Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Hızır’ın adı açıkça gelmemiş, ondan “...kullarımızdan bir kul... ki biz, katımızdan ona rahmet ihsan etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik.”[2]diye söz edilerek onun ubudiyetine ve özel ilmi makamına işaret edilmiş ve Hz. Musa b. İmran’ın öğretmeni olarak zikredilmiştir. Çeşitli rivayetlerde bu âlim kişinin adının “Hızır” olduğu söylenmiştir.

O ilahi bir bilgin olup Allah’ın özel rahmetine mazhar olmuş, bâtın ve âlemdeki tekvin nizamında görevli, bazı sırları bilen biriydi ve Musa b. İmran kimi yönlerden ondan öncelikli olsa da bir yönden Onun öğretmeniydi.

Bazı âyet ve rivayetlerin zahirinden Onun nübüvvet makamına sahip olduğu, tevhide, enbiyayı ikrara ve semavî kitaplara davet etmesi için Allah’ın kendi kavmine gönderdiği mürsellerden olduğu çıkmaktadır. İstediği zaman Allah’ın izniyle kuru ağacı yeşertmesi veya çorak toprağı verimli hale getirmesi ve bunların hemen gerçekleşmesi onun mucizesiydi. Bu yüzden ona “Hızır” (a.s) demişlerdir. Hızır onun lakabıdır. Asıl adı “Taliya b. Melikan b. Abir b. Erfahşed b. Sam b. Nuh”dur.[3]

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Hızır hakkında, Hz. Musa’nın “Mecmau’l-Bahreyn” e gitmesinden başka bir şey gelmemiş ve özelliklerinden bir şey anlatılmamış, yalnızca: “Derken kullarımızdan bir kulu buldular ki biz, katımızdan ona rahmet ihsan etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik.” diye söz edilmiştir.[4]

İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah salih kulu Hızır’ın ömrünü risaleti için, kitap nazil ettiği için veya onun ve şeriatının vasıtasıyla önceki peygamberlerin şeriatını neshetmek için, kulları ona iktida etmesi veya Allah ona itaati farz kıldığı için uzatmadı. Aksine âlemlerin yaratıcısı olan Allah, Kaim’in (a.s) mübarek ömrünü gaybet döneminde çok uzatmak için böyle yaptı. Kulların Onun ömrünün uzun oluşuna itiraz edeceklerini bildiği için salih kulunun (Hızır) ömrünü delil olması ve Kaim’in (a.s) ömrüne benzemesi için uzatmıştır. Bu şekilde düşmanların ve kötü düşüncelilerin itirazı boşa çıkacaktı.” [5]

Şüphesiz o yaşıyor ve ömr-ü şerifinden altı bin yıl geçmektedir.[6]

Hz. Hızır’ın yaşamı ve Zulumat denizine gidip âb-ı hayat içmesi tarih ve hadis kitaplarında genişçe anlatılan konulardandır. Bu konu için geniş hadis kitaplarına başvurabilirsiniz.[7]

Hz. Hızır’ın Gadir-i Hum’da, Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatında ve Hz. Ali’nin (a.s) şahadet merasimlerinde bulunduğu hadis kitaplarında yer almıştır.

İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyor:

“Hz. Hızır, âb-ı hayat içti; o yaşıyor ve sur üfleninceye kadar dünyada kalacaktır. O bizim yanımıza geliyor ve bize selam veriyor. Biz sesini duyuyoruz ama kendisini görmüyoruz.[8]Hac merasimine katılır, bütün menasikleri yerine getirir, arefe günü Arafat’ta vakfe eder ve müminlerin duasına âmin der. Allah, gaybet döneminde onun vesilesiyle Kaim’in yalnızlığını giderir ve Onun üzüntüsünü ünsiyete çevirir.”[9]

Bu hadisten Hz. Hızır’ın (a.s) İmam Mehdi’nin (a.s) hep yanında olan otuz kişiden biri olduğu ve Onun (a.s) emriyle işlerin halledilmesi için görevlendirildiği anlaşılmaktadır.[10]

Kur’ân’da Hz. Hızır

Musa (a.s) bu ilahi âlim kişinin[11]peşine düştü. Biraz gittikten sonra bir gemiye bindiler. O âlim kişi gemiyi deldi! Hz. Musa ise hem büyük bir peygamber olduğu için insanların mal ve canını korumak amacıyla emri maruf ve nehyi münker yapmak zorundaydı, hem de insani vicdanı böyle bir işin karşısında susmasına izin vermediğinden itiraz edip şöyle buyurdu:

“İçindekileri boğmak için mi gemiyi deldin, andolsun ki pek kötü bir iş yaptın.”

Şüphesiz âlim kişinin hedefi gemiyi batırmak değildi. Ama bu işin sonucu gemiyi batırmaktan başka bir şey olmadığından Musa (a.s) da hedefi anlatmak için “Lam-ı Gayet” le söylüyordu.

Bazı rivayetlerde şöyle gelmiştir: Gemidekiler tehlikenin farkına vardıklarında, ortaya çıkan yarığı geçici olarak kapattılar ama gemi artık sağlam gemi değildi.Âlim adam (Hz. Hızır) kendine has metaneti ile Hz. Musa’ya dönerek:

“Demedim mi dedi, gerçekten de sen, benimle beraber bulunmaya dayanamazsın.”

Hz. Musa olayın öneminden dolayı hemen pişman oldu ve verdiği taahhüt aklına geldi, özür diledi, Hızır’a:

“Unuttum dedi, bu yüzden azarlama beni ve şu arkadaşlığımızda ağır bir yük yükleme bana.”

Yani bir hata oldu ve bitti, sen büyüklüğünle bu hatayı görmezlikten gel, demek istiyordu.Deniz seferi bittikten sonra gemiden indiler:

“Gene yola düştüler, derken bir erkek çocuğa rastladılar, o zat, çocuğu öldürdü.”

Burada Musa (a.s) yine itiraz ederek şöyle dedi:

“Bir cana kıymamışken tuttun, tertemiz birisini öldürdün, andolsun ki pek kötü ve menedilmiş bir şey yaptın sen.”

O değerli âlimde yine kendine has serinkanlılığıyla önceki cümleyi tekrarlayarak şöyle dedi:

“Demedim miydi sana, gerçekten de sen, benimle beraber bulunmaya dayanamazsın.”

Musa’nın (a.s) aklına utanarak verdiği sözü geldi. Zira unutmuş olsa da iki kez sözünden dönmüştü ve artık yavaş yavaş üstadının sözünün doğru olabileceği hissine kapıldı. Onun yaptığı işler Musa (a.s) için başlangıçta tahammülü güç bir şeydi. Bu yüzden yine özür dileyerek şöyle dedi:

“Bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaş olma artık, bir daha bir şey sorarsam benden ayrılmada gerçekten de mazursun.”

Musa’nın (a.s) üstadıyla bu konuşması ve yeniden taahhüt vermesinden sonra yola koyuldular. Bir köye geldiler ve o köyün halkından yiyecek bir şey istediler, ama köylüler bu misafirlere bir şey ikram etmediler. Şüphesiz Hz. Musa ve Hz. Hızır onlara yük olma niyetinde değillerdi. Galiba yiyeceklerini yolda ya kaybetmiş ya da bitirmişlerdi. Bu yüzden onlara misafir olmak istemişlerdi (Âlim adam, Hz. Musa’ya yeni bir ders olması için onlara bilerek böyle bir öneride bulunmuş da olabilir.) Daha sonra Kur’ân şöyle buyuruyor:

“Orada bir duvar buldular, yıkılmak üzereydi. O zat, duvarı doğrulttu.” ve yıkılmasına engel oldu.

Hz. Musa o zaman doğal olarak aç ve yorgundu, hepsinden önemlisi bir taraftan kendisi ve üstadının yüce onurunun köylülerin münasebetsiz hareketlerinden dolayı zedelendiğini görürken, diğer taraftan da Hz. Hızır’ın bu saygısızlığa karşı yıkılmak üzere olan duvarı tamir etmeye koyulduğunu görüyordu. Galiba yaptıkları kötülüğün ücretini vermek istiyordu onlara. Üstadı hiç olmazsa bu işin karşılığında yemek alabilmeleri için onlardan bir ücret alabilirdi.

Bu yüzden verdiği taahhüdü tümüyle yine unutmuştu. Dolayısıyla yeniden itiraz etti ama öncekilere göre daha yumuşak bir şekilde “Dileseydin bu hizmete karşılık bir ücret alırdın.” dedi.

İşte burada âlim kişi Hz. Musa’ya son sözünü söyledi. Çünkü geçmiş olaylardan, Hz. Musa’nın Onun yaptıklarına tahammülünün olmadığını anladı ve şöyle buyurdu:

“İşte seninle benim aramdaki ayrılık bu artık. Sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereyim sana.”

Böyle bir kılavuzdan ayrılmak çok acıydı, ama gerçekler acı olduğundan Hz. Musa bu acıyı kabullenmek zorundaydı.

Meşhur müfessir Ebu’l-Futuh Râzi, şöyle diyor: “Hz. Musa’ya (a.s), yaşamının en zor anlarını sorduklarında buyurdu ki: “Çok zorluklar gördüm (Firavun’un dönemdeki zorluklar, Benî İsrail’in dönemindeki çetinliklere işarettir) ama hiçbiri Hızır’ın benden ayrılacağını söylemesi kadar kalbimde etki etmedi.”[12]

Hz. Musa ve Hz. Hızır’ın ayrılmaları kesinleştikten sonra, bu ilahi üstadın Hz. Musa’nın tahammül edemediği işlerin sırrını açıklaması gerekiyordu. Gerçekte Hz. Musa’nın onunla yaptığı arkadaşlıktan elde ettiği şey birçok meselenin anahtarı ve birçok soruya cevap olacak bu ilginç üç olayın sırrını anlamış olmasıdır.

Olayların İçyüzü

Önce geminin sırrıyla başladı:

“Gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi, onu kusurlu bir hale getirmek istedim, çünkü ilerde bir padişah var, bütün gemileri zapt etmede.”

Yani görünüşte geminin delinmesi her ne kadar rahatsızlık verici olsa da, perde arkasında gasıp bir padişahın pençesinden kurtulmak vardı. Çünkü padişah hasarlı gemilere el koymayı kendisine yedirmiyor, onları gasp etmiyordu. Kısacası bu iş bir gurup fakirin menfaatini korumak içindi ve yapılması gerekiyordu.

Sonra genç çocuğu öldürme olayının perde arkasını açıkladı:

“Çocuğa gelince: Anası, babası inanmış kimselerdi. Bu çocuğun, onları azgınlığa ve kâfirliğe sevk etmesinden korktuk da öldürdük.”

O âlim kişi, o genci öldürmesine neden olarak, eğer yaşasaydı imanlı anne- babasının başlarına gelecekte getireceği kötü neticeyi delil olarak getiriyordu.

Rivayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

“Allah, o oğlanın yerine bir kız verdi ki, onun neslinden yetmiş peygamber dünyaya geldi.”[13]

Âlim kişi üçüncü olayın yani duvarın tamirinin arkasındaki sırrı şöyle açıklıyordu:

“Duvarsa, şehirdeki iki yetim çocuğundu ve altında, onlara ait bir define vardı, babaları da temiz bir adamdı. Rabbin, onların ergenlik çağına gelmelerini ve definelerini çıkarıp elde etmelerini diledi.”

Bu rablerinden onlara rahmetti. Ben, o iki yetimin iyiliksever anne ve babalarının hatırına, o duvarın yıkılıp da define ortaya çıkmasın ve tehlikeye düşmesin diye yaptım.

Son olarak Hz. Musa şüphede kalmasın ve bütün bunların belli bir plan ve görev üzerine olduğunu bilsin diye şöyle dedi:

“Bunları kendiliğimden yapmadım. Rabbimin emriyle yaptım. İşte sabredemediğin şeylerin iç yüzü.”

Uydurma Efsaneler

Hz. Musa’yla Hz. Hızır’ın macerasının aslı Kur’ân’da geldiği şekliyle böyledir. Ama maalesef onun hakkında öyle efsaneler uydurdular ki onları bu maceraya eklersek hurafeye dönüşür. Diğer hikâyelerde olduğu gibi bu hikâyede böyle bir yazgıya uğramıştır.

Gerçekleri anlayabilmek için Kur’ân’ın[14]ölçü alınması gerekir. Hatta hadisler, eğer Kur’ân’a uyarsa kabul edilebilirler, uymazlarsa kesinlikle kabul edilmezler.[15]

[1]     Kehf, 65.

[2]     Kehf, 65-82.

[3]     el-Mizan (Farsça tercümesi), c. 13, s. 584.

[4]     a.g.e.

[5]     Kemalu’d-Din, c. 3, s. 357; Biharu’l-Envar, c. 51, s. 222.

[6]     Yevmu’l-Hilas, s. 157.

[7]     Biharu’l-Envar, c. 12, s. 172-215, c. 13, s. 278-322.

[8]     Bazı rivayetlerde de Masum İmamların Hz. Hızır’ı gördükleri belirtilmektedir: “Resulullah’ın (s.a.a) ruhu kabzedildiğinde Hızır geldi ve evin kapısının önünde oturdu. Evde ise Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (aleyhim-us selam) vardı.” (Kemalu’d-Din, c. 2, s. 90; Biharu’l-Envar, c. 13, s. 299)

[9]     Kemalu’d-Din, c. 2, s. 390; Biharu’l-Envar, c. 13, s. 299.

[10]    Gaybet-i Numanî, s. 99; Biharu’l-Envar, c. 52, s. 158.

[11]    Bu makalede ne zaman “âlim kişi” veya “âlim adam” dersek Hz. Hızır’ı kastetmekteyiz.

[12]    Tefsir-i Ebu’l-Futuh Râzi, söz konusu âyetin tefsiri.

[13]    Nuru’s-Sakaleyn, c. 3, s. 286-287.

[14]    Kehf, 65-82.

[15]    Tefsir-i Numûne, c. 12, s. 486 ve sonrası; el-Mizan, c. 14, söz konusu âyet.