İlk insanların karşısında iki önemli sorun vardı: İhtiyaçlarını her an karşılayacak durumda olmadıkları gibi ihtiyaçlarını temin edebilseler de elde ettiklerini koruyacak durumda değildi. Büyük zahmetlerle kazandıkları mallar, her zaman için bozulma, çalınma ve vahşi hayvanların saldırısına uğrama gibi tehlikelerle karşı karşıyaydı. Örneğin bir balıkçı avladığı balığı veya çiftçilikle uğraşan biri elde ettiği meyve ve hububatı uzun süre koruyamıyordu.

İlk insanlar, borç vermek ve borç almak suretiyle bu sorunu çözüme kavuşturdular. Avcı, avının fazlasını avlanamayan kişiye daha sonra geri alma şartıyla borç olarak veriyordu.Bu şekilde sadece borcu ödeme sözünü alarak karşılıksız borç vermekle her iki taraf da kendi hedefine ulaşmış oluyordu.Bu şekilde borçlanmak her iki taraf için de istenilen bir şeydi. Fakat insanlar mallarını muhafaza etmenin yolunu öğrendikçe karşılıksız ve faizsiz borç vermeğe isteksiz oldular. Dolayısıyla bir süre sonra yanında fazlalık alma şartıyla borç vermeye başladılar.İşte faiz ilk insanlar arasında bu şekilde ortaya çıktı, ekonomi ve ticaretin genişlemesiyle paranın da alışveriş vesilesi olması bunu yaygınlaştırdı. Faiz zamanımızda birçok ülkede resmileşmiş ve yaygın bir hale gelmiştir.

Şimdi faizin çeşitli ülkelerde olan tarihine bir göz atacağız ve değişik mezheplerin bu konu hakkında olan görüşlerini incelemeye çalışacağız:

1- Eski Toplumlarda Faiz

Sümerler’de Faiz

Kredi alma kültürü Sümerler’de de yaygındı. Onlar kredi veren kişiden altın veya gümüş türü şeyleri borç alıyor ve karşılığında da aynı malın yıllık gelirinden % 15 ila % 33 arasında kâr veriyorlardı. Sümerlerin o dönemdeki iş ve kazançlarının istikrarsızlık kaygısıyla iç içe olduğu tahmin edilebilir. Sümerler ticarî akidleri ve kredi verme kuralını uygulayan ilk kavimdir. Ayrıca altın ve gümüşün bir ölçü olarak kullanılması da onlardan kalmıştır.

Mısır’da Faiz

Eski Mısır’da alışverişlerde sikke kullanımı yaygın değildi, her şey hatta memurların aylıkları bile aynî mal olarak ödenirdi.

Üçüncü Tutmosis’un fütuhatından sonra değerli metaller ülkeye ithal edildi. Ticaret adamları alışveriş yaptıkları şeyin değerini altın halkalar ve külçelerle ödemeğe başladılar. Onlar sikke olmadığından dolayı alışverişlerde altını tartarak veriyorlardı. Ticarî senetler itibar gördüğü için çoğu zaman tahvil veya tahvil yerine kullanılan senetlerle mal karşılığı mal alım-satımı yapılıyordu.

Kabilelerden birinin reisi olan Buhuris, Milattan Önce faizin, anaparanın aslından fazla olmayacağı konusunda bir kanun çıkardı. Buhuris’in 3000 yıl önce çıkardığı kanun Yirminci Asır’da Mısır’ın Medeni Kanunu’nda yer almış ve bu kanuna 242. maddede değinilmiştir.

Yunan’ın eski filozoflarından ve kanun koyucusu Solon, gerekli düzenlemeler çerçevesinde kâr alınmaması gerektiğine değinmiştir.

Babil ve Asur’da Faiz

Babilliler kâğıt para gibi kullanılan senetleri tanıdıkları için sikke kullanmazdılar. Hatta Hammurabi’den önce karşılıklı mübadelerde de gümüş ve altın külçelerle alışveriş yaparlardı. Onların arasında faiz oranı yüksek olduğundan mal ve değerli madenleri ipotek olarak alırlardı.

Devlet, değerli madenler için alınan kredinin yıllık kâr oranını % 20 ve mal için alınan kredinin kâr oranınıda % 33 olarak belirlemişti; ancak tacirler işten anlayan kişileri istihdam ederek pratikte kanunu çiğniyorlardı. O zamanlar banka ve döviz alıp satma yerleri yoktu, ancak bazı zenginler kuşaktan kuşağa değerli madenleri borç olarak veriyorlardı. Mallarını bu tür zenginlerin yanında emanet bırakanlar kendi taahhütlerini yazılı senetlerle yerine getirebiliyordu. Çoğunlukla tarım işleri için Kâhinler de halka borç veriyordu.

Kanun bazı zamanlarda kredi alan kişinin lehineydi; örneğin çiftçi borç aldığında ve o yıl kurak geçtiğinde veya mahsulü sel yok ettiğinde o yıl için borç ödemekten muaf tutulurdu. Bununla birlikte çoğu zaman kanun mal sahibinin çıkarını gözetiyordu.

Babillilerde borç alan kişinin, herhâlükârda aldığı borcu tastamam ödemeyi üzerine alması kesin bir kanun gereğiydi. Bu yüzden borç veren kişi üç yıl boyunca borç alan kişinin oğlunu veya kölesini alıp yanında tutma hakkına sahipti.

Asur halkının iktisadî durumu Babillilerden çok da farklı değildi; zira bu iki bölgenin halkı gerçekte aynı kültüre sahipti. Asurlarda kurşun, alüminyum, gümüş ve altın mübadele vesilesi olarak kullanılıyordu. Asurlularda özel bankalar tacir ve esnafa borç verir, buna karşılık % 25 kâr alırdı.

Eski İran’da Faiz

Eski İranlılar ticareti aşağılık bir iş sayar, pazarı da yalan ve aldatma merkezi olarak telakki ederdi. Bu yüzden ülkede genellikle ticareti İranlı olmayan Babilliler, Fenikeliler ve Yahudiler yapardı.

Lidya’dan İran’a sikke parası girmeden önce işçi ücreti, kredi ve sermaye kârı ödemeleri aynî mal olarak yapılırdı. İran padişahlarından Daryuş altın ve gümüşü karıştırarak “Derik” denilen parayı çıkardı ve üzerine de kendi resminin yapılmasını istedi. “Derik” altının yanında gümüşün değeri 1/13.5 kadardı. Bu değerlendirme altın ile gümüş farkının başlangıç noktasıydı. Derik terimi “Zerik”ten alınmış ve altın anlamındadır. Faiz İranlılar arasında yaygın değildi, ancak onlar alınan kredinin ödenmesini farz ve kutsal bir iş sayardı.[1]

Hindistan ve Çin’de Faiz

Eski Hindistan’da banka olmadığından halk parasını evlerinin bodrum katlarında veya evlerinin gizli bölümlerinde koruyordu. Koruma gücü olmayan ise elindeki parayı, koruması için bir dostuna emanet ederdi. Tacirler Budizm döneminde ellerinde bulunan değerli senetleri alışverişte kullanmak suretiyle banka sisteminin oluşmasını sağladılar. Hindistan’da alınan kredinin kâr payı % 18 idi.[2] Megastenes şöyle diyor: Hint halkı ne borç almasını biliyor, ne de parasını faize vermesini! Hintli birinin hata yapması, beklenenin dışında bir şey sayılırdı. Bu yüzden Hintliler herhangi bir anlaşma yapmadıkları gibi kefalete de ihtiyaçları olmazdı. Hint halkından birisi, topladığı paralarını alışveriş ve iktisadî bir sözleşmede kullanamadığı durumda onları gizli bir yerde saklamak zorunda kalırdı veya onunla değerli sayılan mücevherleri almayı tercih ederdi.

Brahmanların itirazına rağmen kredi kültürü yavaş yavaş yayılmaya başladı. Kredi alındığında faizin miktarı genelde % 20 idi. Ancak bu, kredi alan kabilenin durumuna göre % 12 ile % 60 arasında değişmekteydi.

Kredi alan şahıs borçlardan kurtulmak için iflas ettiği yönünde her hangi bir bildirimde bulunamadığı gibi öldüğünde de onun çocukları altı nesle kadar borçlu şahsın borçlarını ödemek zorundaydı.[3]

Eski Çin’de malî değeri olan kâğıtların kullanılması ve sikkelerin yaygınlaşması, alışveriş işini kolaylaştırıyordu. Çin tüccarları % 36’lık yüklü kâr paylarıyla birbirlerine kredi veriyorlardı. Tefeciler katlandıkları zorluk ve tehlikeler oranında kredi alan şahıstan faiz alıyordu. Onlar sadece borç ve krediye ihtiyaç duyulan dönemlerde halkın nezdinde saygınlığa sahip olurdu. Eski bir Çin atasözünde şöyle denilir: “Büyük hırsızlar sarraflık yapar.”[4]

Yunanlılarda Faiz

Eski Yunan filozoflarının çoğu faizi kötü bir şey sayardı. Eflatun (M.Ö. 247-428) faizi, Kanun adlı kitabında yasaklamayı önermiş ve şöyle yazmıştır: “Hiç kimse kendi kardeşine faizli borç verme hakkına sahip değildir.” Eflatun borçlunun ihtiyacı durumunda borcunu ödememe hakkına sahip olduğunu da söylemiştir.[5]

Eflatun şöyle der: Para ile fazilet bir terazinin iki tarafı gibidir, terazinin bir tarafının yukarı doğru gitmesi ve diğer tarafının da aşağıda olması mümkün değildir. O, para ve servete gönül bağlamanın kötü bir şey olduğunu belirtmiş ve faiz yemeyi yasaklamanın gereğini ileri sürmüştür. Eflatun, halka altın ve gümüş yerine kendi çocuklarına buna eğilim yerine erdemi miras bırakmalarını tavsiye etmiştir.

Eflatun’un öğrencisi olan Aristo (M.Ö. 322-382) tabii ekonomiyi savunmuş ve paraya dayalı ekonomiyi eleştirmiştir. Ona göre ancak tabii ekonomide üretim olur. Fakat parasal ekonomi olan ticareti kötü saymıştır.

Aristo faizin en büyük muhaliflerindendi. Onun görüşüne göre para, alışveriş için bir araçtan başka bir şey değildir ve toplumda alışveriş işlemini kolaylaştırmak için kullanılan bir şeydir. Parayı borç olarak verip karşılığında kâr payı almak anormal bir durumdur; çünkü para kendi halinde üretken değil, aksine kısırdır.[6]

Will Durant, Yunanlılar arasında yaygın olan faiz hakkında şöyle der: “Atina’da kâğıt para, devlet kredisi, şirket hissesi, borsa ve döviz alışverişi yoktu, ancak bankacılık sektörü normal ve kendini kaybetmeyecek şekilde çalışmaktaydı; zira krediye ihtiyacı olmayanlar ve bilginler, faizi bir suç olarak görüyordu. Beşinci asırda Atina halkı, servet sahipleri ve para biriktirmek isteyenler paralarının çoğunu yanlarında saklar ve bankalara para yatırmazdı. Ancak halktan bazıları ise güvence karşılığı % 16 ila % 18’lik kâr payı mukabilinde paralarını borç olarak verirlerdi. Bir grup ise parasını kâr payı almaksızın kendi dostlarına kredi olarak verir veya mabetlere emanet olarak bırakırdı.

Mabetler bankaların yerine düşük faizle halka kredi vermeye başladı. Delfi’deki Apollo mabedi Yunanistan’ın uluslararası bankası sayılırdı. Devletler halktan kredi almazdı; ancak bazı özel durumlarda devletler birbirlerine kredi vermeye başladılar. Beşinci asırda masaları başında oturan sarraflar git-gide insanlardan emanet olarak aldıkları paraları tacirlere % 12 ila % 30 arasında değişen faizlerle borç vermeye başladılar. Böylece Atina sarrafları bankacı oldu. Gerçi eski Yunan tarihinin sonuna kadar onların “masa sahibi” anlamındaki “Trapezite” olan isimleri kalmıştır.”[7]

Eski Yunan’da faizli borcun amacı sadece tüketim ve günlük ihtiyaçları karşılamanın yanı sıra gelişmekte olan ticaretin büyümesi için kullanılırdı. Eski Yunan’da faizli krediye sadece halk mübtela değildi; hatta devlet bile kendi işlerini yapmak için faizli kredi almak zorunda kalmıştı. Faizli kredi almanın en büyük sebeplerden birisinin, o zamanki dinî inancın halkı faize teşvik etmesi ve bu tür borca sessiz kalması olduğu söylenebilir. Çünkü halk üzerine hâkim olan inanç sistemi eğer faizli borcu engelleme girişiminde bulunsaydı faizli borç bu kadar çok yayılmazdı.

Yunanlılar karada ticaret yapmak için alınan borç ile denizde ticaret yapmak için alınan borç arasında fark gözetiyordu. Çünkü karada alınan kredinin sadece ödenememe tehlikesi vardı, ancak deniz ticareti için alınan kredi yüzlerce tehlikeyle karşı karşıyaydı. Tehlikeleri azaltmak için konulan güvencelere rağmen tehlikeler çoğaldıkça faiz oranı da yükseliyordu. Dolayısıyla bu durum karada alınan krediye de etki ediyordu.

Karada yapılacak ticaret için alınan kredinin yıllık faizi % 12, ticaret dışında başka şeyler için alınan kredinin yıllık faizi % 16 ila % 18 ve deniz ticareti için alınan kredinin faizi % 20 ila % 40 hatta % 60’lara kadar çıkmaktaydı. Deniz ticareti için alınan kredinin faizi tehlikenin çeşidine, şahsın konumuna, geminin durumuna, yolculuğun süresine, iktisadî ve siyasî durumlara bağlıydı.

Yunanistan’da borç konusu için alınan tedbirlere rağmen yine de durum borçlular için kötüleşiyordu. Buna; kâr paylarının birleştirilmesi veya ortak kâr (ödenmeyen faizlerden faiz almak), aynı şekilde borç verilen meblâğın azaltılması ve borç verildiğinde kesinti yapılmak suretiyle alınacak faizin vadesinden önce alınması gibi hususlar örnek gösterilebilir.[8]

Eski Roma’da Faiz

Borç verme kültürü Roma’da çok eskiye dayanan bir gelenekti. Roma’nın komşu ülkelerle peyderpey yaptığı savaşlar, halkın ekonomik durumunu kötüleştirmiş, onları yorgun ve bitkin düşürmüş, ticaret ve sanata karşı tembelleştirmişti. Bu yüzden insanlar borç almak zorunda kalmıştı. Ancak aldıkları borcu ödeyecek güçleri yoktu. Bu yüzden devlet borç almayı engellemeye matuf ağır cezalar ve kanunlar çıkarmak zorunda kaldı.

Roma yasalarına göre alacaklı, borçlu şahsı borcu ödemeye gücü olmadığı zaman altmış gün kendi hapsinde tutma hakkına sahip olduğu gibi borçluyu pazarda satma hakkı da vardı. Hatta borçlu borcunu ödemek istemediğinde veya ödeme gücü olmaması durumunda alacaklının onu öldürme hakkı vardı.

Bu durum daha sonraki zamanlarda değişti. Roma’nın Cumhuriyet olduğu son dönemlerinde komşu ülkelerle bağlantılar kurdular ve bunun neticesinde ticaret az da olsa gelişti. Yeni yolların yapılmasıyla naklîyecilik arttı ve halk zenginleşmeye başladı. Romalılar topraklarını genişlettikçe sermayeye daha çok muhtaç olmaya başladılar. Bu yüzden şirketler kurmak zorunda kaldılar. Şirketlerin oluşması neticesinde elde edilen paralarla Roma dövizciliği ve bankacılığı gelişti. Yabancıların Romalılarla bağlantı kurması kredi kültürünün gelişmesine sebep olmuş ama yine de kredinin faizi yüksekti.

“On İki Levha Kanunu” dönemine kadar geçen ilk üç asır süresince hiçbir yasa faiz miktarını sınırlamadı. M. Ö. 450 yılında Roma’da “On İki Levha” adı altında anayasa kanunu tasvip edildi. Bu kanun, Roma’da cüz’i değişikliklerle 900 yıl hüküm sürdü. “On İki Levha” kanunu dönemi Roma halkının zorluk ve sıkıntı geçirdiği zamanlardan birisiydi. Bu levhalara göre yıllık 1/3,8’den fazla faiz almak yasaktı. M. Ö. 347 yılında levhaların belirlediği orana göre faiz % 5’ti. M. Ö. 342 yılında da sıfıra kadar düşürüldü. Ancak halk bu Aristokratik yasağa rağmen faizin % 12’ler üzerinde olmasının yanı sıra farklı yollarla en düşük faizi % 12 olarak alıyorlardı. Ancak kredi sahipleri bazen iflas bayrağı çekerek, bazen de yeni yasadan yararlanarak bu ağır yükün sorumluluğundan kaçmak zorunda kalıyordu.

Devlet M. Ö. 352 yılında kredi alanların kredilerinin ipoteği için yeni çözüm üretti ve borç verenlere de ipotek verenlerden daha az kâr almalarını mecbur kıldı. Şehrin büyük meydanıyla bağlantılı olan bir caddeyi dövizcilere has kıldı. Para karşılığında arazi, mahsul veya devlet sözleşmeleri, ticaret işlerinin yapılması veya yolculuklar için kredi verilirdi. Zamanla yardım veya şirketleşmek için verilen krediler, esnafın sigortalarının yerini aldı ve bir dövizcinin alışveriş yapması yerine bir kaç kişi toplanarak muamele için gereken miktarı hazırlamak zorunda kaldı.[9]

Roma’nın ekonomide başarılı olduğu dönem, dünya ekonomisinin en parlak ve en iyi zamanı sayılabilir. İmparatorluğun sürdüğü topraklarda iki asır boyuca sadece bir iktisadî sistem işlemekte ve çalışmaktaydı. Bu ekonomik sistemin işlemesi insanın tasavvur edemeyeceği şekilde ticaretin açılmasına sebep oldu. Bunun yanı sıra bankacılık, döviz alış verişi her yerde ve her hâlükârda devam etmekteydi. Romalılar bankalara para yatırıp kârını alıyor, çek veriyor ve havale gönderiyorlardı. Emlak alış-verişi yapıyorlardı. Sermayeyi çalıştırıyor, verdikleri borçları topluyor ve kişi veya şirketlere kredi veriyorlardı. Bu tür banka sisteminin çalışması Yunanistan’dan, yani Doğu’dan alınmış Yunanlılar ve Şamlılar elinde olan İtalya’da (Batı’da) kullanılıyordu. Mısır’ın yağmalanmasından elde edilen kâr, İmparator Augustus Oktavianus’un ölümünden sonra % 4’lere düşmüştü. Ancak onun ölümünden daha sonra da % 6’lara kadar yükseldi ve Konstantin sonrası dönemde % 12’lere kadar yükseldi.[10]

Bizans padişahlarından Justiniyen (M.S. 326-565) döneminde kâr payı çiftçilerden % 4, güvence karşılığı şahsî olarak verilen kredilerden % 6 ve tüccarlara verilen kredinin faiz miktarı ise % 8 olarak belirlenmişti. Oysa bu tür faiz oranı dünyanın hiçbir yerinde belirtilen miktarda değildi.[11]

2. Diğer Dinlerde Faiz

Brahman Dininde Faiz

Vedalar Brahmanların en önemli kitabıdır. İktisadla ilgili bir metin olan Vijnuke (veya Vaşyage) kitabının bir faslında borç ve kârı hakkında şöyle bahsedilmiştir: “Faizin oranı ve miktarı toplumun tabakalarına göre farklıdır; alt tabaka daha fazla kâr ödemelidir, güvence olmaması durumunda da aylık % 5 yıllık ise % 60 olmalıdır. Faiz oranı bir tabakanın fertleri arasında anaparanın miktarından fazla olmamalıdır. Ancak faiz oranı değişik tabakalar arasında 3, 4 veya 8 kata kadar çıkabilir.”[12]

Zerdüştlerde Faiz

Zerdüştlerden ulaşan kaynaklar, borç veren şahsın borçludan faiz alabileceği yönündedir. Ancak yoksul olması durumunda borçludan herhangi bir miktarın alınmamasının daha iyi olduğu da belirtilmiştir. Pehlevî dilinde borç olarak verilen paraya “bun” ve faiz olarak alınan miktara da “sud” adı verilmişti.

Zerdüşt şeriatına göre borç veren şahıs alacağı faizi başkasına borç olarak verip faiz alamaz. Zerdüştlerden birisi borç olarak verdiği paranın 4/1’inden fazla kâr alamaz ve aldığı kârı da evinin ailesinin ihtiyaçlarına kullanmalıdır.

Zerdüştlerin rivayetlerinden birinde şöyle gelmiştir: Şahıs kendi zahmetiyle ve sermayesiyle çalışmalıdır, borç sermayesiyle yapılan iş din açısından hiçbir değere sahip değildir.[13]

Yahudilerde Faiz

Yahudilik dini kendi zamanı itibariyle derli toplu ve kâmil bir dindi. Yahudilerin amel ettiği ve Hz. Musa’ya (a.s.) inen İlâhî hükümler Tevrat’ta bir araya toplanmıştı. Günümüzde asıl Tevrat bulunmadığından Yahudi âlimleri onu, esaret[14]* döneminden sonra kendi elleriyle yeniden yazdılar.

Bunların yanı sıra Tevrat’ın fiilî rivayetlerini gözden geçirdiğimizde diğer dinlerde de olduğu gibi Yahudilikte de faizin açık ve net bir şekilde haram olduğu anlaşılmaktadır. Faiz yiyenler uhrevî cezanın yanı sıra oruç tutmak, keffare vermek ve kırbaçlanmak gibi dünyevî cezalara da mahkûm ediliyordu. Şimdi o rivayetlerden bazılarına değineceğiz: “Fakir bir Yahudiye borç olarak bir malı verdiğinde ona karşı tefeci gibi davranma ve ondan faiz talep etme!”.[15]

“Eğer kardeşin fakirleşir ve sana ihtiyaç eli uzatırsa ona yardım et; yabancı da olsa memleketlin de olsa, seninle birlikte yaşaması için ona yardım et; Allah’tan kork ve ondan faiz alma!”.[16]

“Kardeşinden kâr talep etme; ne nakit paraya, ne yemeğe ne de başka bir şeye karşılık borç veremezsin. Sadece yabancı birisine faizli borç verebilirsin.”[17]

Bu tabirden Yahudi olmayan birisinden faiz almanın caiz olduğu anlaşılmaktadır.

Ehlisünnet âlimlerinden Reşid Rıza,

وَاَخْذِهِمُ الرِّبٰوا وَقَدْ نُهُوا عَنْهُ وَاَكْلِهِمْ اَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِرٖينَ مِنْهُمْ عَذَابًا اَلٖيمًا

Yahudilerin zulmetmeleri ve (halkı) Allah’ın yolundan çokça alı‌koymaları sebebiyle kendilerine helâl edilen birçok temiz şeyleri onlara ha‌ram ettik. [18]

Ayetinin tefsîrinde, yukarıdaki hadisi nakletmiş ve kendi üstadı Şeyh Muhammed Abduh’tan Tevrat’ın asıl nüshasında bu ifadenin (yabancı birisine faizli borç verebilirsin) bulunmadığını nakletmiştir. Ancak esaret döneminden sonra yazılan nüshada kardeş kelimesinden böyle bir anlam çıkarılmıştır; yani kardeşin olmayan birisine (Yahudi olmayana) faizli borç verebilirsin.[19]

Yahudilerin Selmunik ve Şulhan Aduh adlı ahkâm kitaplarında faizin çeşitlerine değinildikten sonra şöyle yazmaktadır: “Faiz yiyen şahsın şahitliği kabul edilmez ve onun ameli şirk haddinde ve hayvanca bir harekettir”.[20]

Yahudilikte faizin haram kılınmasının yanı sıra borçlu şahısları koruma amaçlı kanunlar konulmuş ve özel durumlar dışında herhangi bir senet veya bir belge alınamaz hükmü verilmişti. Tevrat’ta şöyle okuyoruz: “Kendi komşuna borç verdiğinde ondan bir senet almak için onun evine girme, borçlunun sana senedi vermesi için onu dışarıda bekle, borçlu eğer fakir olursa ondan aldığın güvenceyi akşam üzeri güneş batmadan ona geri ver, inşaallah verdiğin borç bereketli olacaktır.”[21]

“Yedinci yıl fekki” yasalarına göre alacaklı olan herkes kendi Yahudi kardeşine verdiği borcu bağışlamak zorundaydı. Bu konuda Tevrat’ta şöyle buyrulmuştur: “Eğer bir kardeşin fakirleşirse ona karşı sert olma ve ona karşı cimri olma, ona eli açık ol ve ihtiyacı kadar ona borç ver, ona karşı kalbinde kötü şeylerin oluşmasına izin verme, 7. sene geldi diye fakire karşı kötü davranır ona bir şey vermezsen Allah nezdinde senden şikâyetçi olmasından kork.”[22]

Nakledilen rivayetlerin hepsinden faizin Yahudilikte de haram olduğu anlaşılmaktadır. İsrail oğulları bu hükümlere belli bir süre amel ettiler, ancak daha sonraları mal ve servet düşkünlüğünden dolayı faizli alışverişler yapmağa başladılar. Fakir ve yoksul olanlar aldıkları borçları ödeyemediklerinde alacaklılar, alacakları malın yerine borçluların kendilerini veya çocuklarını almaya ve onları köleleştirmeye başladılar. Tevrat Yahudilerin kendi kavimlerine karşı bu tür kötü davranışları hakkında şöyle buyuruyor: “Halkın ve onların kadınlarının kendi Yahudi kardeşlerine karşı feryatları yüksekti. Onların aralarında bazıları şöyle derdi: Bizler kızlarımızı onların yanına emanet bırakıp biraz buğday alarak açlığın önünü almak istiyoruz. Bazıları da şöyle diyordu: Biz tarla ve bağlarımızı emanet bırakarak açlık döneminde bir lokma ekmek elde etmek istiyoruz. Bir kısım da şöyle diyordu: Bizler gümüşü borç alarak padişahın koyduğu vergiyi ödemek istiyoruz, bizim şu anki durumumuz diğer kardeşlerimiz gibi zayıftır ve kötüdür, çocuklarımız esir edilmiş ve elimizde hiçbir şey kalmamıştır.”[23]

Yahudiliğin tarih kaynakları, onların birbirlerine acımadıklarına, faizin haramlık hükmünü ayak altına aldıklarına ve faiz almalarının yanı sıra bazen borçluları esir alarak başka ülkelere köle olarak sattıklarına şahittir.

Nehemya peygamber halkın kötü durumunu ve feryatlarını gördüğünde faizcileri azarlayarak şöyle dedi: “Onların feryatlarını duydum ve gazaplandım, valilerini azarladım ve şöyle dedim: Sizler kendi kardeşlerinizden nasıl faiz alıyorsunuz!? Sonra büyük bir topluluğu aleyhlerine kıyam ettirdim ve şöyle dedim: Bizler gücümüzün yettiği ölçüde diğer ümmetlere köle olarak satılan Yahudileri geri alacağız, sizin sattığınız kardeşleriniz bize geri satılıyor! Onlar söylediklerim karşısında sustular ve cevap veremediler.”[24]

Yahudiler sonraki asırlarda da faiz almaya devam ettiler. Günden güne faize dayalı faaliyet alanlarını genişlettiler. Bugün dünyadaki piyasalar ve para merkezlerinin çoğunluğu onların elindedir.

Hıristiyanlık’ta Faiz

İncil’i incelediğimizde Hz. İsa (a.s.) ve İncil’in öğretilerinin çoğunluğunun ahlâkî olup ahkâm konusuna daha az yer verildiğini görmekteyiz. Başka bir tabirle Hz. İsa’nın (a.s.) getirdiği hükümlerin çok az olduğunu ve daha çok Tevrat’ı uyguladığı gerçeğini görmekteyiz. Hz. İsa (a.s.) bu konuda şöyle buyuruyor: “Ben Tevrat veya diğer kitapları batıl etmeğe gelmedim, onları tamamlamaya geldim.”[25]

Buna göre Tevrat’ta faizin haramlığı konusunda nakledilen emirler Hz. İsa’nın (a.s.) dinini de kapsamaktadır. Ayrıca bu konunun teyidi için İncil’den birkaç metin beyan edeceğiz:

“Eğer borcu, kendilerinden mükafât beklediğiniz kimselere verecek olursanız, bu niye sizin için bir fazilet olsun ki?!”[26]

“Geri ödemesini ümit ettiğiniz birine borç vermenizin sizin için ne diye fazileti olsun ki?! Günahkârlar da birbirlerine faizli borç veriyor ve onun aynısını almayı bekliyor.”[27]

Kilise Büyüklerinin Görüşleri

Rönesans asrına kadar Hıristiyan alimleri mukaddes kitapla uyum sağlayacak şekilde ağız birliği ederek faizin haram olduğunu söylemişlerdi. Bunun hikmetini açıklamak suretiyle insanların bu günaha irtikap etmelerini engellemeye çalıştılar.

St. Grégoire de Nazianze (329-390) yani Papa I. Greguar ve St. Grégoire de Nysse (331-394) yani II. Greguar, faiz almanın başkasının malını almakla eşdeğer olduğu kanısındaydı. O faiz konusunda şöyle der: “Faiz tabiat ve fıtrata ters düşen bir ilişkinin sonucudur; zira çoğalma, canlı şeylere mahsustur, oysaki nakit olan para kısırdır.” Yine şöyle der: “Faizli borç veren kişi, borçlunun ihtiyacını çoğaltmakla birlikte alacağını tahsil edememe kaygı ve tedirginliğine düşmektedir.”[28]

Sekubar şöyle diyor: “Faizin günah olmadığını düşünen kimse kâfirdir!”.

Peder İovanni şöyle diyor: “Faiz alanlar dünya yaşantılarında şereflerini elden vermişlerdir, ölümden sonra da kefenlenmeye ve dini törene lâyık değildirler.”[29]

Kilise öğretilerinde görüşüne önem verilen San Thomas Aquinas, faizin haramlığı konusunda kilise kurallarını korumak için birkaç delil sunmuştur:

Para kısırdır; yani servet doğurmaz.

Tüketilen mal ile diğer mallar arasında fark gözetmek gerekir. Toprak ve ev gibi mallar tüketilerek yok olmaz ve mal sahibi bunları satmaksızın onların kullanım hakkını başkasına vererek kira alabilir. Ancak tüketilen malların mülkiyeti başkasına geçmeden kullanımı imkânsız olduğundan kira ve kâr almak caiz değildir; zira kredi alan şahıs iki çeşit değer ödemek zorundadır: Birisi krediye sahip olmak için ödenen değer; yani alınan kredinin aslının geri ödenmesi, diğeri ise alınan kredinin kullanımı için alınan kârdır. Oysa borç veren şahıs sadece verdiği borcu almakla yükümlüdür. Başka bir tabirle borç veren şahıs mevcut olmayan bir malı sattığından dolayı faiz almış sayılır ve yapılan bu iş kesinlikle zulme yol açar.

Alınan kâr zamanın değeridir, zaman ise Allah’a (c.c) ait olduğundan borç veren şahıs kâr alma hakkına sahip değildir.

Alınan kâr paranın semeresi (meyvesi) değildir, kredi alan şahsın yaptığı işin neticesidir. Buna göre borç alan şahıs sadece aldığı kadarını ödemekle yükümlüdür fazlasıyla değil.

Borçlu faizi ödediğinde kendi isteğiyle ödemez, borca olan ihtiyacı onu bu işi kabullenmek zorunda bırakmıştır.

Yine St. Thomas Aquinas (San Thoma) borç alan şahsın önceden herhangi bir anlaşmasının olmaması durumunda alacaklıya bir şey bağışlamasının sakıncasız olduğu görüşündeydi.[30]

Mîlâdî 12. asırda bazı hukukçular Justinien’in “Kanunlar Mecmuası” adlı eserine dayanarak kâr payı ödenmesinin sakıncasız olduğunu savunmaya çalıştılar. Ancak “Lateran”ın 3. Konseyinde (şurasında) bir defa daha kâr almayı yasakladılar ve aleni bir şekilde faiz alanın dinî toplantılara katılma hakkının olmadığı hükmünü verdiler. Öyleki, hiçbir keşiş onların doğruluğuna inanmayacak ve öldüklerinde de tevbe etmezlerse İsevîlerin kabristanına defnedilme izni verilmeyecekti.[31]

Hıristiyanlık’ta Faizin Ortaya Çıkışı

Hıristiyan ülkelerinde faiz, asırlar boyunca kilise ve diğer medeni kanunlarca yasaklanmıştı. Hıristiyan kiliseleri faiz alanları Yahudilerle aynı kefeye koyuyor ve onları cezalandırıyordu.

Mîlâdî 12. ve 15. asırlar arasında doğu ile batının bağlantıları güçlenmeye başladı ve her alanda olduğu gibi iktisadî çalışmalarda da değişimler görüldü. Faiz halk arasında yavaş yavaş yayıldı. Sanat ve ticaretin gelişmesi toplumda durgun olan ticaretin gelişmesini sağlamalıydı. Savaş halinde olan ülkeler için borç almak vergi almaktan daha kolaydı. Bu yüzden esnaf hem borç alıyor hem de borç veriyordu. Her iki durumda da faiz, alışverişin temel rüknünü oluşturmaktaydı. Mülk sahipleri topraklarını genişletmek veya haçlı seferleriyle meşgul iken kredi verenleri desteklediler. Faize karşı harekete geçen kiliseler veya ibadethaneler pahalılık veya malî krizleri engellemek için –ellerinde malî kaynaklar olan- Yahudilere el açmak zorunda kaldılar.[32]

Faiz Hilelerinin Kullanılması

Faiz alanlar yasanın pençesinden ve cezalardan kaçmak için çeşitli hileler kullanıyor ve kötü amellerini değişik kılıflar altında gizliyordu.

Yapılan hilelerden bazıları şöyleydi:

1. Mal sahibi iş yapacak olan tacire parasını verirken ticaretten elde edilecek kâr ve zarara ortak olacak şekilde anlaşma yapıyordu. Bu ortaklığın hemen peşi sıra sermaye sahibi kendi olası kârından zarara ortak olmamak için vazgeçiyordu ve sermaye sahibi “sigorta” adı altında yapılan bu iki alışverişten zarara ortak olmaksızın olası kârda hak sahibi oluyordu. İkinci alışverişin hemen peşi sıra mal sahibi olası kârını tacire bir miktar karşılığında kesin kâr elde etmek için üçüncü bir alışveriş yaparak satıyordu. Kesin olan kâr ise gerçekte mal sahibinin en başından kasd ettiği faizin ta kendisiydi. Eğer sermaye sahibi ortaklık sayesinde kâr ve zarara ortak ve % 30 olası kâr göz önünde bulundurulsaydı sigorta antlaşmasında –zarara ortak olmamaya karşı- % 10 olan olası kârından vazgeçmiş olurdu, sonra % 20’lik olası kârını da % 10’luk kesin kâra karşılık ticaret yapan şahsa satabilirdi.[33]

2. “Muhatere” [34] İspanyolca bir kelimedir, büyük bir ihtimalle de Arapça olan “muhatere” kelimesinden alınmış olabilir. Bunun kaynağı faiz hilelerinden biri olan İslâmî fıkıhta yer alan “bey’u’l-ayne” alışverişidir. Müslümanlar İspanya’da oldukları dönemde bu kavram onlardan alınmış ve oradan Avrupa’ya yayılmıştır. Alışverişin yapılış şekli şöyleydi: Birisi başka birine borç vermek istediğinde 400 lira olan bir malı 500 liraya veresiye olarak satıyordu. Alıcı hemen sonra veresiye olarak aldığı malı peşin fiyatına 400 liraya borç veren şahısa satıyordu ve nakit para elde ediyordu, ancak vadesi geldiğindede 500 lira ödüyordu. Borçlu şahıs 400 lira nakit paraya alacaklı ise 100 lira kâr elde ediyordu.[35]

3. Şartlı alışveriş, borç veren şahıs borca ihtiyacı olan şahıstan ev veya bir mülkiyeti ucuz ve gerçek fiyatından daha düşük bir fiyata satın alıyor ve paranın vadesi geldiğinde parayı ödemesi durumunda mülkünü geri vereceğini taahhüt ediyordu. Örneğin borç alan şahıs yıllık 10 lira gelir getiren bir toprağı 100 liraya satıyordu. Topraktan faydalanma hakkına sahip olan alacaklı 100 lirayı % 10’luk miktara borç olarak veriyordu. Vadenin dolmasından sonra mülk sahibi parayı geri ödemiş olursa alacaklı kasd ettiği faiz miktarını elde etmiş oluyordu. Ancak mülk sahibinin borcu ödeyememesi durumunda alacaklı mülkü daha düşük bir fiyata sahiplenmiş oluyordu. Bu yüzden borç alan şahıslar aldıkları borçları ödeyemedikleri için mülkleri faizcilerin mülkiyetine geçiyordu.[36]

4. İpoteğin menfaatlerinden faydalanma; borç veren şahıs borçlunun ev veya başka bir mülkünü ipotek altına alıyor. Borçlu şahıs ise kredi sahibine krediyi ödeyinceye kadar ipotek altındaki mülkünden yararlanma izni veriyor. Papa 3. Aleksander (M. 1163) rahiplerin yaptıkları bu hile ile ilgili şöyle diyor: “Halk faizden aşırı derecede nefret etmektedir, ancak faizciler yine de ihtiyacı olanlara kredi veriyor ve onların verdiği ipoteğin kârı kredinin aslından da fazla olduğu halde ondan faydalanıyorlar.”

5. Bankaların çoğunluğu verdikleri kredilere karşılık açık bir şekilde faiz alıyordu. Bu yasaya dayalı faizin yasağı sadece şahısları ilgilendirmektedir, kurum veya kuruluşları değil.

6. Dövizciler faiz almayı para değişimi adı altında yapmaktadırlar.

Faizin Sınırlarını Daraltmak

Avrupa ticaretinde meydana gelen değişimler, halk arasında faizin yaygınlaşmasına yol açtı ve insanlar işlerini gizlemek için çeşitli yollara tevessül ettiler. Kilise bu durum karşısında geri adım atmak zorunda kaldı ve istisnaları kabul ederek faizin sınırlarını daraltmaya başladı. Kabul edilen istisnalar şunlardan ibarettir:

1- Kârın bir miktarını “el emeği” olarak almak: Kredi verenler kârın bir miktarını çalışanlarının ve müesseselerinin el emeği olarak kredi alan şahıstan alabiliyorlardı. Böylece bankalar ve bankerler bu kanuna dayanarak müşterilerden yasaya uygun bir şekilde kâr alma hakkına sahip oldular.

2- “Faizi “Gecikme zammı” olarak almak”: Kredi veren şahıs borcu verdiğinde borçlunun aldığı borcu zamanında ödeyememesi durumunda aylık belli bir miktar ceza ödeme zorunluluğu şartı koydu. Kilise ilk başlarda bu yasayı kabul etmekte zorlandı ancak sonrasında ceza miktarının çok olmaması, aşırı faize kaçmaması ve sadece borçluyu borcunu ödemeye zorlaması şartıyla kabul etti.

Faizciler bu yasadan sonra vadeleri kısa süreli tutmaya başlamıştı. Bu yüzden borçlunun, borcunu ödemeye gücü yetmezdi ve ceza ödemek zorunda kalırdı. Ceza miktarı ise kâr oranına göre belirlenirdi.

3- Kredi veren şahıs, borç vermekle kaybettiği kârına karşılık belli miktar kâr alma şartını koşabilirdi. Bu istisnada ise üç şart göz önünde bulunduruluyordu:

a) Krediyi veren ve alan şahıs, antlaşma anında böyle bir şart üzerinde tevafuk etmeliydi.

b) Kâr oranı kredi veren şahsın parayı kullanması durumunda kazanacağı miktardan daha fazla olmamalıydı.

c) Kredi veren şahsın verdiği para dışında kullanarak kâr elde edeceği başka bir parası bulunmamalıydı.

Bu istisna üzerinde Hıristiyan alimleri arasında ihtilaf vardı. Kilisenin ilk öğretilerinin taraftarları bunun karşısında direndiler. Ancak sonunda bu kuralı kabul edenler kazandı ve onu caiz saydılar.

4- Tehlikeye (risk’e) karşı faiz almak: Borç veren şahıs kârın bir kısmını sermayenin aslını bazı tehlikelerden korumak için borçludan alıyordu. Ancak borçlunun – ödemeye gücü olmadığı veya kötü niyet taşıdığı için – borcunu ödememe tehlikesi kâr alınmasını caiz kılmak için yeterli değildi.

Kilisenin ilk öğretilerine inananlar kâr alma karşıtı idiler. Ancak kârı savunanlar, alınan faizi “tehlike kârı” ismiyle gerekçelendirdiler ve bu konuda ticarî ortaklıkta kâr almanın dayanaklarından birinin “tehlike” olduğunu kabul eden San Thoma Aquin’in istidlaline sığındılar.

San Thoma şöyle diyor: Mal varlığını tacir veya sanatkâra ortak olmak için teslim eden şahıs, malın tamamında tasarruf hakkını ona tam olarak teslim etmemiştir. Mal sahibi, malını teslim ettiği kişiye kendi sorumluluk hakkını, yani malının başına gelebilecek tehlikeden bir bölümünü üstlenme hakkını teslim etmemiştir. Bu yüzden mal sahibi kârın bir miktarını talep edebilir.

San Thoma’nın görüşüne göre tehlikenin bölünmesi adalet ve ortaklık kavramına göre olmalıdır. O iktisadî faaliyetlerin tehlikesinin ortaklar arasında bölünmesini ve kâr alabilme hakkının da buradan doğduğunu kabul etmektedir. Ancak faizi helâl kabul edenler San Thoma’nın ortaklık konusundaki görüşünü – kasden veya bilmeden – borç konusunu da kapsayacak şekilde genişletmiş ve şöyle demişlerdir: Faizli borç veren kimse verdiği borcu geri alamama tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğundan kâra ortak olmalı ve verdiği borca karşılık faiz alma hakkına sahip olmalıdır. San Thoma’nın sözlerinden algılanan bu düşünce onun fikirlerinde yatan hedefin aksinedir; çünkü işin bu şekliyle kredi veren şahıs, borçtan doğacak tüm tehlikelerden kurtulmuş olur.

5- Kilise öğretilerine göre kişiler zaruri durumlarda faizli borç alma hakkına sahip idiler. Bu istisna sayesinde normal insanların yanı sıra papazlar bile faizli borç alıyordu. Bu durum sayesinde bazı konular haram faiz dairesinden çıkarıldı. Örneğin kimsesiz çocuk bakıcı kurumları, yetim çocukların mallarını koruma amaçlı faizli borç verme yetkisine sahip oldular. Kadınlar bazı durumlarda mihirlerini kâr elde etmek amacıyla kullandılar. Geçmişte fakir insanlara kârsız borç beren hayır kurumları da zaruret meselesini referans alarak % 10’luk bir kâr oranı ile kredi vermeye başladılar ki Mîlâdî 1486 yılında Papa VIII. İnosantes bunu teyit etti.[37]

Faizin Caiz Kılınmasının En Son Aşaması

12 ile 15. asır arasında oluşan iktisadî değişimler kilisenin faizin haramlığı konusunda geri adım atmasına ve sınırlarının daralmasına sebep oldu. 15. ile 18. asırlar arasında Hıristiyanlıkta meydana gelen siyasî ve kültürel gelişmeler faizin helâl kılınmasına sebep oldu. Avrupa’da siyasî, iktisadî ve toplumsal esasların değişmesi, kilisenin eski gücünü kaybetmesi, Amerika’nın keşfedilmesi, Doğu ile Batı tacirlerinin aralarındaki ticarî bağın gelişmesi, toplumlardaki servet kaynaklarının en önemli unsurunun para olduğunu savunan Merkantalizm mektebinin ortaya çıkışı ve diğer sebepler birçok iktisatçıyı faiz alma yasağını ortadan kaldırmaya ve faizin caiz olduğu konusunda bazı önerilerde bulunmaya sevk etti.

Bu dönemde faizin caiz olduğunu savunanlar konuya farklı şekilde yaklaşarak şöyle dediler: Mevcut ideal dünyada faizsiz bir ekonomiyi tasavvur etmek mümkün olsa bile gerçek âlem ve yaşantı şartlarında bunu düşünmek mümkün değildir. Bu yüzden faizin haramlığı noktasında biraz daha toleranslı olmak daha iyidir. Bu görüşü savunanlar faizin haramlığını ahlâkî bir mesele olarak tanıtmış ve yasalar açısından yasağı kaldırmaya çalışmışlardır.

Şimdi faizin helâl olmasına ortam hazırlayan ve faizi savunanlardan birkaç kişinin görüşüne değineceğiz:

Jean Calvin (M. 1509-1564)

Calvin faizsiz borcu reddedenlerin birincisi değildir. Ancak 16. asrın ortalarında temkinli ve sessiz bir şekilde faizsiz borcu reddedenlerin en tanınmış olanıdır. O, faizin normal miktarı aşması durumunda ve fakirlerden alınması halinde haram olacağı ve ahlâkî açıdan yasaklanmış olacağı kanısındadır. Tevrat’ta yasaklanan ve haram kılınan faizin ise Yahudilere has olduğu Hıristiyanları kapsamadığı inancındadır. O şöyle diyor:

“Normalde kredinin kârsız olması doğru bir şey değildir. Paranın borçtaki rolü ev, bahçe vb. şeylerin alışverişlerdeki rolü gibidir. Bir evde sadece duvarın, tavanın ve inşaat malzemelerinin olması menfaat sağlamamaktadır. Evin kalınacak şekilde olması ve bir başka malla değiştirilmesi fayda sağlayacağı durumda alışveriş için elverişli olur. Nakit konusu da aynıdır; zira nakit parayla ev ve arsa alınabilir. Her yıl belirli meblağda getirileri olabilir.

Paranın doğurgan olmadığı sözü paranın kullanılmadığı durumda doğrudur. Borç alan şahıs aldığı parayla yatırım yapmalıdır. Hatta iş kurup yatırım yaptıktan sonra oradan kazandığı paranın bir miktarını borçlu olduğu kişiye verirse herhangi bir zulüm işlemiş olmaz. Örneğin; diyelim ki fazla miktarda gayrimenkule sahip olan zengin bir insanın nakit paraya ihtiyacı oluyor. Bu şahıs kendisinden daha az serveti, ancak daha çok nakit parası olan birisinden borç alıyor. Oysaki borç veren şahıs kendi parası ile gayrimenkul alabilirdi veya borç alan şahsın, onun verdiği nakit parayla aldığı arsayı borcu ödeninceye kadar faydalarından yararlanmak üzere yanında rehin tutabilirdi. Ancak o, bunların yerine kendi parasının kârıyla/kazancıyla yetinmiştir. Acaba burada alacaklının kendi parasının kârını almasını kötü mü sayacağız; halbuki zalimce olduğu halde meşru kabul edilen birçok anlaşma vardır!”

Charles Dumoulin (M. 1500-1566)

Calvin, faizin haramlığını incelemeye alan ve eleştiren ilk din âlimidir. Dumoulin da bu konulara değinen ilk hukukçudur. Dumolin’ın bu konuyla ilgili yazdığı ilk kitabı M. 1546 yılında yayınlandı.

O şöyle diyor: Kredilerin çoğunluğunda kredi veren şahıs için ödemenin gecikmesi durumunda (nakit paradan mahrum olması sebebiyle) zarar doğmaktadır. Ekonomik gerekçe ve kurallara göre gecikmeden dolayı belli bir miktar zarar ödenmelidir. Bunun adı ise kârdır. Buna göre Justinyan’ın kurallarında yer alan faizin helâl sayılması ve sınırlandırılması düşüncesi zulüm sayılmayacaktır.

Dumoulin paranın doğurgan olmadığı görüşüne şöyle cevap veriyor: Günlük alışverişlerden elde edilen deneyimler, nakit paranın kayda değer ölçüde fazla kâra sebep olduğu yönündedir. Hukukî terimler çerçevesinde buna “nakit paranın kârı” adı verilmektedir. Paranın kendi başına kâr getirici olması mümkün değildir; zira arsa da kendi başına kâr getirici değildir; yani masrafsız ve zahmetsiz fayda sağlamamaktadır. Nakit para konusunda da kâr insanın zahmetiyle elde edilmektedir. Dumoulin sözlerinin sonunda şöyle diyor: “Her şeyde belli bir miktar kâr alınmasına izin verilmesi zaruri ve faydalıdır.”[38]

Christoph Besold (1577-1638)

Besold, M. 16. asırda kârın ahlâkî olduğunu savunanlardandır. Besold M.1598 yılında yayınladığı makalede faizin haramlığı konusunda kilisenin görüşünü eleştirdi. O, kârın çıkış noktasının ticaret ve alışveriş olduğu inancındadır. Zira ticarî kuruluşların faaliyetlerini dikkatli bir şekilde incelediğimizde paranın kısır olmadığını görüyoruz. Öyleyse başkalarına zarar vermemesi kaydıyla şahsi çıkar ve maslahatlarımızı gözetmek herkesin olduğu gibi bizim de hakkımızdır. Dolayısıyla kâr alınmasının adaletle hiçbir çelişkisi yoktur.

Besold da Dumoulin gibi şöyle diyor: “Faizli borç ile icare (kira) sözleşmesi arasında birbirine mukayese edilecek ölçüde benzerlik vardır. Faizli borç ile faizsiz borç arasındaki ilişki, icare ile ariyet/ödünç verme arasında ilişki gibidir. Mal sahibi kendi malını ücretsiz ve karşılıksız bir şekilde bir diğerine verebilme hakkına sahip olduğu gibi borç veren şahıs da verdiği borç karşılığında borcu alan şahıstan kâr alma veya onu bağışlama hakkına sahiptir.

Besold’a göre kâr miktarı, sermayenin kârıyla orantılı olmalıdır; Eugene von Böhm-Bawerk’in ifadesiyle [kârın kaynağı olan] sermayenin getirisiyle mütenasip olmalıdır. Buna göre sermayenin kullanılması neticesinde yüksek miktarda kâr elde edilirse borç veren şahıs için de fazla miktarda kâr almanın caiz olması gerekir.[39]

Claude Saumaise (1588-1653) (Salmazyus)

M. 1640 yılından önce faiz alma ve savunma içerikli birçok makale yayımlandı. Bu makaleler arasında Salmazyus’un makalesi birinci sıralardaydı. Bu makaleler faizin alınabilmesi konusunda bir asır boyunca yarar sağlamış hatta yeni görüşlerde de etkisini açık ve net bir şekilde göstermişti.

Salmazyus nakit olarak alınan borcun kullanılması karşılığında alınan miktarın kâr olduğuna inanmaktaydı. O şöyle diyordu: Borcu hukukî alışverişlerden saymamız mümkündür ve mal sahibi kendi malının kullanım hakkını bir diğerine vermiştir. Buna göre eğer alışveriş yapılan mal tüketilen mallardan olur ve mal sahibi onun kullanılması karşılığında herhangi bir ücret talebinde bulunmazsa alışveriş, ariyet akdine dönüşür. İkinci faraziyede ise alışverişi yapılan mal tüketilebilir mallardan olur ve tüketildiği için yok olur da karşılığında hiçbir şey alınmazsa bu akid karşılıksız borç akdine dönüşür. Ancak kullanılması karşılıksız olmaz ve karşılığında bir şey istenirse akid faizli borç akdine dönüşür. Faizli borç akdi de meşru ve caizdir.

Borçta borç olarak alınmış malın kullanılması, genel olarak masraf ve yok olma tehlikesiyle birliktedir. Bu konu borcun karşılığında kâr alabilmek için ayrı bir sebep olabilir. Kira akdinde mal sahibi istediği zaman verdiği malı alma hakkına sahiptir; çünkü malikiyet hakkını kendisi için korumuştur. Borç konusunda ise böyle bir şey mümkün değildir. Zira borç olarak verilen mal yok olup gitmiştir. Bu yüzden birisine borç veren kimse, borcun süreli olmasıyla (yani paranın şu anki getirisinden mahrum kalmasıyla), paranın geri ödenmeme tehlikesi ve diğer zararları tahammül etmektedir. Bu yüzden verilen borç için belli bir miktar kâr alma hakkı ariyet/ödünç olarak verilen maldan daha adil ve daha doğrudur.[40]

Salmazyus görüşünün (faizin caiz olması) taraftarı çoğaldıkça ve güçlendikçe kilise görüşünün (faizin yasak olması) taraftarı da azalmakta ve zayıflamaktaydı. Bu değişim ıslah görüşünün taraftarlarıyla (Protestan) Almanca’yı konuşan ülkeler arasında hızla yayıldıysa da Katolik olanlar ve Latin dilini konuşanlar arasında daha ağır şekilde ilerleme sağladı.

Merkantilizm düşüncesi İngiltere’de yayıldıkça faiz alma düşüncesini destekleyenler de çoğaldı. Tomasman, sermayenin dışarıdan elde edilen kâr ve iç sermayeden oluştuğu, kârın ve ticaretin ise birlikte yükselip düştüğü kanısındaydı. Bu yüzden o, ticaretin yaygınlaşması için fazlalığın alınması gerektiği görüşündeydi.

İngiltere’nin diğer Merkantilistleri, İngiliz East India Company’nin yöneticilerinden olan Thomas Mun’la aynı görüşte değildi. Onunla aynı görüşte olmayanlardan biri de Josias Child idi (M. 1639-1690). O ticarî muvazeneye, ticaretin serbest olması ve kâr oranının düşük olması gerektiğine inanıyordu. Child kendi inancında ısrarcıydı ve ticaretle sanatın gelişmesinde en büyük rolün kâr oranına ait olacağını düşünüyordu. Child, devletin kâr oranı konusuna müdahil olması ve bu alanda bir rayiç belirlemesi gerektiğini savunmaktaydı. Böylece kredi verenler ve bankerlerin o ölçüye riayet etmeleri gerekecekti.

Faizin serbest olmasını savunan bilginlerden birisi de o yıllarda yaşayan Sir William Petty’dir (M. 1623-1687). Ancak o Child’ın aksine devletin kâr oranı konusunda belirleyici olmasına karşıydı. Petty diğerlerinin aksine kâr oranının serbest olması gerektiğini savunmaktaydı.

İngiltere’de Yedinci Henri M. 1545 yılında faizin haramlık hükmünü yok sayarak yerine düşük faiz kuralını koydu. Ancak Altıncı Edvard döneminde faiz bir kez daha yasaklandı. Kraliçe I. Elizabet 1571 yılında faizin haramlığı hükmünü bir daha kaldırdı.[41]

İtalya’da insanlar şer’î hilelere, döviz alışverişlerine ve kullanılmayan paralar karşılığında kâr almak gibi istisnalara sarılarak faizin haramlığı hükmünü pratikte bir kenara bıraktılar.

Ferdinando Galiani’nin (M. 1728-1787) inancına göre insanların tasavvur ve düşüncesindeki kâr oranı (borç veren şahısın borç vermesi karşılığında istediği kâr oranı) haram ve yasak olmalıdır. Zira kâr elde edilemeyen her türlü nakit paranın kaynağı yasaklanmaya ve önlenmeye müstahaktır. Bu yüzden kârın çaba ve çalışma neticesinde elde edildiği görüşü doğru değildir. Çünkü çaba sarf eden borç alan şahıstır, borç veren şahıs değil. Buna göre gerçekte faiz kâr değildir. İki ülkenin karşılıklı döviz alım-satım işleminde adaleti sağlamak için alım-satım gücünün oluşması için kullandıkları yöntemler bir miktar paranın bir ülkenin parasına eklenmesinden veya azaltılmasından ibarettir. Borç konusunda da iki paranın karşılıklı alışverişi mevzu bahistir ve bunlardan bir tanesi şimdiye ait diğeri ise ileriki bir zamanda ödenecek miktardır. Ancak her iki miktar da iki ayrı zamanda farklı değerlere sahip olması ve şimdiki zamanda ödenmesi gereken miktarın değerinin daha fazla olduğu açık ve nettir. Buna göre adaletin sağlanması ve miktarın eşitlenmesi için ileri tarihte ödenmesi gereken paraya bir miktar eklenmelidir.

Galiani, devamında şöyle diyor: Nakit paranın kârı gerçekte borç veren şahsın kalp atışlarıdır.[42]

Avrupa ülkeleri arasında Fransa’nın faiz konusunda olan kanunları en sert kanunlar olarak bilinirdi. Bütün ülkelerde faizin zarar karşılama amacına dayalı olarak muamelenin başlangıcından şart koşulması durumunda alınmasına izin verilmişken Fransa’da 14. Louis (Lui), faiz yasağının ticarî kârı da kapsaması gerektiği görüşündeydi. Buna rağmen 17. asırda özellikle ticarî kredilerde faiz alma yaygındı. Ticaret adamları büyük sermayelerle vadeli borçlar veriyorlardı. Bunun karşısındada Katolik olan keşişler faizin aleyhine konuşmalar yapıyordu. Bunların yanı sıra Paris Üniversitesi de faizi yasaklıyordu. Lariviére, Faizi yasak saydığı halde yeni bir duruş sergiledi. O, üretici, ticarî ve tüketici kredileri arasında fark koyarak şöyle diyordu: Tüketici kredileri masrafsız ve kârsız olmalı, ticarî ve üretici kredilerinde de faiz alınmalıdır.

Fizyokratlardan bir grup kâr oranının serbest olması gerektiğini savunurken diğer bir grup kâr oranının azaltılması veya çoğaltılması talebinde bulunmuştur. 16. Lui’nin Maliye Bakanı Turgot, faizi helâl biliyordu. 1789 yılında faizin caiz olması için resmî bir kanun çıkarılmaksızın yasak kanunu, kendiliğinden geçersiz oldu ve kâr oranı da % 5 ile sınırlandı. 1789 İnkılâbı’ndan sonra Napolyon döneminde (1804) 2281 maddenin kabul edilerek yazıldığı Medeni Kanun kitabında kâr alma konusunda şöyle denilmiştir:

1905. madde- Normal borçlarda ister para olsun veya senet veya nakle uygun her şeyde kârın şart koşulması caizdir.

1907. madde- Kâr almak ya kanuna dayalıdır veya tarafların antlaşmasına bağlıdır. Yasanın belirlediği kâr oranı yasa tarafından belirlenmektedir. Anlaşma üzerine konulan kâr oranı da tarafların anlaşmalarıyla belirlenmektedir. Belirlenen oran, kanun tarafından yasaklanmadığı sürece yasanın belirledeği oranı geçebilir. Bunların yanı sıra anlaşmaya dayalı kâr oranı yazılı olmalıdır.

Fransa Ceza Kanunu 1. Madde- Ticarî ve hukukî alışverişlerde kâr oranı % 6’nın üzerinde olmamalıdır. Bu yasada belirlenen oranı aşanlar için cezai müeyyideler öngörülmüştür.

Faiz Karşısında Son Direnişler

18. asırda çoğunluğu teşkil eden faizciler grubu, faize dayalı alışverişlerin tümüyle serbest olması ve her türlü sınırlamanın kaldırılması talebinde bulundular. Bu gruptan olan Mulon faizin toplumsal bir zaruret olduğunu savunmaktadır. Monteskiyö ise şöyle diyor: Faizsiz borç vermek iyi ve güzel bir ameldir. Ancak bu emir dinî olduğundan yasal açıdan bağlayıcılığı yoktur; buna amel etmek gerekli değildir.

Faizin taraftarları çok olmasına rağmen onların karşısında eski kanunu savunan az sayıda bir kesim direnmiştir. Örnek olarak bunlardan ikisine işaret ediyoruz.

1-Poitier (Puvatye)

Tanınmış hukukçulardan olan Puvatye, faiz hakkında şöyle diyor: Adalet ilkesi, değeri eşit olan mallarda ve karşılıklı alışverişlerde tarafların birbirine verdiğinden fazlasını almaması ve aldığından fazlasını vermemesini gerekli kılar. Binaenaleyh borç akdinde borç veren şahsın verdiğinden fazlasını alması adalete aykırı hareket etmesi anlamına gelir.

O şöyle devam ediyor: Kullanıldığı halde aslı baki kalan mallarda kullanım ücreti alınabilir; zira bir şeyden elde edilen menfaatin belli bir değeri vardır. Bu yüzden asıl malın geri alınması ile birlikte menfaatinin de ücreti alınabilir. Ancak aynı şey kullanıldığında yok olan ve ayrıca bir menfaati bulunmyan mallarda geçerli değildir. Çünkü bu tür mallarda menfaat elde edebilmek için malın şahsın mülküyetine geçmesi gerekir. Bundan dolayı nakit parayı borç veren şahıs sadece parayı borç olarak vermiştir. Nakit paradan faydalanmak ise ancak paraya sahip olmak ile hâsıl olur. Bu yüzden borç veren şahıs sadece verdiği borcu talep etme hakkına sahiptir.

2-Mirabeau (Mirabo)

Mirabo Puvatye’yi teyit ederek şöyle diyor: Zengin insanlar paralarıyla başka şeylere sahip olabilir ve onları kiraya vererek geçim sağlayabilirler. Nakit paranın da ev ve ev eşyası gibi yok olma riski yoktur. Dolayısıyla adalet ilkesine binaen borç veren şahsın verdiği borcun yok olma riskine karşılık yok olma hakkı istememesi gerekir.

Diğer iktisadî menfaatlerin aksine faiz, toplumun yok olmasına nedendir. Çünkü toprağı, bağı ve sanatı olmayan insanlara gelir sağlamaktadır. Bu tür insanlar bal arılarının zahmetlerini çalan diğer arılar gibidir.[43]

Son olarak şunu ifade etmek gerekir ki; insanların faizi benimsemelerinde ve ona yönelmelerinde kilisenin uygunsuz davranışının etkisiz olduğu söylenemez. Zira kilise bu konuda itidalsiz davranarak insanların itirazlarına neden oldu. Doktor İsa Abduh “Batılıların din hükmünden yüz çevirip zamanla faizi helâl ve mubah görmeleri” konusundaki bir soru hakkında şöyle diyor:

Kilise Ortaçağ’da ticaretin karşısında durarak onu haram kıldı ve ticaretle uğraşan insanlara ebedî lanet vaadinde bulundu. Kilise bir şeyi satın alıp daha fazlasına satan şahsın faiz alan kimse hükmünde olduğu inancındaydı. Papazların ticaretle elde edilen kârı, faizli borç hükmünde sayması ve onu haram kabul etmesi halk için çeşitli sorunlara neden oldu.

Kilisenin halk üzerindeki nüfuzunun zayıflamasının bir diğer sebebi de papazların kiliseye adak olarak verilen mallarla ticaret yapmalarıydı. Napolyon 1805 yılında kiliseyi gözetme ve teftiş etme amaçlı bir grup tayin etti. Bu grup araştırmaları neticesinde ticaret ve faizli borcu haram sayan kilisenin, gizli bir şekilde tacirler ve denizcilerle alışveriş yaptıkları, onlarla ortak oldukları bilgisine ulaştı. Filozoflar ve iktisatçılar papazların bu işlerinden haberdar olunca kilisenin ticaret ve faizli borç konusundaki hükmünü hiçe saydılar. Bunun neticesinde de faizli alışveriş Avrupa’da yayılmaya başladı.

[1]     Belirlenen ülkelerde faiz konusunda araştırma yapmak için, bkz. Will Durant, Tarih-i Temeddun, Ahmed Ârâm tercümesi, c.1; s. 151, 192, 242, 344, 409, 410, 528 ve 544; Muhammed Abdulmunim el-Cemal, Mevsuatu’l-İktisadi’l-İslâmî, s. 385; Muslim Melekutî, er-Riba fi Teşrii’l-İslâmî, s. 65 ve 70.
[2]     Tarih-i Temeddun, c. 2, s. 586 ve 587.
[3]     Tarih-i Temeddun, c. 2, s. 686.
[4]     Tarih-i Temeddun, c. 2, s. 1051.
[5]     Bâkır Kadirî Aslî, Seyr-i Endişe-yi İktisadî, s. 9; Muhammed Ebu Zuhre, Buhûsun fi’r-Riba, s. 12; Refik Yunus Mısrî, Masrıfu’t-Tenmiyeti’l-İslâmî, s. 83.
[6]     Hasan Muhammed Takî Cevahirî, er-Riba Fıkhiyyen ve İktisadiyyen, s. 322 ve 323; Buhûsun fi’r-Riba, s. 12 ve 13; Seyr-i Endişe-yi İktisadî, s. 11 ve 12.
[7]     Tarih-i Temeddün, c. 5, s. 41 ve 42.
[8]     Masrifu’t-Tenmiyeti’l-İslâmî, s. 85,86.
[9]     Tarih-i Temeddün, c. 7, s. 126-128.
[10]    Tarih-i Temeddün, c. 8, s. 199.
[11]    Tarih-i Temeddün, c. 10, s. 201.
[12]    Cevad Haverî, Ribh ez Nazar-ı İslâm, s. 34-35.
[13]    Cevad Haverî, Ribh ez Nazar-ı İslâm, s. 34-35.
[14]    *- Yahudiler iki defa toplu şekilde esir edildiler:
1. M. Ö. 733 yılında Asurîlerle yaptıkları savaşta yenik düştüler ve esir edildiler. Asurîler bu savaşta Kudüs’ü (Beytu’l Mukaddes’i) ele geçiremediler, ancak bol miktarda ganimet ve 200 bin esirle Neyneva’ya geri döndüler.
2. İkinci esirlik dönemleri ise Beytu’l-Mukaddes’in ilk defa yıkılması dönemine yakın (M. Ö. 586 yıllarında) Babillilerle yaptıkları savaştaydı. Buhtu’n Nasr’ın (Nebokadnatzar) döneminde şehir yakıldı, Hz. Süleyman’ın mabedi yıkıldı ve şehrin bütün halkı esir edildi. Sonra Kuruş’un (Kurus) Beytu’l-Mukaddes’e hâkim olmasıyla geri döndüler ve bu şehir bir kez daha Yahudi şehrine dönüştürüldü. (Will Durant, Tarih-i Temeddün, c. 1, s. 417 ve 477).
[15]    Ahd-i Atik, Çıkış Bölümü, bâb. 22, ayet. 25, s. 119.
[16]    Ahd-i Atik, Levililer Bölümü, bâb. 25, 35-37. ayetler.
[17]    Ahd-i Atik, Tesniye Bölümü, bâb. 23, 19 ve 20. ayetler.
[18]    Nisa Suresi/ayet:, 161.
[19]    Muhammed Reşid Rıza, el-Menar, c. 6, s. 62.
[20]    Şifaî, Riba Ez Nazar-ı Dinî ve İctimaî, s. 32.
[21]    Ahd-i Atik, Tesniye Bölümü, bâb 24, 10-14. ayetler.
[22]    Ahd-i Atik, Tesniye Bölümü, bâb 15, 7 ve 10. ayetler.
[23]    Ahd-i Atik, Nehemya Bölümü, bâb 5, 1 ve 6. ayetler.
[24]    Ahd-i Atik, Tesniye Bölümü, bâb 23, 6. ayet ve sonrası.
[25]    İncil (Matta), 5. fasıl, 17-19. ayetler, s. 80.
[26]    İncil (Luka), 6. fasıl, 34 ve 35. ayetler, s. 102.
[27]    İncil (Luka), 6. fasıl, 34 ve 35. ayetler, s. 102.
[28]    Masrifu’t-Temniyeti’l-İslâmî, s. 92.
[29]    İbrahim Zekiyyuddin Bedevî, Nazariyetu’r-Riba’l-Muharrem, s. 5; Mecelletu el-Ezher, Vaz’u’r-Riba fi Binai’l-İktisadi’l-Kavmî, c. 32, s. 50-56.
[30]    er-Riba Fıkhiyyen ve İktisadiyyen, s. 327; Seyr-i Endişe-i İktisadî, s. 15 ve 16; Abdurrezzak Senhurî, Mesadiru f’i’l-Fıkhi’l-İslâmî, c. 1.s. 195.
[31]    Masrifu’t-Temniyeti’l-İslâmî, s. 95; Tarih-i Temeddün, c. 13, s. 91 ve 92.
[32]    Mevsuatu’l-İktisadiyyi’l-İslâmî, s. 388; Nazariyetu’r-Ribai’l-Muharrem, s. 197 ve 198; Masrifu’t-Tenmiyeti’l-İslâmî, s. 100 ve 101.
[33]    Mesadiru’l-Hak fi’l Fıkhi’l-İslâmî, c. 1, s. 197 ve 198; Masrifu’t-Tenmiyeti’l-İslâmî, s. 100 ve 101.
[34]    Muhatrar.
[35]    Mesadiru’l-Hak fî’l-Fıkhi’l-İslâmî, s. 198; er-Riba fi’t-Teşrii’l-İslâmî, s. 85.
[36]    Masrifu’t-Tenmiyeti’l-İslâmî, s. 100-101; Nazariyetu’r-Ribau’l-Muharrem, s. 6.
[37]    Mesadiru’l-Hak fî’l-Fıkhi’l-İslâmî, s. 195 v3 196;, Buhûsün fî’r-Riba, s. 9.
[38]    Masrifu’t-Tenmiyeti’l-İslâmî, s. 111.
[39]    Masrifu’t-Tenmiyeti’l-İslâmî, s. 112 ve 113.
[40]    Masrifu’t-Tenmiyeti’l-İslâmî, s. 113.
[41]    Masrifu’t-Temniyeti’l-İslâmî, s. 115.
[42]    Masrifu’t-Temniyeti’l-İslâmî, s. 115.
[43]    Masrifu’t-Tenmiyeti’l-İslâmî, s. 116-119.