Cahiliye Dönemindeki Arabistan’da Faiz

Ayet ve hadisleri doğru anlamada etkili olan faktörlerden biri, İslâm’ın ilk yıllarındaki sosyal yapıyı tanımak ve toplumun kültürel ve ekonomik ilişkilerine hâkim kuralları bilmektir. Bu esası göz önünde bulundurarak cahiliye dönemindeki faiz konusunu daha dikkatli bir şekilde inceleyeceğiz. Öncelikle Arap yarımadasındaki iktisadî durumu ele alıp özellikle de Mekke ve Medine olmak üzere Araplardaki ticaret yöntemlerini inceleyeceğiz. Daha sonra belgelerden ve tarihçilerin beyanından faydalanarak Arabistan’daki faizi ve cahiliye faizinin mahiyetini anlatacağız.

Arap Yarım Adasının İktisadi Durumu

Ticaret

Hıristiyanların ticareti doğurgan olmayan bir tür iktisadî faaliyet olarak kabul ettikleri ve bazı papazların ticaret yoluyla elde edilen kârı bile faiz saydıkları bir dönemde ticaret ve iktisadî çalışmalar Arap yarımadasında onurlu bir meslek kabul edilmekte, ticaret yapan şahıs ise en saygın bir insan olarak görülmekteydi. Ticaret de çiftçilik ve sanatkârlık gibi emek ve çaba gerektirmekle birlikte hile ve haksızlıkla birlikteydi. Ancak bir dizi nedenler sayesinde ticaret bu kötü imajını kaybetti ve Araplar nezdinde mümtaz bir konuma sahip oldu.[1]

Mekke şehrinin coğrafi konumunun çiftçiliğe uygun olmaması oradaki her türlü tarım faaliyetini imkânsız kılıyordu. Öte yandan bazı ticarî unsurların varlığı, o bölgede ticaretin en iyi kazanç yolu olmasını sağlıyordu. Ticarî unsurlar ise şunlardan ibarettir:

1- İslâm öncesi Roma ve İran arasında geçen savaşlar iki ülke arasındaki deniz yolu ticaretinin azalmasına neden oldu. Bu durum Arap yarımadası halkına, özellikle de topraklarının çorak olması nedeni ile bu iki süpergücün sömürgesinden güvende olan Mekkelilere Roma ile İran arasında köprü olma fırsatı doğurdu. İran mallarını Yemen limanlarından satın alan Arap tüccarlar o malları Şam’da satıyorlar ve Şam’dan aldıkları Roma mallarını da Yemen’de satışa sunuyorlardı. Yılda iki ticarî sefer gerçekleştiren Araplar kış seferlerini Yemen’e yaz seferlerini de Şam’a yapardı. Arapların gerçekleştirdiği bu iki sefere Kur’ân-ı Kerim’de de işaret edilmiştir: [2]

 لِاٖيلَافِ قُرَيْشٍ & اٖيلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِ 

“Kureyş’in yaz ve kış, [alışveriş için] göçüp konarak yolculuk ederlerken uzlaşıp düzene girmeleri için” [3]

2- Mekkelilerin ticaretinin güçlenmesinin ikinci sebebi ise onların diğer Arap kabilerlerle birlikte Kâbe’nin etrafında yaşamalarının onlara bağışladığı izzet ve saygınlıktı. M. 570 yılında Ebrehe’nin yenilgisi Kâbe’yi ve Kureyş’lileri yüceltti, onların toplumsal konumunun büyümesine neden oldu. Bu olaylar tacirlerin çölde yaşayan soygunculardan çekinmeden ve korkmadan ticaret yapmalarına neden oldu.[4] Allah (c.c) Kureyşlilere yaptığı bu lütuf hakkında şöyle buyuruyor:

 فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هٰـذَا الْبَيْتِ & اَلَّذٖى اَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعٍ وَاٰمَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ 

“Öyleyse kendilerini açlıktan koruyup doyuran ve korkudan kurtarıp güvenliğe kavuşturan bu evin Rabbine kulluk etsinler.” [5]

3- Mekke ticaretinin gelişmesinin üçüncü sebebi de yıllık olan hac merasimidir. Hac merasimi şehir etrafında büyük pazarın oluşmasına sebep oluyordu. Değişik kabileler bu pazarda mallarını satmaya çalışıyor ve kendi ihtiyaçlarını da Kureyş tüccarlarından satın alıyordu.

Mekke, hac mevsiminde özellikle İran’dan ve Roma’dan gelenlerle ticaretçilerle dolup taşıyordu. Bu tüccarlardan bazıları Mekke’de oturuyor ve oranın zenginleriyle ticarî antlaşmalar yapıyordu. Hatta bazen kendi servetlerini ve mallarını korumak için ambarlar satın alıyor veya kiralıyorlardı.[6]

Altıncı asrın başlarına kadar iç ticaret Mekkelilerin, dış ticaret ise Yemenlilerin elindeydi. Ancak 6. asrın başlarında Yemen’de Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında çıkan dinî çekişmeler özellikle Roma, İran ve Habeşe gibi siyasî güçlerin bu topraklar üzerindeki ihtilafları, Yemen tacirlerinin dış ticaretteki etkisini azaltınca Mekke tüccarları dış ticareti de üstlenmek durumunda kaldılar.[7]

Müslümanların Medine’ye hicretinden sonra Kureyş müşrikleri kendi ticarî konumlarını korumak için İslâm aleyhine savaşlar başlattılar. Kureyşlilerin Müslümanların hicretinden sonra onların mallarına el koyması Müslümanların, Kureyşlilerin ticarî kafilelerine saldırmalarına ve onların mallarını savaş ganimeti olarak almalarına neden oldu. Hatta Safvan b. Ümeyye bir gün Kureyş büyüklerinin toplantısında onlara şöyle dedi: Muhammed ve dostları ticaret yapmamıza engel oluyor, biz onlarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Onlar ticaret güzergâhı olan deniz sahillerini ele geçirdiler ve orada oturan insanlarla anlaşma imzaladılar. Bizler şimdi hangi güzergâhtan ticaret yapacağımızı bilmiyoruz. Eğer ticaret yapmaz, Mekke’de kalırsak sermayemizi burada tüketmek zorunda kalacağız. Bu durumda da yaşantı bizim için zorlaşacaktır; çünkü bizim gelirimiz Şam ve Habeşe’de yapılan ticaret ile temin edilmektedir.[8] Ticarî güzergâhın emniyetsiz olması Mekke halkını her zaman için tedirgin ediyordu. Hatta müşrikler Ebuzer’e işkence ettiklerinde Abbas b. Abdulmuttalib onlara şöyle dedi: Onu bırakın, acaba Ebuzer’in ticaret güzergâhı üzerinde oturan “Gaffar” kabilesinden olduğunu bilmiyormusunuz? Abbas b. Abdulmuttalib bu şekilde konuşarak Ebuzer’i onların elinden kurtardı.[9]

Bazı yazarların inancına göre “Hudeybiye antlaşması”nın müşrikler tarafından kabul edilmesinin asıl sebebi ticaretlerinin tehlikeye düşmesindendir.[10]

Ebu Süfyan şöyle diyor: Bizler ticaret yapan bir topluluktuk ve Resulullah (s.a.a.) ile savaş halindeydik. Onlar bizi muhasaraya aldılar ve bunun sonucunda mallarımızı kaybettik. “Hudeybiye antlaşması” yapıldığında biz Kureyşlilerden bir grup ile Mekke’den Şam istikametine doğru yola çıktık ve ticaret kervanımızın yönü Gazze’ydi.[11]

Mekke Halkının Ticarî Kapasitesi

Mekke halkının ticaret alanında önemli rolü vardı. İç pazardaki aktif rollerinin yanı sıra İran, Şam, Roma ve Habeşe gibi ülkelerle dış ticaret münasebeti kurmuşlardı. Mekkelilerin Arabistan’la Habeşe arasında kurdukları kara ticaretinin yanı sıra deniz ticaretinde de önemli yeri vardı. Hatta bu vesileyle onlar, büyük ticaret gemilerine sahip olmuşlardı.[12] Arap tacirlerinin “Zengibar” pazarlarında yer almaları onların bölgedeki alışverişlerde aktif olduklarının göstergesiydi.[13]

Mekke ticaretinin gelişmesinin diğer bir sebebi ise Abdulmenafoğulları’nın, özellikle Peygamberimizin ceddi olan Haşim’in komşu ülke büyükleriyle ve ticaret güzergâhında yer alan kabilelerle yaptıkları antlaşmalardı. Haşim, Şam seferlerinin birisinde Roma Kayseri (Roma İmparatoru) ile görüşerek ona şöyle dedi: Eğer biz Kureyş tacirlerine emniyetli bir şekilde ticaret yapma imkânını sağlarsanız biz de sizin için ihtiyacınız olan malları daha uygun fiyata bulabiliriz. Roma Kayseri tarafından emniyet sağlandıktan sonra Haşim, ticaret yolu üzerinde olan kabilelerden Kureyş kafilelerine saldırmamaları konusunda söz aldı. Bunun karşılığında onların mallarını alma ve mallarını sattıktan sonra sermayelerini kârıyla birlikte geri verme sözünü verdi.

Abdulmenafoğulları da buna benzer bir antlaşma yaptılar. Muttalib b. Abdilmenaf Yemen padişahıyla, Abduşşems b. Abdilmenaf Habeşe padişahıyla ve Nevfel b. Abdilmenaf da İran padişahıyla ticarî antlaşmalar yapmış, ticaret güzergâhı üzerinde yer alan kabilelerle görüşerek hiçbir tehlikeyle karşılakmaksızın ticarî faaliyetlerini genişletmişlerdir.[14]

Mekke halkı – Kur’ân-ı Kerim’de bahsedilen – iki ticarî seferin haricinde Arap yarımadası çevresinde bulunan diğer bölgelere de ticarî seferler düzenlemekteydi. Ebu Süfyan, bazen bizzat kendisi Irak’a ticaret kervanı götürüp Hicaz ve Yemen mallarını satıyordu. Satın aldığı Irak mallarını da Yemen ve Hicaz’a getiriyordu. Abdullah b.Cud’an Hiyre halkıyla ticaret yapıyordu. As b. Vail b. Haşim çevre kabilelerle, Musafir b. Ebi Amr b. Ümeyye de Irak’la ticaret yapıyordu.[15]

Mekke halkından birçok kişi belli bir sermaye bırakarak ticarî kervanlara ortak olmak için başkalarından borç alıyordu. Ebu Süfyan komutasında Şam’a düzenlenen ticarî sefer Bedir savaşına denk geldiği için az daha Müslümanların saldırısına uğruyordu. Bu kervana Mekke halkının çoğunluğu ortaktı. Kadınlı erkekli en az bir miskal altını bulunan Kureyşlilerin herbiri o kervana ortak olmuştu. Elli bin dinar sermayesi olan bir kervanın sermayesinin çoğunluğu Sa’d b. As kabilesine aitti. Bu sermaye ya onların kendi mallarıydı veya % 50 kâr oranıyla mudarebeye verilen sermayenin geliriydi.[16]

Kureyşlilerin diğer bir kervanı da güzergâhın emniyetsiz olmasından dolayı başka bir yolu kullanarak yüz bin dirhem mal ile Şam ve Irak’a doğru hareket etmişti. Ancak bu kafileden haberdar olan Müslümanlar kervana saldırdılar. Bu saldırılar esnasında Kureyş büyükleri kervanı terk edip kaçtıktan sonra kervanın malları Müslümanların eline geçti. Allah Rasulü (s.a.a.) ganimetlerin beşte biri olan – yirmi bin dirhemi – aldıktan sonra geri kalanını Müslümanlar arasında taksim etti.[17]

Mekke’de kadınlar da ticaret yapıyordu. Hz. Hadice, Kureyş zenginlerinden ve büyük ticaretçilerden idi. O bazılarını kervanla birlikte sözleşmeli veya vekil olarak Şam, Ukkaz, Habeşe ve diğer pazarlara gönderirdi. Söylenene göre Hz. Hadice’nin kervanı, Kureyşlilerin kervanı kadar mal taşırdı.

Kureyşlilerin Ticarî Malları

Geçmişten beri ticaret ehli olan Mekke halkı gerçekte ticaret malına değil, kazandıkları servete önem verirdi. Dolayısıyla onlar için kâr ve kazancı olan mal, ticaret malıydı. Kureyş ticaret kervanları deri, ıtır, kumaş ve kılıcı Yemen’den; altın, kalay, değerli taşlar, fildişi, kereste, sandal ağacı, baharat, parça, gümüş tabaklar ve pirinci Umman, Bahreyn ve Yemen’den; hurma, üzüm, kuru üzüm ve şarabı Taif’ten; hurma ve ziynet eşyalarını Medine’den; amberi Umman’dan; şeker ve mumu Fars’tan; buğday, arpa, yağ ve şarabı Şam’dan; buhur, deve yünü, fil dişi, deri, baharat ve köleyi de Habeşe’den satın alıyorlardı.[18]

Kureyş tacirleri bir dinar karşılığında bir dinar kâr elde ediyordu. Onların ekonomik durumu o kadar iyiydi ki yaz aylarını Taif’te satın almış oldukları bağ evlerinde geçiriyorlardı.[19]

Kureyşlilerin asıl ticaret mallarını altın ve gümüş sikkeler, mücevherler ve gümüş tabaklar oluşturuyordu. Onlar altın ve altından yapılan takıları Şam, Hicaz, Irak ve Asur’da satıyor bu ülkelerden satın aldıkları gümüşü de Şam’da satışa sunuyorlardı.

Hiyre’da ticarî malların satışa sunulması için imar edilmiş büyük bir pazar vardı. Bu pazarda Hiyrelilerin ticaret ortağı Kureyşliler idi. Bu yüzden “Yeryüzünde Hiyrelilerin olmadığı bir pazar yoktur!” denilirdi.

Hiyre halkı ticaret konusunda çok yetenekliydi. Çeşitli tacirler, ezcümle Kureyşliler Hiyre’ye gelirdi. Hiyrelilerden birisi tabiplik yapmak istese “Hiyelinin tıpla ne işi olabilir?! Sen alışveriş yapmalısın!” derlerdi. Mekke halkının Hiyrelilerle iyi ticarî ilişkisi vardı. Onlarla ortak ticaret şirketleri kurmuşlardı; yıl boyunca birbirlerine mal gönderirler ve yıl sonunda hesaplarını tasfiye ederlerdi.[20]

Medine’de sarraflık yapan bir grup vardı. Bu iş de bir çeşit ticaret kabul edilirdi; altını altına, gümüşü gümüşe veya altın ile gümüşü karşılıklı alıp satıyorlardı. Onlar değişik ülkelerin paralarını alıp satardı. Hatta bazen para sahiplerinin gafletinden faydalanarak sikkelerin saf olmadığını veya karışık olduğunu iddia ederlerdi.[21]

Servet Elde Etmenin Yolları

Ticaret, Mekke halkının mesleği olduğu için onlar malları kullanma ve serveti arttırma konusunda oldukça yetenekliydi. Zengin Araplar tek başlarına veya kendi kabilelerinden olan insanların ortaklığıyla ticaret şirketleri kurar ve ticaret yaparlardı. Bu şirketlerde sermaye sahiplerinin ticarette direkt olarak bulunmaları gerekmiyordu. Anlaşma üzerine bazıları ücret akdiyle ücretli emekçi olurdu veya mudarebe akdine binaen kâra ortak olmak şartıyla ticaret yapardı. Ticaretin ardından herkes önceki anlaşması üzerine veya sermaye miktarına göre payını alırdı.

Kureyş tacirleri bazen birkaç ticaret kervanına birden ortak olurdu. Ebu Süfyan’ın kendi kervanı olmasına rağmen başka ticaret kervanlarına da ortaklığı vardı.[22] Peygamber’in (s.a.a.) amcası Abbas, Kureyş’in önemli zenginlerindendi. Mekke’de dışarıdan gelen yabancı tacirlerin alışveriş yapacakları bir pazar yeri hazırlamıştı. Kendi mallarını da ticaret yapmaları için birkaç tacirin kullanımına sunmuştu.[23]

Mekke zenginleri ticaretin yanı sıra başka yollarla da mal varlıklarını artırıyorlardı. Bu yollara özetle değineceğiz:

Mudarebe

Servet sahibi olmanın yollarından birisi de mudarebedir. Mudarebeye “kırad” da denilmektedir. Mudarebe sermaye-emek ortaklığıdır. Bunun için bir taraf sermayesini, diğer taraf emeğini ortaya koyar. Yapılan ticaret sonunda asıl sermaye ayrıldıktan sonra taraflar, kalan kârda belli bir miktarda hisse sahibi olurlar.

Cahiliye döneminde olası zararı (elbette şart koşulması durumunda) ticaretçi karşılamak zorundaydı. İslâm sonrası ise zarar, sermaye sahibinin uhdesine bırakıldı ve kâr oranı tarafların anlaşması üzerine bölüştürülürdü.[24] Allah Resulü (s.a.a.) de bisetten (peygamberlikle görevlendirilmesinden) önce Hz. Hadice’nin (s.a.) malıyla yaptığı ticareti mudarebe anlaşması üzerinde gerçekleştirdi.

Riba (Faiz)

Arabistan’da riba (faiz) servet elde etmenin yaygın yollarından birisiydi ve Arap zenginler faizli borçlar vererek mallarını artırıyorlardı. Onlar geçim sıkıntısı olan insanların yanı sıra, ticaret yapmak isteyip de yeterli sermayeleri olmayan insanlara da borç verirlerdi. Bu tür kişiler ticaret yoluyla biraz daha fazla servet kazanmak ümidiyle faizli borç alırlardı.[25]

Vadeli Alışverişler (Nisye)

Araplar arasında yaygın olan alışveriş şekillerinden biri de vadeli alışverişlerdi. Bu tür alışverişleri genelde ticaret için yeterli sermayesi olmayan insanlar yapardı. Direkt kendisi ticaret yapan veya başkalarının ticaret kervanına katılmış olan bazı tacirler sermayesinin belli bir miktarını vadeli ve daha yüksek bir miktara satardı. Müşteri ise vade vakti gelmeden önce bu alışverişle malların satışından yüksek miktarda kâr edeceği ümidine kapılırdı. Bu alışverişlerin günümüzdeki örneği ise toptancı veya perakende satış yapan şirketlerdir.[26]

Selef Alışverişleri

Servet elde etmenin bir diğer yolu da selem veya selef (öncel) alışverişidir. Çiftçilik ve hayvancılık yoluyla servet elde edenler mahsulü elde etmeden selef ve nakit satışın fiyat farkından faydalanarak kâr elde ederlerdi. Alışverişin bu çeşidi en çok Medine’de yaygın olan bir alışveriş şekliydi. Allah Resulü (s.a.a.) Medine’ye geldiğinde bağ sahipleri bağlarının meyvelerini bir yıllığına veya iki yıllığına selef alışverişi olarak satardı. Allah Resulü (s.a.a.) bu muameleyi kabul ettikten sonra şöyle buyurdu:

“Selef alışverişi yapanlar mahsulü teslim ederken satılık malın ölçüsünü belirlesinler.”[27]

Arap Yarımadasında Faiz

Yemen’deki iç savaştan sonra Yemen Yahudilerinden bir grup Arabistan’ın Taif, Medine ve Mekke gibi merkezî bölgelerine hicret ettiler. Yine Filistin ve Şam’daki iç sorunlar kuzeydeki Yahudilerin bu şehirlere hicret etmelerine neden oldu. Zengin Yahudiler faizli borçlar vererek selef ve vadeli alışverişler yapmaya başladılar. Yahudilerin uyanık, Arapların ise saf olmaları Yahudilerin kısa zaman içerisinde Arap yarımadasında aşırı zengin olmalarını sağladı. Bu vesile ile Araplara üstünlük sağladılar. Elbette Mekke ehli, ticaret yönünden Yahudilerden geri değildi.

Yahudiler mal, dinar ve dirhemleri Araplara borç olarak veriyor ve verdiklerine karşılık rehin alıyorlardı. Güvenilir teminatı olmayanlardan ise eşleri ve çocukları rehin olarak alınırdı. Borçlanan şahıslar aldıkları borcun aslını ve faizini ödeyemediklerinde teminat olarak alınan eşleri ve çocukları köle olarak satılırdı.

Sahih-i Buharî’de şöyle bir rivayet görülmektedir: Muhammed b. Mesleme, Yahudi zenginlerden Ka’b b. Eşref’e giderek kendisi ve akrabaları için yiyecek talebinde bulundu. Ka’b’a şöyle dedi: Senden aldığımız yiyeceğe karşılık malî bir teminat verebiliriz.

Ka’b: Acaba eşlerinizi rehin olarak verebilir misiniz?

Muhammed b. Mesleme şöyle cevap verdi: Sen Yesrib’in (Medine) en yakışıklı erkeğisin, o halde eşlerimizi sana nasıl teminat olarak verelim!

Ka’b: Acaba evlatlarınızı rehin olarak verebilir misiniz?

Muhammed b. Mesleme: Anlaşıldığı kadarıyla sen bizleri rezil etmek istiyorsun! Sen insanların bizleri “bir miktar yiyecek için kendilerini rehin eden kimseler” olarak yermelerini istiyorsun!.[28]

Arabistan yöresinde faiz almak Yahudilere has bir durum değildi. Hıristiyanlar da aynı işi yapıyorlardı. Allah Resulü (s.a.a.) bisetten sonra Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı antlaşmada Necranlılara faiz almamaları şartını koşmuştu. Ancak Necranlılar faiz almayı bir gelenek edinmişlerdi. Onlar bu alışkanlıklarını sürdürdüler ve sonunda Ömer b. Hattab, Necranlıları göç ettirdi.[29]

Arabistan’da faizin asıl yaygınlaştırıcısı Yahudiler ve Hıristiyanlardı. Araplar zamanla bu kötü hastalığı onlardan kaptılar. Bu hastalık zamanla Arap yarımadasının Mekke, Medine, Taif, Hayber ve Vadiyu’l-Kura gibi birçok şehrine yayıldı. Öyle ki yola çıkan her büyük kafilenin sermayesinin bir kısmı kesinlikle faizli krediden oluşurdu.

Faiz yoluyla gelir elde etmek o kadar yaygınlaştı ki İslâm, faizi yasakladığında Araplar şaşkın bir şekilde şöyle dediler:

“Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, “Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı onun olur. Durumu da Allah’a kalmıştır. (Allah, onu affeder.) Kim tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır.”[30]

“Alışveriş de faiz gibidir.”[31] Onlar faizin her türlü iktisadî faaliyette olması gerektiği ve faizin tacire verilen sermayenin ücreti olduğu inancında idiler.[32]

Elbette şunu teslim etmek gerekir ki faiz, herkes nezdinde beğenilir bir şey değildi. Her ne kadar bazı fikir sahibi kişiler, pratikte faize dayalı muamele yapmış olsalar bile bu tür alışverişi tasvip etmiyorlardı. Hatta Kâbe’nin duvarı yıkıldığında Kureyşliler, onun tamiri için yardım almak istediklerinde sadece faize bulaşmamış yardımları kabul ediyorlardı. Zira onlar Kâbe’nin tamirinde kullanılacak malın harama bulaşmamış temiz para olması gerektiği kanısında idiler. İbn Kesir Muhammed b. İshak’tan o da birkaç vasıta ile Ebu Vahib b. Ayid’in şöyle dediğini nakleder: Ey Kureyş kabilesi! Kâbe’nin tamirinde helâl ve temiz olan mallardan kullanın. Kullandığınız mallar zorla alınmış mihriye, faizli alışverişlerin kârı ve gasp edilmiş mallardan olmasın.[33]

Arap Yarım Adasında Faiz Alınan Merkezler

Mekke

Kureyş zenginleri servetlerini artırmak için, sıradan insanlar ihtiyaçlarını gidermek için ve tacirler ticaret sermayesi sağlamak için faizden yararlanırdı. İslâm, faizi yasakladığında Mekke halkı bunu büyük bir şaşkınlıkla karşıladı. Hatta onlar bu yasağa karşı savaşmak istediler. [34] Tarih kitaplarında İslâm’dan önce ashaptan bazılarının faizli alışveriş yaptıklarına rastlanmaktadır. Şimdi onlardan bazılarına değinmek istiyoruz:

Abbas b. Abdulmuttalib ile Halid b. Velid cahiliye döneminde ticaret ortağı idiler. Onlar Mekke halkına ve Taif’te yaşayan Sakif kabilesinden Amr b. Ebu Umeyr evlatlarına faizli borç verirlerdi. Onların İslâm’ın zuhur ettiği dönemlerde halktan alacakları vardı. Allah Resulü (s.a.a.) onlara verdikleri borcun sadece aslını alabilecekleri emrini verdi.[35]

Osman b. Affan (3.Halife) ve Abbas b. Abdulmuttalib Mekke’nin tanınmış hurma tacirlerindendi. Onlar çiftçilerden hurmayı selef alışverişi yaparak satın alırlardı. Ödeme zamanı geldiğinde satıcı, müşteriye borcun yarısını ödemeyi diğer yarısını da gelecek yıl ödeyebileceğini söylerdi. Bu gecikmeye karşılık ise borçludan iki kat ödemesini isterdi. O da bunu kabul ederdi. Bu olay Peygambere (s.a.a.) ulaştığı zaman Allah Resulü (s.a.a.) onları bu işten men etti ve sadece alacaklı oldukları malın aslını almalarını emretti.

Mekkelilerin rebevî (faize dayalı borç) borçlardaki metodu, borçlunun borcunu ödeyemediği durumda süre uzatılıp ödeme miktarın çoğaltılması metoduydu.[36]

Taif

Her ne kadar Taif, Mekke’nin güneydoğusunda yer almış olsa da çiftçilik için münasip bir iklime sahipti. Taifli ticaret adamları bu şehirden götürdükleri hurma, kuru üzüm, şarap, buğday ve arpayı Mekke’de satar oradan da Şam ve Yemen’den gelen ticaret mallarını alıp Taif’e getirirlerdi. Bu alışverişlerin çoğunluğu faizli alışverişti. Faizli borç veren Yahudiler Yemen’den çıkarıldıktan sonra Taif’e yerleştiler. Yahudilerin bu şehre yerleşmesinden sonra faizcilik daha da arttı. Taif’in ticaret adamları onlardan faizli borçlar alarak ihtiyaç duydukları sermayeyi elde ediyorlardı.

Taif şehrinin etrafında ikamet eden Sakif kabilesi diğer kabilelerden daha çok faizli alışveriş yapardı. Sakifliler Abbas b. Abdulmuttalib ve Halid b. Velid’den faizli borç alır, Muğira b. Abdullah b. Umeyr b. Mahzum oğullarına faizli borç verilerdi.

Allah Rasulü (s.a.a.) Sakif kabilesi karşısında zafere ulaştığında Sakiflilerin elçileri Müslüman olmak için Allah Resulü’nün (s.a.a.) yanına geldiler. Sakif kabilesinin sözcüsü, Resulullah’a (s.a.a.) faiz hakkındaki görüşünü sordu.

Resulullah (s.a.a.): “Faiz haramdır” buyurdu.

Sözcü: “Mallarımızın tamamı faizden elde edilmiştir!” dedi.

Resulullah (s.a.a.): “Sizler sadece sermayenizi alabilirsiniz” buyurdu.[37]

Medine

Medine şehri çiftçilik yapmak için uygun bir iklime sahipti. İslâm öncesi Medine halkı çiftçilik, bahçe ve hayvancılık işleriyle uğraşırdı. Yahudilerin buraya hicret ederek Medine şehri etrafında yerleşmelerinin sebeplerinden biri de buydu. Kısa zaman içinde ticaret ve alışveriş merkezleri Yahudilerin eline geçti. Yahudiler Medine halkına yiyecek, dirhem ve dinarı borç olarak verir karşılığında da aşırı faiz alırlardı. Şöyle demişlerdir: Yahudi birinden 80 dinar borç alan bir şahıs bir yıllığına 40 dinar ödedi.[38] Yesrib halkı ister Yahudi olsun isterse Arap, servetlerinin çoğunu faiz yoluyla elde etmişlerdir. Evs kabilesi büyüklerinden Uhayha b. Celah kendi kabilesinden de faiz alırdı. Kabilesinden aldığı faiz ile kabilesinin bütün mallarını alacak hâle gelmişti ve insanların çoğu sürekli olarak ona borçluydu.[39]

Cahiliye Dönemindeki Faizin Hakikatı

Asrımızın başlangıcından beri bazı Müslüman yazarlar İslâm dininin aslında cahiliye dönemindeki faizi, yani tefecilik diye nitelendirilen “fahiş faizi yasakladığı”nı, dolayısıyla azıcık faizi yasaklamadığı görüşünü ortaya atmışlardır. Böylece günümüzde yaygın olan düşük faizli borçların faiz kapsamında değerlendirilmemesi gerektiğini savunmuşlardır. Çünkü cahiliye devrindeki faiz sisteminde (yüksek faiz) ödeme zamanı bir süre geciktiğinde alınan faiz miktarı asıl borcun kaç katına ulaşabiliyordu. Buna göre düşük oranlı faizi almanın sakıncası yoktur.

Yine şöyle demişlerdir: Cahiliye dönemindeki faiz sadece sürenin uzatılması içindi. Buna göre anlaşma akdinin başında konulan şart gereği alınacak yüzdelik kâr payını içermemektedir. Onlar bu iddialarının isbatı için tarih ve tefsîr kitaplarına müracaat etmişler, ancak araştırma yüzeysel olduğu ve bütün kaynaklara ulaşamadıkları için kendi düşüncelerinin dışına çıkamamışlardır.

Konunun önemine binaen tarih, tefsîr ve hadis kitaplarına müracaat ederek cahiliye dönemi faizini dikkatli bir şekilde incelemeye çalışacağız. Tekrardan kaçınmak için her bölümün isbatında birkaç delille yetineceğiz. Bu incelemede daha çok cahiliye dönemindeki faizin niteliğini anlatan tarih ve tefsîr metinlerinden faydalanacağız. Sadece bir kanaat özelliği taşıyan sonraki neslin görüşlerini nakletmekten kaçınacağız.

Cahiliye döneminde yaygın olan faizin haramlığı konusunda hiçbir şüphe yoktur. Müfessirlerin birçoğu “Ey inanlar faizi kat kat arttırarak yemeyin”[40] ayetinin cahiliye devri faiziyle ilgili olduğunu belirmektedir. Allah (c.c) bu ayeti göndererek cahiliye döneminde yaygın olan faizi yasaklamıştır.

Allah Resulü (s.a.a.) veda haccını yerine getirirken Arefe günü meşhur hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Biliniz ki cahiliye devri faizini ödemek zorunlu değildir. Sizler sadece ana parayı alabilirsiniz. Ne zulmedin ne de zulme uğrayın”.[41] Bu hadise göre de cahiliye dönemi faizini yasaklanmıştır.

İslâmî kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla cahiliye döneminde yaygın olan faiz sadece “ez’afen muzaafe” yani “kat kat” olarak alınan veya borcun süresini uzatmak için alınan faiz değildir. Aksine aşağıda belirtilen bütün şekillerde gerçekleşmiştir:

Yahudiler Arasında Yaygın Olan Faiz

Kur’ân-ı Kerim faiz almayı Yahudilerin Allah’a olan itaatsizliklerinden biri olarak saymıştır:

“Yahudilerin yaptıkları zulüm ve birçok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, kendilerine yasaklanmış olduğu hâlde faiz almaları, insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle önceden kendilerine helâl kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara haram kıldık.”[42]

Ayette geçen er-Riba “الرِّبٰوا” kelimesindeki elif ve lam harfleri belli bir karine olmaması halinde “ahdî” yani “sözü edilmiş” mânasına gelir. Bu durumda da er-Riba kelimesinde geçen “elif ve lam”dan Yahudilere yasaklanan ve cahiliye devrinde sözü edilmiş olan faizin kastedildiği anlaşılır. Aksi takdirde ayetin muhataplarına Yahudilere yasaklanan faizin tanıtılması için özel bir karine ve işarete ihtiyaç olurdu.

Yahudiler arasında geçmişten günümüze kadar yaygın olan faiz borç karşılığında alınan kârdır. Arap yarımadasında da faizin yayılmasının en önemli sebebi Filistin ve Yemen’den oraya hicret eden Yahudilerdir. Dolayısıyla cahiliye dönemi faizinden maksat Araplar arasında yaygın olan ve Yahudilere yasaklanan faizin ta kendisidir.

Hıristiyanlar Arasında Yaygın olan Faiz

Necran Hıristiyanları Allah Resulü (s.a.a.) ile anlaşma imzaladıklarında Peygamber (s.a.a.) onlara birkaç şeyi şart koştu. Şartlardan birisi şu idi:

“Hıristiyanlardan hiç kimse faiz yememelidir. Kim bunu yaparsa Allah ve Resulü (s.a.a.) ile yaptığı anlaşmanın dışına çıkmış sayılır.”[43]

Hıristiyanlar faiz almayı alışkanlık edindiklerinden dolayı bu şarta bağlı kalamadılar ve ikinci halife tarafından sürgün edildiler.[44]

Buradan da anlaşıldığı kadarıyla Hıristiyanlar arasında yaygın olan faiz, cahiliye döneminde yaygın olan ve İslâm’ın yasakladığı faizdir. Aksi takdirde Allah Resulünün (s.a.a.) böyle bir şartı koşmasının ve bir süre sonra da ikinci halifenin bu yüzden onları sürgüne göndermesinin hiçbir delili olmazdı.

Tarih kitaplarından, Tevrat ve İncil’de yasaklanan ve Hıristiyanlar arasında yaygın olan faizin bütün faizli borçları kapsadığı anlaşılmaktadır.

Borçta Şart Koşulan Faiz

Ebubekir Cessas (H. 370) cahiliye dönemi faizini tanımlarken şöyle diyor: Arabın aldığı ve tanımladığı faiz şöyledir: “Dirhem ve dinarı her iki tarafın razı olacağı şekilde belirli bir zamana kadar daha fazla miktarı almak karşılığında borç vermekti. Bu davranış Araplar arasında yaygındı.”[45]

Kiyaherasî (H. 504) şöyle diyor: “Allah faizi yasakladı. Yasaklanan faizin bir çeşidi ise cahiliye döneminde yaygın olan faizdir. Onlar dirhem ve dinarı daha fazla miktara karşılık borç verirlerdi.”[46]

Cessas ayrı bir yerde de şöyle diyor: “Cahiliye faizi borç alan kişinin aldığından daha fazla ödeme şartıyla aldığı vadeli kredidir. Vade karşılığı alınan fazlalığı Allah batıl kıldı.”[47]

Şart Koşulmuş Aylık Faiz

Fahrî Râzî (H. 606) şöyle diyor: “Cahiliye döneminde yaygın olan faiz veresiye faizidir. O zamanki faiz sistemi şöyleydi: Birine belli bir mal borç verilirken her ay başında belli bir miktar alma şartı üzerinde anlaşılırdı. Malın aslı ise borcu alan kişinin yanında kalırdı. Belirlenmiş süre gelip çattığında borçlu borcu ödeyemeyecek durumda olduğunda ödemediği zamana karşılık borcu artırılırdı ve ek süre tanınırdı. İşte bu cahiliye döneminde rayiç olan faizinin ta kendisidir.[48]

İbn Hacer Heysemî (H. 974) şöyle diyor: “Veresiye faizi cahiliye dönemindeki meşhur faizdir. Şöyle ki malını belli bir süreliğine borç olarak verir. O süreye kadar geçen zaman zarfında her ay başı belli bir miktar alır. Borçlu, aldığı malın aslını vakti geldiğinde öderdi. Vakit geldiğinde ve vade dolduğunda mal sahibi verdiği malı talep ederdir. Eğer borçlu borcunu zamanında ödeyemezse fazla zaman için borcun aslı olan miktar üzerine ekleme yapılırdı. Bu tür faize her ne kadar fazlalık faizi denilse bile veresiye faizi denilmekteydi. Zira asıl hedef ek süreye karşılık fazlalıktır. Günümüzde halk arasında yaygın olan da faizin bu çeşididir.”[49]

Veresiye Alışverişte Faiz

Katade, cahiliye devri faizini tanımlarken şöyle diyor: Mal sahibi bir malı diğerine veresiye olarak satardı; ödeme zamanı geldiğinde müşteri, borcunu ödeyememesi halinde ödeyeceği meblağın üzerine ekleme yapardı; buna karşılık satıcı da ona süre tanırdı.”[50]

Selef Alışverişinde Faiz

İkrime ve Ata’ şöyle diyor: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve eğer gerçekten iman etmiş kimselerseniz, faizden geriye kalanı bırakın” ayetinin Osman b. Affan ve Abbas b. Abdulmuttalib hakkında indiğini iddia etmişlerdir. Osman b. Affan ve Abbas b. Abdulmuttalib hurmayı selef alışverişi yaparak alıyorlardı. Hurma sahibi mahsul zamanı geldiğinde o ikisine şöyle derdi: Eğer siz kendi haklarınızı alırsanız aileme bir şey kalmaz, siz talebinizin yarısını alın diğer yarısını da ödemem için bana ek süre verin, ben de ek süreye karşılık alacağınızı iki kat olarak ödeyeyim? Onlar da böyle bir alışverişi kabul eder ve alacak zamanı geldiğinde iki kat talep ederlerdi. Allah Resulü (s.a.a.) böyle bir alışverişten haberdar olduğunda onları men etti ve bu ayet nazil oldu. Onlar da bunu kabul ederek sadece mallarının aslını aldılar.[51]

Daha Büyük Yaşta Hayvanı Almak

Zeyd b. Eslem Medenî (H. 136) şöyle diyor: “Cahiliye dönemindeki faiz, devenin yaşına eklenerek yapılırdı. Alacaklı alacağının vadesi geldiğinde borçlunun yanına giderek şöyle derdi: Borcunu ödüyor musun, yoksa hayvanın yaşını mı artırıyorsun? Borçlunun elinde deve bulunması durumunda deveyi verirdi. Olmaması durumunda ise ek süreye karşılık devenin yaşı artırılırdı. Örneğin eğer borçlu “bint-i mehaz” denilen iki yaşına girmiş bir deve borç almış olsaydı o deve “bint-i lebun” denilen üç yaşına girmiş deveye dönüşürdü. Yine ödeyemeseydi “higga” denilen dört yaşına girmiş deveye dönüştürülürdü. Diğer yılda da “cez’e” denilen dört yaşını doldurmuş deveye dönüştürülür, o şekilde devam ederdi.” [52]

Bu tür sözlerden deve ve diğer hayvanların vadeli olarak borç verildiği vade zamanı geldiğinde de daha büyük bir yaşta hayvanın alındığı anlaşılmaktadır.

Ek Süreye Karşılık Faiz

Beyzavî kendi tefsîrinde cahiliye faizini şöyle açıklıyor: “Bir malı belli bir tarihe kadar borç olarak verirlerdi; ödeme zamanı geldiğinde de ödenecek miktarı aşırı derecede artırarak az miktarda olan mal ile borçlunun bütün malına sahip olurlardı.”[53]

İbn Cerir Taberî (H. 224-310) “Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin” ayetinin tefsîrinde şöyle diyor: Allah bu ayette şöyle buyuruyor: Ey Allah ve Resulü’ne iman edenler! Müslüman olduktan sonra cahiliye döneminde aldığınız faizi, almayın! Taberî, sonra şöyle diyor: Cahiliye döneminde alacaklı için alacağı malın vadesi gelip çattığında borçlu şöyle derdi: Bana ek süre ver, ben de alacağının miktarını artırayım. Alacaklı da bu talebi kabul ederdi.[54]

Bu sözün aynısı Zeyd b. Eslem,[55] Mücahid,[56] Said b. Cubeyr,[57] Ata’,[58] Katade, Ahmed b. Hanbel,[59] Kurtubî,[60] Aynî,[61] İbn Ruşd,[62] İbn Kesir [63] ve Sam’ani’[64]den nakledilmiştir.

Süre Uzatmaya Karşılık Borç Miktarını İki Katına Çıkarmak

Zeyd b. Eslem cahiliye devri faizini şöyle tanımlıyor: “Alacaklı, süresi gelip çattığında alacağını tahsil etmek için borçlunun yanına giderdi. Eğer borçlu borcunu ödeyemezse, tarafların karşılıklı anlaşmasıyla borç miktarı iki katına çıkarılarak vade bir yıl daha uzatılır ve gelecek yıllarda da aynı şekilde devam ederdi. Örneğin eğer 100 dirhem borcu olan birisi borcunu ödeyemezse, 200 dirhem ödenmesi şartıyla anlaşma yapılır ve gelecek yıla kadar vade uzatılırdı. Yine gelecek yıl ödenememesi durumunda 400 dirhem olarak ödenirdi ve bu durum, borç ödeninceye kadar bu şekilde devam ederdi.” [65]

İhtiyaçları Gidermek İçin Alınan Borçtaki Faiz

İhtiyaç sahibi Araplar zaruri durumlarda buğday, arpa ve hurma türü yiyecekleri borç olarak alırdı. Borç veren insanlar borcu verirken borçluya daha fazla ödenmesi şartını koşardı.

Servet sahibi olmak isteyen ticaretçiler dirhem ve dinarı borç alırdı. Buharî Medine halkının daha fazla faiz ödeme koşuluyla Yahudilerden mal ve taam (yiyecek) aldığını nakleder. Örneğin; Ensar’dan birisi Yahudi bir şahıstan 80 dirhem borç almış, ödeme zamanı geldiğinde bir yıllık vade için %50 faiz ödemişti.[66]

Ticaret ve Üretim Mallarında Faiz

Cahiliye dönemi Arapları arasında üretim ve ticaret işleri için kredi almak bir gelenekti. Taberî, cahiliye döneminde servet sahiplerinin, servetlerini artırmak isteyenlere borç verdiklerini nakleder. Bu sözün aynısı İbrahim Nehaî’den de nakledilmiştir.[67] Daha önce de değindiğimiz gibi Mekkelilerden bazıları Kureyşlilerin ticaret kervanına katılabilmek için borç alırdı. Buradan da anlaşıldığı gibi servet sahipleri insanlara “karzul-hasene”[68] olarak borç vermiyorlardı. Sakifliler Müslüman oldukları zaman İslâm’ın faizi yasakladığını duyduklarında Allah Resulü’ne (s.a.a.) şöyle dediler: “Mallarımızın tamamı faizdendir!” Onlar, Müslüman olmak için Resulullah’a (s.a.a.), Sakiflilerden alınacak faizlerin kaldırması, ancak Sakiflilerin alacağı faizin ödenmesi şartını koştular. Ancak Allah Resulü (s.a.a.) onların bu şartlarını kabul etmedi.[69]

Tüm bunlar, Sakiflilerin banka sistemi kurmuş olduklarını; bir taraftan faizli borç alıp diğer taraftan da faizli borç verdiklerini göstermektedir.

Bunun yanı sıra “sünnette faiz “ konusunu ele aldığımızda Ehlibeyt’ten (a.s.) nakledilen rivayetlerde dirhem ve dinarların ticaret ve üretim için borç alınıp kullanıldığını göreceğiz. Ancak bu alanda sorulan sorulara Ehlibeytin (a.s.) verdiği cevaplardan bu tarz faizi uygun görmedikleri anlaşılacaktır. Bu rivayetler de Arapların ticaret ve üretim işlerinde faizi iyi bildiklerini göstermektedir.

Sonuç

Yukarıdaki konular toparlandığında Arap yarımadasında yaygın olan faiz ile diğer yerlerde yaygın olan faizin bir farkının olmadığı anlaşılmış ve genel olarak iki yerde faizin alındığı kesinleşmiştir:

1- Borç

2- Ödeme süresini uzatmak.

Borçtaki faiz bir malın belirli bir süreye kadar borç verilip karşılığında daha fazla miktarın ödenmesinin şart koşulmasıdır. Elbette bu anlaşma tarafların rızası doğrultusunda aylık olarak veya bir defada ödenmekteydi.

Ek süreye karşılık şöyleydi: Borç alan şahıs veresiye alım, selef veya herhangi bir nedenle belirlenen tarihte borcunu ödeyememesi durumunda borcunu ödemesi için ek süre istediğinde asıl borcun miktarı artırılırdı.

[1]     Cevad Ali, el-Mufassal fi Tarihi’l-Arabî kable’l İslâm, c.7, s. 227 ve 228.
[2]     Cevad Ali, el-Mufassal fi Tarihi’l-Arabî Kable’l İslâm, c. 4, s. 113.
[3]     Kureyş suresi/ ayet: 1 -2.
[4]     Ahmed İbrahim Şerif, Mekketu ve’l-Medinetu fi’l-Cahhilyyeti ve’l-Ahdi’r-Rasul, s. 200 ve 202.
[5]     Kureyş suresi/ ayet: 3-4.
[6]     Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed Cezrî (İbni Esir), Usdu’l-Gabe, c. 4, s. 258.
[7]     Mekketu ve’l-Medinetu fi’l-Cahiliyyeti ve Ahdi’r-Rasul, s. 200 ve 202. El-Mufassal fi Tarihi’l-Arabî Kable’l İslâm, c. 7, s. 285.
[8]     Vaqidî, el-Megazi, Araştırma Marsden Conz, c. 1, s. 197; Said Afganî, Esvaku’l-Arabî fi’l-Cahiliyyeti ve’l-İslâm, s. 134-137.
[9]     el-Mufassal fi Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 228.
[10]    Esvaku’l-Arabî fi’l-Cahiliyyeti ve’l-İslâm, s. 137 ve 138.
[11]    Ebu’l Ferec el İsfahanî, el-Eğani, c. 6, s. 345.
[12]    el-Egani, c. 6, s. 345.
[13]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 261.
[14]    Tarih-i Yakubî, c. 1, s. 242-244.
[15]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 294 ve 295.
[16]    el-Meğazi, c. 1, s. 27 ve 200; Muhammed b. Yusuf Şamî, Subulu’l-Huda ve’r-Reşadi fi Sireti Hayri’l-İbadi, Araştırma İbrahim Terzi ve Abdulkerim Ğerbavî, c. 4, s. 31.
[17]    el-Megazi, c. 1, s. 198; İbni Saad. et- Tabakatul-Kubra, c. 2, s. 36.
[18]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 232, 237, 307 ve 308; Mekketu ve’l-Medinetu fi’l-Cahiliyyeti ve’l-Ahdi’r-Rasul, s. 204-206.
[19]    el-Megazi, c. 1, s. 200; el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, s. 301-315.
[20]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, s. 296 ve 297.
[21]    Mekketu ve’l-Medinetu fi’l-Cahiliyyeti ve’l-Ahdi’r-Rasul, s. 365.
[22]    Tarih-i Taberi, c. 2, s. 396; el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 407 ve 421.
[23]    Tarih-i Taberi, c. 2, s. 396; el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 407 ve 421.
[24]    Tarih-i Taberi, c. 2, s. 396; el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 434 ve 435.
[25]    Mekketu ve’l-Medinetu fi’l-Cahiliyyeti ve’l-Ahdi’r-Rasul, s. 212 ve 214. el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, s. 404 ve 421.
[26]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 404.
[27]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 425.
[28]    Muhammed b. İsmail Buharî, Sahih-i Buharî c. 2, cüz. 4, s.116; Bazı tarihî kaynaklarda Muhammed b. Mesleme yerine o şahsın Ebu Naile Silkan b. Selame olduğu geçmektedir. O kaynaklardan bazıları: İbn’i Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, c. 3, s. 59; Muhammed b. Ahmed b. Zehebî, Tarihu’l-İslâm ve Vefayatu’l-Meşahiru ve’l-Â’lâm, Araştırma, Abdusselam Tedmurî, el-Meğazi, s. 163.
[29]    Ebu Ubeyd, el-Emval, s. 202; Belazurî, Futuhu-l Buldan, s. 76 ve 77.
[30]    Bakara, 275.
[31]    Bakara, 275.
[32]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 426.
[33]    İbn-i Kesir, el-Bidayetu ve’n-Nihaye, c. 2, s. 305.
[34]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 421. Mekketu ve’l-Medinetu fi’l-Cahiliyyeti ve’l-Ahdi’r-Rasul, s. 212 ve 214.
[35]    Ruhu’l-Meanî, c. 3, s. 52; Mecmau’l-Beyân, c. 1, s. 392.
[36]    et-Tefsîru’l-Kebir, c. 7, s. 99.
[37]    el-Meğazi, c. 3. s. 967.
[38]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 432.
[39]    Mekketu ve’l-Medinetu fi’l-Cahiliyyeti ve Ahdi’r-Rasul, s. 368 ve369; Ebu’l-Kasım İctihadî, V’a’z-i Mâlî ve Mâliye-i Müslimîn Tâ Pâyân-ı Devrân-i Emevî, s. 90 ve 91.
[40]    Âl-i İmran, 130.
[41]    Süleyman b. Aş’as, Sunenu Ebi Davud, Kitabu’l Buyu’,c. 3, s. 244, Bâbun fi Vaz’ir Riba, h. 3334; Celaluddin Abdurrahman Suyutî, ed-Durru’l Mensur, c. 1, s. 367.
[42]    Nisa, 160-161.
[43]    Ayetullah Burucerdî Denetiminde, Camiu Ahadisi’ş -Şia, c. 18, s. 198; Ali b. Huseyn Ali Ahmedî, Mekatibu’r-Resul, s. 321; el-Emval, s. 202, h. 503.
[44]    ; el-Emval, s. 202, h. 504; Futuhu’l-Buldan, s. 76 ve 77.
[45]    Ebubekir Cessas, Ahkâmu’l-Kur’ân, c. 2, s. 184.
[46]    Kiyahersî, Ahkâmu’l-Kur’ân, c. 1, s. 232.
[47]    Ebubekir Cessas, Ahkâmu’l-Kur’ân, c. 2, s. 186.
[48]    et-Tefsîru’l-Kebir, c. 7, s. 93.
[49]    İbni Hacer Heysemi, ez-Zevacir an İtirafi’l-Kebair, c. 1, s. 369.
[50]    Refik Yunus Mısri, el-Cami fi Usuli’r-Riba, s. 25; ed-Durru’l-Mensur, c. 1, s. 365; Malik b. Enes, Muvatta’, Araştırma: Muhammed Fuad Abdulbaki, c. 2, s. 672.
[51]    Ali b. Ahmed Nişaburî, Esbâbu’n-Nuzul, s. 59; Tefsîru’l-Begavî, Araştırma, Halid b. Abdurrahman ve Mervan Sivar, c. 1, s. 264.
[52]    Câmiu’l-Beyân Fi Tefsîri’l-Kur’ân, c. 4, s. 59; el-Menar, c. 4, s. 123.
[53]    Beyzavî, Envâru’t-Tenzil Ve Esraru’t-Te’vil, s. 288 (Âl-i İmran Suresinin 130. ayetinin açıklaması).
[54]    Câmiu’l-Beyân Fi Tefsîri’l-Kur’ân, c. 4, s. 59.
[55]    ed-Durru’l-Mensur, c. 1, s. 366.
[56]    ed-Durru’l-Mensur, c. 1, s. 366.
[57]    ed-Durru’l-Mensur, c. 1, s. 365.
[58]    Câmiu’l-Beyân Fi Tefsîri’l-Kur’ân, c. 4, s. 59.
[59]    Mustafa Rafiî, el-İslâm ve Muşkilatu’l-Asr, s. 211.
[60]    Muhammed b. Ahmed Ensarî Kurtubî, el-Cami’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, c. 3, s. 358.
[61]    Bedruddîn Mahmud b. Ahmed b. Aynî, Umdetu’l-Kâri’, c. 11, s. 199.
[62]    İbn-i Ruşd, el-Mukaddimatu’l-Mumehhidat, Araştırma: Said Ahmed A’rab, c. 2, s. 185.
[63]    İbn-i Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azim, c. 1, s. 434.
[64]    Ebu’l-Muzaffer Sam’anî, Abdulkadir Mansur, Tefsîru Sureteyi’l-Fatiha ve’l-Bakara, c. 2, s. 457.
[65]    Câmiu’l-Beyân Fi Tefsîri’l-Kur’ân, c. 4, s. 59; el-Menar, c. 4, s. 123.
[66]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 433.
[67]    el-Mufassal fî Tarihi’l-Arabî Kable’l-İslâm, c. 7, s. 428.
[68]    Karzu’l-Hasene, güzel borç anlamına gelir. Böyle bir borçta sadece boçluya yardımcı olma gayesi vardır ve faiz sözkonusu değildir. (Mütercim).
[69]    ed-Durru’l-Mensur, c. 1, s. 364 ve 366.