkın parasını hayvan gibi tüketiyordu. Kız kardeş Eşref ve diğer damatlar kısa zamanda emlak krallığına yükselecekti. Bu durum Sosyalist Musaddık ve İslamcıların siyasi lideri Kâşânî’yi deyim yerindeyse küplere bindirmişti. Saray karşıtlarının gözleri adeta kan kusuyordu.
Ve halk infiale başladı. Nevvab Safevî adındaki genç molla İran'da, İslamî devrimin ilk eylemsel hareketini başlattı (1945).
Başbakanlar ve Şah yandaşları birbiri ardınca infaza ve suikasta uğruyorlardı (Abdülhüseyin Hajir, Ali Rezmara, Ahmed Kesrevî ve Hüseyin Âlâ).
İkinci Cihan Harbi bitti. İngiltere, dünyanın jandarma vazifesini ABD’ye kaptırdı. Bu tarihten itibaren Sovyetler Birliği-ABD çekişmesi başladı. Tabi hem Türkiye hem de İran, Sovyet korkusundan ABD’nin müttefiki oldular. Halen de bazı ülkeler Rusya korkusundan NATO’da kalmayı tercih ediyorlar. Rusya korkusuyla yaşayan ülkeler bu zaman dilimine kadar yüzlerce Rusya’ya eş değer NATO tokadı yediği görülüyor.
1948 senesinde sadece Asya değil bütün dünyanın musallat kanser şeytanı terör rejimi Müslüman dünyanın tam ortasında kuruldu.
1918 yılında Yemen’in bağımsızlığını ilan eden Seyyid İmam Yahya Hamideddin bir suikastla şehit edildi (1948).
İran’da İslami fraksiyonlardan ki en ünlüsü Nevvab Safevî’nin İslam Fedaileri idi; 5 binden fazla üyesi, İsrail’e karşı Filistin saflarında savaşa girmek için sınırlara doğru yürüdü. Fakat Şah bu taarruza izin vermedi. Şu bilgiyi vermeden geçmek istemiyoruz: İsrail diye bir terörizmin kurulmasına Sovyetler Birliği’nin öncülük etmesi tesadüf değildi. Dünya savaşında Hitler’in yanında duran Hacı Emin el-Hüseynî yönetimindeki Filistin idaresi yaptığı hatanın çok geç farkına vardı. Hitler’in, İngiltere ve Sovyetler Birliği’ne karşı savaşma karşılığında ve bu ikisinin işgali altındaki devlet ve halklara bağımsızlık teklifi bir yerde haklılık payı vermişti. Fakat işler ne Hitler’in istediği minvalde ne de Sovyet blokunun beklediği düzeyde gerçekleşmedi. Kuzey Afrika ve Avrupa yoluyla Filistin’deki sol Marjinal Yahudi çetelere ki bunlar Almanlara karşı savaşmışlardı; silah ve finans sağlayan Sovyetler Birliği, İsrail denen şeyin kendisine bela olacağını tahmin edemedi. Hızlı bir manevrayla İsrail’i kuran sol cephe tasfiye edildi ve İsrail-İngiltere-ABD ittifakı kuruldu. Ve bugün tuhaf olan işe bakın ki şu anda İsrail vampiri, Azerbaycan’a hâkim olmakla beraber Kazakistan ve Ukrayna’da istihbarat idaresi kuruyor. Hem de tam Rusya’nın gözü önünde.
Ülkede petrolün millileştirilmesi protestoları meydana geldi (1945-1951). O yıllarda Sovyetler Birliği daha doğrusu Stalin, İran’dan petrol imtiyazı almak için Güney Kürdistan’da Qazi Muhammed’in Mahabad Kürd Cumhuriyeti’ni ve Kuzey’de ise Azerbaycan’da Cafer Pişaverî’nin kurduğu Sosyalist Cumhuriyeti destekleyerek İran’ın beş eyaletini işgal eder. Tabi nihayette bu devletlerin ömrü de 2 seneyi geçmeden son buldu. Sovyet desteği çekildikten kısa bir zaman sonra Şah ordusu Mahabad’a girdi. Mahabad Kürd Cumhuriyeti 1 sene dahi sürmedi.
Muhammed Musaddık, İslamcıların da desteğini alarak petrolün millileştirilmesi yasasını meclisten geçirdi (1951). En büyük destek de İslamî akımın temsilcisi Ayetullah Kâşânî’den geldi.
Ardından Muhammed Musaddık, Başbakan oldu (1951). Time dergisi tarafından 1952’de yılın adamı olarak seçildi. Şah, başarısız bir darbe girişiminde bulundu ve ardından ülkeden kaçtı (1953). Ülkede ayağı sakat devrim olsa da kısa süreli istibdat dönemi başladı. Musaddık, meclisi kapattı ve muhaliflere Şah benzeri baskılar yaptı (1953). Beklenmedik bir hata yapmıştı.
Musaddık’ın devrim havası kısa sürdü. Aynı sene dünyanın sömürgeci jandarması olaya müdahale etti. ABD ve İngiltere, Ajax Operasyonuyla, CIA ve Şah’a bağlı General Zahidî kumandasında İran ordusu, Sosyalist Muhammed Musaddık'a darbe yaptılar (Ağustos 1953). İdamı istense de ev hapsine mahkûm edildi. En sonunda 1969 yılında vefat etti.
Mısır’da Kral Faruk devrildi. General Muhammed Necib, Mısır Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı oldu (1953).
1955 yılında tamamıyla Amerika mandasına giren İran, bu defa diğer jandarma ülkelerle ve de İngiltere’nin de içinde bulunduğu CENTO’yu imzaladı. Deyim yerindeyse küçük NATO.
İslam Fedaileri kurucusu Sayın Nevvab Safevî kurşuna dizilerek şehit edildi (1956).
ABD ve küçük evladı Siyonist terörist şeytan çete tarafından 1957’de SAVAK teşkilatı kuruldu. Pehlevî idaresinin bu örgütü, özellikle devrimci öğrencilere yaptığı kasaplıkla dünyada nam yaptı.
Irak’ta Abdülkerim Kasım darbesi gerçekleşti (1958).
27 Mayıs 1960 yılında Türkiye’de askerî darbe gerçekleşti. Başbakan Adnan Menderes ve 2 bakan idam edildiler.
İslamî akımın en yüksek siyasi sesi Ayetullah Kâşânî vefat etti (1962).
1963 senesinde AK Devrim yürürlüğe girdi. Ülke baştanbaşa reforma girdi. Toprak reformu ile ters köşe olan köylüler ellerindekini de tefeci elit baronlara kaptırdı. Türkiye’de de sık sık denemesi yapılan toprak reformu politikası, 1960’lardan günümüze kırsalın ölümüyle; Metropol elitizminin yükselmesiyle kabristana dönüştü. Ölenler arasında eğitim, gelenek ve idealist toplum da vardı. Öte yandan 2000 sonrası Türkiye için “hiçbir şekilde analize gerek yok” denilse yeridir.
Cezayir’de devrim gerçekleşti. Yaklaşık 130 sene Fransa işgalinde kalan Cezayir, 1954’te başlattığı bağımsızlık savaşını 1962 yılında kazandı. İran’dan filozof Ali Şeriatî bu devrime destek için bizzat onlarla işbirliği yaparak aktif olarak katılım sağladı. Paris’te gizli bildirilere bile katılan Dr. Ali Şeriatî, İran’a dönüşte tutuklanır ve Kızıl Kale zindanında hapsedilir.
İran’da 15 Hordad olayları meydana geldi (1963). Bu İran tarihine adeta kanla yazılmış destansı bir olaydır. Beş yüze yakın insan Şah’ın kuklaları tarafından katledildi. Olayın özeti şöyleydi:
İmam Humeynî başta olmak üzere Kum uleması ülkede büyük protestolara başladı. Bu protestoların en yüksek demlerinde bir gece Ayetullah İmam Humeynî tutuklanır. Olay duyulur duyulmaz halk sokağa dökülür. Ayrıca Şah’a bağlı istihbarat elemanları ve askerler Kum kentine de baskın yapıp öğrencileri çatılardan atacaklardı. Birçok kişi ilk olaylarda öldürüldü. Ruhullah Humeynî adı bir anda meydanlara çıktı. 15 Hordad olayı bu şekilde başladı. Humeynî, daha önce kimsenin aklına gelmeyen şekilde en yüksekten muhalefete girişti. Ruhullah Humeynî, ne Kâşânî gibi meclis muhalefeti ne Nevvab Safevî gibi sokak gerillası ve ne de Musaddık gibi Başbakanlık; direkt olarak ulemanın bütün temposunu halkın eğitimi ve sosyal ilişkileri üzerine yoğunlaşması gerektiğini düşünüyordu. Ayrıca Humeynî, Şah’a kurumsal veya meclisten değil, direkt olarak halk kitleleri nezdinde savaş açmıştı. Sokaklara ve mahallelere sahip bir İslamî akım istiyordu.
Ertesi yıl Ayetullah Humeynî ilkin Türkiye’ye ardından Irak’a sürgüne gönderildi (1965). Daha sonra ise devrimi nihayete erdirdiği Paris’e sürgün edilir.
1967 yılında Altı Gün Savaşları sebebiyle Ruhullah Humeynî, bir fetva yayınlayarak İsrail ile bütün ticari ilişkilerin kesilmesi gerektiğini içeren bir fetva yayımladı. Fetva sonrası evi yağmalandı ve oğlu Ahmed Humeynî tutuklandı.
1968 yılında ilkin Almanya ardından Paris ve Türkiye’de patlak veren öğrenci hareketleri 68 kuşağı denen alevi meydana getirdi. Küba’da Che, Vietnam’da Ho Amca, Arnavutluk’ta Enver Hoca, İran’da Doktor Şeriatî ve devrimi yapacak Ruhullah Humeynî, Türkiye’de Erbakan ve sol akımdan Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Cezayir’de Abbas, Le Pointe, Bin Bella, Badis ve Fanon, Fransa’da Sartre gibi aydınlar, Filistin’de Arafat, Japonya’da JRA, İrlanda’da IRA, Hindistan’da Ghandi, son olarak da Latin Amerika’da meydana gelen sivri hareketlenmelerde; sol veya İslamî akımdan isimler, dünyada büyük bir yankı yaparak yeni bir devir başlattılar (şahsım adına önlerinde eğiliyor ve selamlıyorum).
Libya’da darbe oldu. Albay Muammer Kaddafî, o sıralarda yurt dışında olan Kral İdris’i devirdi. Ve linç edilerek öldürüldüğü 2011 yılına kadar hükümranlık sürdü (1969).
İran’da peş peşe örgütler 1970’lerin başında kurulmaya başlandı.
Bu yıllarda İran’da halk, özellikle kırsal kesim; adeta kırılmanın eşiğine geldi. Buna rağmen saray ahalisi özellikle Şah’ın kız kardeşleri ve damatları akıl almaz paralar ve soygunlar gerçekleştiriyordu.
1973’te Enver Sedat’ın Mısır’ı ve Baba Esad’ın Suriye ordusu, koordineli bir şekilde İsrail’e karşı Yom Kippur Savaşı’nı başlattılar. Arap ülkelerinin tamamı ve Sovyetlerin desteği kendilerinin yanındaydı.
ABD tartışmasız İsrail’in safında durdu. Nixon, büyük bir lojistik sağladı. Tam bu sırada belki de Rıza Şah’ın hayatı boyunca yaptığı en karizmatik hareket, ABD ve Batılı ülkelere Opec bünyesinde petrol ambargosu hareketi oldu. Ve bu şekilde meşhur 1973 petrol krizi baş gösterdi. Türkiye dahi Asya ülkeleri müthiş bir gaz ve benzin kıtlığı yaşadı.
Türkiye’de “Kıbrıs Barış Harekâtı” gerçekleşti. ABD derhal ambargo uyguladı. Fakat Türkiye’deki koalisyon hükümeti geri adım atmayarak İncirlik harici bütün emperyalist üslere el koydu (1974).
1975 yılında Şah, ülkeyi tek parti sistemi ile yönetmeye başladı. Diriliş Partisi anlamına gelen “Hizb-i Rastahiz” kuruldu. Tamamıyla Şah’ın yandaşları tarafından kurulan bu şebekenin başlıca görevi muhalif sesleri susturmaktı.
Ve sol guruplar şehirlerde silahlı gerilla savaşı başlattılar (1975). Diğer ülkelerdeki devrimci gelişmelerden ziyade İran’da, sol ve İslamî akımlar, Foucault’un deyimiyle “harika bir şekilde birleşen müşterek irade” vücuda getirdi. Hatta genel görüşe göre sol, hiçbir zaman dini mobilizasyonla aynı safa gelemeyeceği kanısı hâkim durumda. Bu kanıya sahip kişilerin akademik ve kıta dışı okumalarının çok cılız kaldığı görülüyor. İran’daki sol, mitinglerinde ayetlerle ve Hz. Hüseyin’e marş okuyarak açılış yapardı. Hatta bu sekanslar devrimden sonra İslamî akımla ayrıldıktan sonra da devam etti.
1976 ve 1977 yıllarında Tahran’da devrimi gerçekleştirecek ilk gösteriler patlak verdi.
Ali Şeriatî, Londra’da kaldığı evde şüpheli bir şekilde şehit edildi (1977). Devrimin teoride fikir önderlerindendi. Fikirleri İran’dan Türkiye’ye, Cezayir’den Avrupa’ya kadar her yere yayıldı. Eserleri halen kapış kapış satılıyor. Ve bizzat bu yazıları derleyen kişinin fikir babasıdır.
Aynı yıl İmam Humeynî’nin büyük oğlu Mustafa, Doktor Şeriatî’ye benzer bir şekilde Necef’te şehit edildi (1977).
1978 senesinde Ayetullah Humeynî, durmaksızın İran halkını radyo frekanslarıyla ve İran’a gönderdiği bildirilerle ayağa kaldırıyor; her evde hatta ilkokullarda bile Humeynî sesi yankılanıyordu.
19 Ağustos 1978 tarihinde Abadan kentindeki Rex Sineması eyleminde 400’den fazla insan yanarak katledildi. Olayın faili olarak hem SAVAK hem İslamcılar hem de solcu guruplar gösterildi. Bu olay toplum nezdinde ciddi bir yara açmıştı. Devrimci gurupların kara lekesi olarak tarihe geçecekti. Şah dönemi İran Sineması, müthiş derecede müstehcen ve batılı bir akıma sahipti. Aslında sinemanın kendisinde sorun yoktu. Sanat; ideoloji ve siyasi havanın atmosferine kurban gitmişti.
17 Eylül 1978 senesinde Müslümanların özellikle Filistin’e karşı tarihe büyük bir alçaklık olarak geçecek olan Camp David Antlaşması imzalandı. Antlaşma Mısır’ın, İsrail’i Asya’da baki kılmak ve ABD’yi jandarma olarak Müslüman coğrafyaya sokma girişimi olarak adlandırıldı. Bu hareket bugünkü Abraham Anlaşmaları denen alçak ucube masanın temeliydi.
1978 yılının Eylül ayında 15 Hordad katliamını unutturacak bir olay meydana geldi. “Kara Cuma” olayı olarak bilinen Ramazan Bayramı’nın Cuma günü başta Tahran olmak üzere birçok kentte protestolar başladı. Daha öncesinde sıkıyönetim ilan eden Şah, Cuma namazında yüzbinlerce insanı görünce adeta aklını kaçırdı. Üst idare tarafından Tahran’ın Jale Meydanı’nda askerlere doğrudan insan bedenlerini hedef alma talimatı verildi. O dönemleri kayda alan filozof tarihçi sayın merhum Michel Faucoult, öldürülen insanların sayısının binden fazla olduğunu söyledi. Yabancı kaynaklar ise bu sayının 4 binden fazla olduğunu yazdı. Yerel kaynaklar ise ölü sayısını 64 olarak verdi. Artık binlerce genç sokaklarda alenen “Şah’a ölüm!” diye bağırıyordu.
Devrim bir anda patlak verdi. Tebriz ve Tahran’da patlama ve silah sesleri eksik olmuyordu. Her şehirde kıyam başladı. Çarşı ve ticaret tamamen durdu. Şah aynı sene General Ezheri’nin askeri hükümetini görevden aldı yerine soru işaretleri arasında Milli Cephe’den Şahpur Bahtiyar hükümetini atadı.
Olaylar çığırından çıkmıştı. Tahran meydanları dünyanın her yerine ulaşıyor. Bütün gözler oradaydı. Ve bir 16 Ocak sabahı Şah, İran'dan kaçtı. O ve eşi Ferah Diba’nın uçağa binip kaçtığı görüntüler halen internet sayfalarında dolaşımda. Ne kadar parayla ayrıldığı halen de bilinmiyor (1979).
Milyonlarca insan Ayetullah İmam Humeyni’yi, 1 Şubat 1979 günü Uluslararası Tahran Mehrabad Havaalanında karşıladı.
Ordu, 10 gün geçmeden tarafsızlığını ilan etti. Şahpur Bahtiyar ve kabinesi düştü. Mehdi Bazergân geçici hükümetin Başbakanı oldu.
11 Şubat günü devrimci halk, ülkeyi ele geçirdi ve İslam Devrim’i nihayete erdi. Tarihler 1 Nisan 1979'u gösterdiğinde İran İslam Cumhuriyeti ilan edildi (Referandum).
I. Bölümün Sonu