يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن جَاءكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا أَن تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ ۞

وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللّٰه لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِّنَ الأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَكِنَّ اللّٰهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ أُوْلَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ ۞

فَضْلاً مِّنَ اللّٰه وَنِعْمَةً وَاللّٰهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ ۞

Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun aslını araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız ve yaptığınıza pişman olursunuz.

Ve bilin ki, Allah’ın elçisi içinizdedir. Eğer o, birçok işte size uysaydı, muhakkak sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsledi ve inkârı, fıskı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolda olanlardır.

(Bu sizin için) Allah’tan bir lütuf ve nimettir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Nüzul Sebebi

Konumuz olan yukarıdaki birinci ayet hakkında, iki nüzul sebebi tefsir kitaplarında nakledilmiştir. Bunlardan “Tabersi” ve “Mecmeu’l-Beyan” gibi bir kısımları, her ikisini de açıklamışlar ve “Kurtubi”, ”Nuru’s-Sakaleyn” ve “Fi Zilali’l-Kur’ân” gibi bir diğer kısmı da sadece bir nüzul sebebiyle yetinmişlerdir.

Birinci ve genel olarak bütün müfessirlerin yazdığı nüzul sebebi şöyledir: “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse…” ayeti, Peygamber’in Mustalik oğulları kabilesinden zekât toplaması için gönderdiği Velid b. Akabe hakkında nazil olduğu nakledilmiştir. Şöyle ki; Kabile halkı peygamberin elçisinin geldiği haberini aldıklarında sevinerek onu karşılamaya gittiler. Ancak cahiliye döneminde onlarla Velid arasında şiddetli düşmanlık olduğundan dolayı Velid, onların kendisini öldürmek amacıyla geldiğini zannetti.

Bu zannı üzerinde hiçbir araştırma yapmadan Peygamber’in huzuruna geri dönerek şöyle arz etti: “Onlar zekâtı ödemekten kaçındılar!” (Ve biliyoruz ki zekâtı ödemekten kaçınmak İslam devletinin aleyhine bir çeşit ayaklanma olarak algılandığından dolayı onların mürtet olduğunu iddia etti!)

Peygamber (s.a.a) çok sinirlenip onlarla savaşma kararı aldı. Bu sırada ayet nazil olarak Müslümanlara her ne zaman bir fasık haber getirirse onun hakkında araştırma yapmaları emrini verdi.[1]

Diğer taraftan bazılarına göre buna ilaveten Velid”in Mustalikoğulları hakkındaki mürtet olayından sonra Peygamber (s.a.a) Halid b. Velid. b. Muğayre’ye; Mustalikoğulları” kabilesine gitmesini ve aceleci davranmamasını emretti.

Halid akşamleyin kabileye ulaştı ve kendi adamlarını araştırmada bulunup haber toplamak için gönderdi. Onlar Mustalakoğularının tamamen İslam’a vefakâr olduklarını ve onların ezan ve namaz seslerini bizzat kendi kulaklarıyla duyduklarını söylediler. Halid sabahleyin bizzat kendisi onların yanına geldi ve adamlarının söylediklerinin doğruluğunu kendisi de gördü. Geri dönerek Peygamber’in huzuruna vardı ve olayı ona arz etti. Bu esnada yukarıdaki ayet nazil oldu ve bunun ardından Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Araştırma ve sabır Allah’tan ve acelecilik de şeytandandır!”[2]

Sadece bazı müfessirlerin değindiği bir diğer nüzul sebebi ise şöyledir: Bu ayet-i kerime Peygamber (s.a.a) eşlerinden olan (İbrahim’in annesi) Mariye hakkında nazil olmuştur. Çünkü Peygamber’e onun hakkında şöyle dediler: “Amcasının oğlu ara sıra onun yanına gelip-gitmektedir (uygunsuz irtibatları vardır). Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’yi (a.s) çağırdı ve şöyle buyurdu: Kardeşim! Bu kılıcı al ve eğer onu Mariye’nin yanında bulursan öldür!”

Emirülmüminin arz etti: “Ya Resulullah! Ben “kızgın sikke”[3] gibi mi emrinizi yerine getireyim, yoksa hazır bulunan bir şeyleri görür, ancak hazır bulunmayan ondan habersizdir gibi mi? (Daha fazla araştırmada bulunarak mı görevimi yerine getireyim?)

Peygamber (s.a.a): Hayır! Hazır bulunan bir şeyleri görür ancak hazır bulunmayan ondan habersiz kimse gibi işini yap! Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Kılıcı belime bağladım ve onun yanına geldim ve baktım Mariye’nin yanında, kılıcımı çektim ve o kaçarak bir hurma ağacının üstüne tırmandı ve daha sonra kendisini yukarıdan aşağı attı. Bu esnada gömleği yukarı gitti ve aslında erkeklik aletine bile sahip olmadığı ortaya çıktı. Peygamber’in (s.a.a) huzuruna vardım olayı açıkladım. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah’a şükürler olsun ki kötülüğü, kirliliği ve ithamları bizden uzak tuttu.”[4]

Tefsir

Geçmiş ayetlerde Müslümanların Peygamber’e karşı sorumluluklarından söz edilmiş ve iki önemli emir gelmişti; Birincisi, Allah ve Peygamber’den öne geçmemek ve diğeri, onun huzurunda konuşur ve seslenirken edebe riayet etmekti.

Konumuz olan bu ayetlerde ümmetin bu yüce önder karşısındaki sorumluluklarının devamında, Peygamber’e bir haber getirmeden önce onun üzerinde araştırma yapmanın gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Eğer fasık bir kimse bir şeyden haber getirdiyse, onu araştırmadan kabul etmeyin ve Peygamber’i onu kabul etmesi için zorlamayın.

İlk önce şöyle buyrulmaktadır:

“Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun aslını araştırın…”

Daha sonra onun sebebine değinerek şöyle devam etmektedir:

“…Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız ve yaptığınıza pişman olursunuz.”

Öyle ki, eğer Peygamber (s.a.a) Velid b. Akabe’nin söylediğine amel ederek Mustalikoğulları kabilesi ile dinden çıkmış bir kavim olarak savaşsaydı acı bir facia ve musibet dolu bir olay meydana gelecekti.

Bir sonraki ayetin içeriğinden anlaşılacağı üzere bir grup ısrarla bu savaşın olmasını istiyorlardı. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Bu iş size yakışan bir şey değildir. Bu cehaletin ta kendisidir ve sonunda nedamet ve pişmanlık vardır.”

“Usul ilmi” âlimlerinden bir grubu “bir kişinin getirdiği haberin” fıkıh açısından delil sayılabileceği konusunda bu ayeti kanıt olarak getirmişledir. Çünkü ayette şöyle buyrulmaktadır: “Fasık” birinin haberini araştırmak gerekir. Diğer taraftan bunun diğer bir anlamı şudur ki, adil birisinin getirdiği haber araştırılmadan kabul edilebilir.

Fakat bu delile birçok eleştiriler olmuştur. Bunlardan ikisi en önemlilerindendir. Geri kalan delillerin çok da ehemmiyetle üzerinde durulmasına gerek yoktur.

Öncelikle; yukarıdaki delilin kanıtı “vasıf mefhumunun kanıt” olduğu varsayımı ve kabulüne dayalıdır. Ancak meşhur görüş şudur ki, vasfın mefhumu kanıt değildir.[5]

Diğer taraftan, ayetin sonunda zikredilen sebep öylesine geniştir ki, “adil” ve “fasık” haberinin her ikisini de kapsamaktadır. Çünkü yakin derecesinde olmayan zanlı habere amel etmek, her ne olursa olsun, pişmanlık ve nedameti beraberinde getirmektedir.

Fakat buradaki her iki ihtimalin çözülmesi mümkündür; çünkü mefhumun vasfı ve her bir diğer kayıt, maksadın beyanı gibi bir konunun kayıtlarında, ihraz makamında olup kanıt sayılmaktadır. Yukarıdaki ayette bu kayıt (fasık kaydı)nın zikredilmesi, örfün nazarında olduğu üzere adil kimsenin haberinin kanıtı dışında hiçbir önemsenecek faydası yoktur.

Ancak ayetin sonunda sebep olarak zikredilen yerlerde, görünüşe göre şu ki; her türlü “Zanlı” kanıtları kapsamamaktadır. Bilakis öyle yerlerde geçerlidir ki, orada o iş, cahilane veya ahmakçadır. Çünkü ayette söz konusu edilen “cehalet” sözcüğü üzerinde yoğunlaşmaktadır ve bilindiği üzere bütün dünyadaki akıl sahiplerinin yaşantılarındaki günlük meselelerinde bunun üzerinde durulmakta olan zanlı kanıtlardır. (Kelimelerin zahiri anlamı, şahidin sözü, uzman kişinin sözü, güç sahibi kimse ve buna benzer olaylar buna benzemektedir.)

Bunlardan hiçbirinin cahilane ve ahmakça olmadığı açıkça ortadadır. Eğer bazen gerçeklerle bağdaşmadığı bile olsa pişmanlık o konuda söz konusu değildir. Çünkü herkesin gittiği umumi bir yoldur.

Her halükarda, bizim inancımıza göre bu ayet, muhkem ayetlerden olup, “haber-i vahidin kanıtı” hatta “mevzular” konusunda bile geçerlidir. Bu hususta çok uzun uzadıya konular gündem edilmektedir ki, burada onları açıklamak mümkün değildir.

Buna ilaveten güvenilir haberlere itimat konusu, beşeriyet tarihinin esaslarındandır. Öyle ki, eğer adil kimse ve güvenilir kimsenin haberinin kanıtı toplumdan kaldırılacak olursa, tarihi birçok ilmi miraslar, insanlık tarihi hakkındaki birçok bilgiler, hatta günümüz toplumunda birçok şeyle karşı karşıya kaldığımız durumların hepsi tamamen ortadan kalkıp gider. Sadece insanlar geri kalmakla kalmaz, bilakis hayatın çalışan bütün dişlileri de kendiliğinden duracaktır.

İşte bu yüzden bütün akıl sahipleri onun kanıtlığında birleşmişlerdir ve mukaddes şeriat da onu “söz” ve “amel” yönünden kabul etmiştir.

Ancak “güvenilir bir kişinin haberi” insan hayatını her ne kadar bir düzen üzere koymuşsa, güvenilir olmayan kimselerin haberlerine itimat etmek de bir o kadar tehlikeli ve toplum düzenin dağılmasına neden olacaktır. Büyük sıkıntıları beraberinde getirir ve şahısların itibar ve onurlarını büyük bir tehlike altına sokar. Dolayısıyla insan inhiraf deryasına dalar ve sapkınlığa duçar olur. Kur’ân-ı Kerim’in konumuz olan ayetindeki mükemmel tabirinde geçtiği üzere; neticede pişmanlık ve nedamet sebebi olacaktır.

Bu nükte de dikkat edilecek hususlardandır; yalan haberler yapmak ve güvenilir olmayan kimselerin haberlerine itimat etmek, eski zorbacı ve zalim düzenlerin ustaca yaptıkları işlerden biridir. Böylece yalana dayalı bir ortam yaratmış ve bilgiden yoksun halkın kandırılması daha rahat olmuştur ve neticede onları diledikleri şekilde kendi sapkın düşüncelerine alet edebilecek ve son olarak da onların mallarını yağmalama imkânı bulacaklardır.

Diğer taraftan bu nükte de dikkat edilecek hususlardandır; önemli bir konu olan itimat ve güven hususu haberin kendisinedir. Fakat bu güven bazen “haber vericinin şahsı” üzerinden hâsıl olmakta ve bazen de dış etkenler bu ortamı yaratmaktadır. Bu nedenle bir kısım hususlarda her ne kadar haberi nakleden kimse fasık dahi olsa, biz onun haberine itminan bulmaktayız.

Bu faraziye üzere, bu itimat ve güven her yolla hâsıl olacak olursa, ister habercinin adaleti, takva ve sadakati üzerine olsun, isterse de dış etkenlerin sebebiyle olsun, bizim için muteberdir.

Diğer taraftan İslam şeriatı tarafından kabul gören akıl sahiplerinin yaşantısı da yine bu esas üzerine kuruludur.

Bu delilden dolayı, İslam fıkhıında şunu görmekteyiz, senet yönünden birçok haberin kaynağı zayıf da olsa, “Meşhur’un ameli” buna dayalı olduğundan dolayı ve onlar birçok karinelere dayalı olarak bu haberin sıhhatine vakıf olduklarından, bu tür haberlere amel etme ölçüsü ele gelmekte ve ona göre fetva verilmektedir.

Tam tersine, bazen bir takım haberleri rivayet eden kimseler muteberdir, ancak dış etken ve karineler bizi o habere karşı kötü ve karamsar kılmaktadır. İşte burada, her ne kadar bu haberi nakleden kimse adaletli ve muteber bir kimse olsa bile o haberi terk etmekten başka çaremiz yoktur..

Dolayısıyla, ölçü bütün her yerde haberin kendisidir. Her ne kadar hadisi rivayet eden kimsenin adaleti ve sadakati genellikle bu itimadın oluşmasında bir etken olsa da bu genel bir kanun değildir.

Bu ayette önceki ayette değinilen önemli bir konuya vurgu yapmak amacıyla şöyle devam edilmektedir:

“Ve bilin ki, Allah’ın elçisi içinizdedir. Eğer o, birçok işte size uysaydı, muhakkak sıkıntıya düşerdiniz…”[6]

Bu cümle, bazı müfessirlerin de dediği gibi şunu göstermektedir; Velid’in Mustalikoğulları hakkındaki mürtet olduklarına dair verdiği haberin ardından, zahiri görünüşe göre davranan bir grup Müslüman, Peygamber’i baskı altına alarak adı geçen kabileye savaş açmasını istediler.

Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Peygamber’in sizin aranızda olması en büyük saadettendir ve çünkü onunla vahiy âlemi arasındaki irtibat vardır. Her bir zaman sizin aranızda yanlış bir yol veya yollar ortaya çıkacak olursa, sizi bu yol hakkında aydınlatmaktadır.”

Ancak o rehberdir ve ondan size itaat etmesini beklemeyin. Emir alınız, o size herkesten daha şefkatlidir. Kendi fikirlerinizi kabul etmesi için onu zorlamayın. Aksi takdirde bu sizin kendi zararınıza olacaktır.

Ayetin devamında müminler için olan büyük ilahi nimetlerden bir diğerine değinilerek şöyle buyrulmaktadır:

“…Fakat Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsledi.”

“…Ve inkârı, fıskı ve isyanı size çirkin gösterdi.”

Bu tabirler aslında “Lütuf” kanuna çok zarif bir şekilde değinmektedir. Bu da “Tekvin-i Lütuf”tur.

Açıklama: Hikmet sahibi kimse, bir işi yapmak istediği zaman, onun alt yapısını ve ortamını bütün detaylarıyla hazırlar. Bu kanun, insanların hidayet bulmasında da tam anlamıyla geçerlidir.

Allah bütün insanların -cebr ve zorlama düzeni olmaksızın- kendi istekleri ve iradeleriyle hakk yolu gitmelerini istemektedir. İşte bu nedenle, peygamberler göndermekte ve enbiyaları semavi kitaplarla desteklemektedir. Diğer taraftan imanı insanlara sevdirmiştir. Hak taraftarlığının aşkını ve hakkı isteme duygularını insanların kalplerinin derinliklerinde yer vermiştir. Zulüm, nifak ve günaha karşı ise kalplerde nefret yaratmıştır.

Böylece, her bir insan yaratılıştaki fıtratı üzere iman, temizlik ve takvayı istemekte ve günah ve inkârcılıktan nefret etmektedir.

Ancak sonraki merhalelerde, bu pak ve berrak suyun yaratılış semasından insanların varlık bedenlerine indiği sırada, karşılaştığı kirli ve kötü muhit ve ortamlardan dolayı, kendi berrak ve sefasını yitirmesi mümkün olup günah, isyan ve inkârcılık kokusunu kendi üzerine sindirmiş olabilir.

Bu nüktenin de hatırlatılması gerekir ki; bu ayetin muhtevası “müşavere” konusuyla hiçbir zaman çelişmemektedir. Çünkü şuradan maksat herkesin kendi inancını ortaya koymasıdır. Ancak son ve nihai karar Peygamber’den çıkmaktadır. Nitekim şura ayetinden de bu konu anlaşılmaktadır.

Başka bir tabirle şura bir mevzu ve konudur ve düşünce ve inancı dayatmak ise başka bir konudur. Konumuz olan bu ayet-i kerime “düşünce empozesini” doğru bulmamakta, ancak “istişare” konusunu doğru bulmaktadır.

Yukarıdaki ayette geçen “Fısk” kelimesinden maksat nedir? Bazıları bu kelime hakkında yaptıkları açıklamalarda anlamlarını “yalan” olarak tefsir etmişlerdir. Ancak lügatteki anlamının geniş olması ve ayette hiçbir kayıt olmaması gözönünde bulundurulduğunda, her türlü günah ve itaatten çıkmayı kapsamaktadır. Dolayısıyla ardından “isyan” kelimesinin gelmesi de bu konuya vurgu yapmak amaçlıdır. Aşağıdaki cümle ise

“onu kalplerinizde süsledi.”

Nitekim bir sonraki ayette buna vurgu yapılmaktadır:

“Fakat Allah size imanı sevdirdi,”

Bazılarına göre “fısk” kelimesinden maksat “büyük günahlar” olarak yorumlanmış ve “isyan” sözcüğünü ise daha kapsamlı olarak görmüşlerdir. Ancak bu farklılığa ait ellerinde bir kanıt yoktur.

Her halükarda, ayetin sonunda genel bir kural olarak şöyle buyrulmaktadır:

“…İşte (bu sıfata sahip olan) onlar, doğru yolda olanlardır.”

Yani; eğer bu ilahi nimeti (imanı sevmeyi ve inkâr ve isyandan nefret etmeyi) koruyup bu temiz ve sefalı fıtratı kirletmezseniz hidayet ve kemal kesinlikle sizi beklemektedir.

Dikkat edilecek husus şu ki: önceki cümleler, müminlere hitap olarak geçmişti. Ancak bu cümlede onlardan gaip zamirle yâd edilmektedir. Tabirdeki bu farklılık, zahiren bu hükmün sadece Peygamber’in ashabına özel bir durum olmadığını göstermektedir. Bilakis, bütün herkesi kapsayan genel bir hükümdür ve herkes her asır ve zamanda fıtratındaki sefa ve samimiyeti koruyabilirse, kurtuluş ehlinden olur.

Konumuz olan ayetlerin içinden sonuncusu olan bu ayette şu hakikati açıklanmaktadır: İmanı sevmek ve inkâr ile isyandan nefret etmek Allah’ın insanlara olan büyük nimetlerindendir.

“(Bu) Allah’tan bir lütuf ve nimettir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[7]

O’nun hüküm ve hikmet sahibi olması, saadet ve kemale sebep olan şeyleri sizde artırmasını, onu peygamberlerin davetiyle uyumlu hale getirmesini ve sonuçta sizi maksadınıza ulaştırmasını gerektiriyor.

“Fazilet” ve “nimet” görünüşe göre her ikisi de bir gerçeğe değinmektedir. Bu Yüce Allah tarafından kullarına bahşedilen büyük bir nimettir. Ancak “fazilet” bir bakışa göre ona bu ismin verilmesinin nedeni Allah’ın ona ihtiyacı olmadığından dolayıdır. Diğer taraftan “nimet” kulların ona ihtiyacı olduğu gözönünde bulundurulmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu ikisi bir sikkenin iki yüzü gibidir.

Dolayısıyla imanı sevmek ve inkârdan nefret etmek istisnasız bütün insanların kalbinde vardır. Eğer birisi bundan yoksun ise bu, yanlış eğitimler ve kendi amellerinden dolayıdır. Allah-u Teâlâ hiç kimsenin kalbinde isyanın sevgisini ve imanın nefretini yaratmamıştır.

Şüphesiz Allah’ın kendi kullarının ihtiyacına olan ilmi ve O’nun yaratılmışların kemali ve eğitimi alanındaki hikmeti, bu büyük manevî nimeti, yani imanın sevimli olması ve inkârla isyanın çirkin olması nimetini onlara rahmetiyle vermesini gerektirmektedir.

Nükteler

1- ”İlahi Hidayet” ve “İrade Özgürlüğü”

Yukarıdaki ayetler “Cebr ve İhtiyar” ile “hidayet ve sapkınlık” konularında İslam görüşünü en açık şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü şu nükteyi mükemmel bir şekilde beyan etmektedir ki: Yüce Allah’ın işi, ilerleme ve hidayet ortamlarını yaratmaktır.

Bir taraftan Peygamber’i insanların içinde karar kılmış ve diğer taraftan “İmana aşk” ve “isyan ve inkârcılığa karşı nefret” duygularını hidayet ortamını hazırlama adına kalplerin derinliklerine yerleştirmiştir. Fakat karar alma mekanizmasını onların kendi üzerine bırakmış ve görevlerini bu hususta belirlemiştir.

Yukarıdaki ayetlerde olduğu üzere, imana olan aşk ve inkârcılığa karşı olan nefret istisnasız bütün insanların kalplerinde vardır. Eğer bir takım kimselerde bu ortamlar yoksa yanlış eğitim ve kendi yaptıklarından dolayıdır. Allah hiçbir kimsenin kalbinde “isyanı sevme” ve “imana düşmanlık” duygusu yaratmamıştır.

2- Rehberlik ve İtaat

Bu ayetler, yine ikinci defa “ilahi önder” ilkesini bir topluluğun ilerlemesi için gerekli görmektedir. Şu şartla ki, “itaat edilen” olarak, takipçilerin “emrine itaat eden” olarak değil. Takipçileri onun emirlerini başuçlarında tutulmaları gerekir. Bu da kendi sınırlı maksat ve düşüncelerini baskı zoruyla ona uygulatmak suretiyle olmaz.

Bu temel kural sadece ilahi önderler hususunda geçerli değildir. Bilakis “müdüriyet” ve “komutanlık” olan bütün her yerde bu temel kuralın uygulanması gerekir.

Bu temel kuralın uygulanması, rehberlerin zorbacılığı ve “istişare” kuralını terk etme anlamına gelmez. Nitekim bu hususa yukarıda da değinilmişti.

3- İman bir çeşit “aşk”tır, sadece “aklın vardığı” değildir.

Bu ayetler aslında şu gerçekleri ortaya koymaktadır, iman bir nevi Allah ve maneviyata olan şiddetli sevginin bir göstergesidir. Her ne kadar bu sevgi akli delillerden kaynaklansa da aynıdır. Bu nedenledir ki, İmam Sadık’a (a.s) şöyle soruldu: “Sevgi ve nefret imandan mıdır?” İmam (a.s) cevabında şöyle buyurdular:

“İman sevgi ve nefretten başka bir şey midir?!

Daha sonra İmam (a.s) konumuz olan ayetleri delil olarak okuyarak şöyle buyurdular:

“…Fakat Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsledi. Ve inkârı, fıskı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte (bu sıfata sahip olan) onlar, doğru yolda olanlardır.”[8]

Başka bir hadiste İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) şöyle nakledilmiştir: “Din sevgiden başka bir şey midir? Daha sonra Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli ayetlerini ve konumuz olan bu ayet-i kerimeyi okudu ve sonunda şöyle buyurdu:

“Din sevginin ta kendisidir ve sevgi de dinin özüdür.”[9]

Ancak hiç kuşkusuz bu sevgi -daha önce de söylediğimiz üzere- mantıksal ve akli delillere dayanmalı ve onlardan faydalanmalıdır.

[1]     Mecmeu’l-Beyan, tefsiri, c.9 s.132.
[2]     Kurtubi tefsiri c.9 s.6131.
[3]     Burada bu tabirden maksat; emri sorgusuz sualsiz ve hiçbir araştırma yapmadan yerine getirilmesidir.
[4]     Mecmeu’l-Beyan tefsiri, c.9 s.132- Nuru’s-Sakaleyn tefsirinde de bu nüzul sebebi detaylıca açıklanmıştır.
[5]     Bazı kimseler burada var olan şeyin “şartın mefhumu” sınıfından olduğunu sanarak, şart mefhumunun delilliğini de kabul etmişlerdir. Oysaki şart mefhumuyla hiçbir irtibatı yoktur. Buna ilaveten şartlı cümle burada mevzuyu beyan etmektedir. Bilindiği üzere böyle durumlarda “Şartlı cümle”nin de mefhumu yoktur.
[6]     “Lenittum” kelimesi “enet” sözcüğünden türemiştir ve insanın içine düştüğü ve sonucundan korktuğu iş manasına gelmekte veya meşakkatli bir işe denmektedir. İşte bu yüzden kırk kemiğe bastırılıp rahatsızlık verince “enet” denmektedir.
[7]     “Fazlen ve nimeten” kelimeleri Arap dil gramerinde ya “Mefulun lieclih”tir, “Hebebe ileykumul İman” cümlesi için veya “Mefulun bihi”dir mukadder bir fiil için. Bu durumda cümle şöyle olur, Efzele fezlen ve eneme nimeten”
[8]     Usul-u Kafi c.2 Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek babı, hadis.5.
[9]     Nuru’s-Sakaleyn Tefsiri, c.5 s.83-84.