Bizi uyandıracak,yaşamdan keyif almamızı sağlayacak,elimizdeki nimetleri / nelere sahip olduğumuzu hatırlatacak  ve Allah’a yani mutlak kemale doğru harekete geçirecek olan, ölümü düşünmektir. Ölüm düşüncesi, insanın manevî damarlarında meydana gelen mikropların,şeytanın süslü gösterdiği günah virüsünün ve dünyevi bağlılıkların zararlarını giderecek bir antikor gibidir.

“Madem öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim; öyleyse, şu fani dünyanın elemli lezzetlerine kapılıp, günah işlemenin ne manası var!” düşüncesi içinde ölüm, bir yönüyle vazgeçirici, bir yönüyle de harekete geçirici etkiye sahiptir.

Düşünsenize her an ölümü bekleyen, her gece yaşamla vedalaşan, son günüymüş gibi yaşayan ve her sabah ölüme uyanan bir genç nasıl olur da gafil olabilir ve dolayısıyla gün boyu günah işleye bilir! Günah ve gaflet; bağlılığın, kalıcı bilmeliğin çocuğu değil mi? Her an ölümü yaşayan insan bu yaşam sermayesinin  bir saniyesini dahi boşa geçirir mi?

Ölüm, bizim zihinlerimizde bir yıkılıştır, bir dağılıştır; tıpkı korkunç bir deprem gibi, her şeyi yerle bir eden tufan gibi. Elbette  ilk etapta hayale gelen görüntüler bunlar. Fakat aslında ölüm düşüncesi,tüm sevdiklerimden ayrılacağım,her şeyi bir gün kaybedeceğim ve vedalaşıp göçeceğim düşüncesi bir kuruluştur o, kusursuz bir kuruluşun ilk merhalesi.

Bu psikolojisine sahip olanlar, ellerindekinin kıymetini bilirler, zamanlarını “Bu, dünyadaki son fırsatım olabilir” temkin ve teyakkuzuyla geçirmeye, her şeyden en güzel şekilde faydalanmaya çalışırlar.

 “Her namazı veda namazı olarak kılın!” diye buyuruyor ibadet edenlerin ziyneti İmam Seccad , sırf namazın hakkını verebilmek, beyni dünya ve masivadan boşaltarak sadece O'na yönele bilmemiz için. Birazdan ölecekmişsin gibi, bu vakit dünyadaki son namazın imiş gibi, bir daha kılamayacağın korkusu ve inancıyla ve adeta dünyaya, kulluğa ve bütün ibadetlere elveda ediyormuşçasına kılmak gerekiyor her bir namazı. Böyle bir düşüncede olan, yani namazdan sonra öleceğini bilen kimse kesinlikle başka şeyleri düşünmez, tamamen Allah’a yönelir ve huzur-u kalp ile namazını kılar.

Bu psikolojik yaklaşım insan da bulunduğu sürece, şeytan insana galip gelemez. Son namazımız olduğunu düşünürsek, şeytanın vesveselerine karşı direncimiz daha çok olur, kafamız dağılmaz ve sonuçta namazdan gereken faydaları alabiliriz.

Ayrılık psikolojisi bize hayatın değerini hatırlatır, yapılması gerekenlerin ciddiyetini fark ettirir, yapılmayanların da “ah-u figanını” hissettirir. Ya bu Ramazan son Ramazansa, ya bu ziyaret son ziyaretse, belki de ömrümün son amelidir. Ve bir daha sarı kubbeye bakamaya bilirim, ıslak yüzlerin yanında bir daha secde edemeye bilir, bir daha yürek yanışıyla zerehe sarılamaya bilir ve bir daha… Bir daha oruç tutamaya bilir, iftar yapamayabilir, sahura kalmayabilirim. Bitti bitiyor, geçti geçiyor, geçen zaman bir daha katiyen yakalanamıyor düşüncesi eğer kişide duyuş ve hatta inanç seviyesine ve derinliğine ulaşırsa, böyle bir imanın sahibi olan kalp, insana ihlâs mayalı yığınla salih amel yaptırıyor.

Bu ayrılık psikolojisi yani "merhaba" yerine denilen "hoşçakal", bir nevi anı yaşama ve değerlendirme felsefesidir, “hayatın ve anının tadını çıkar” derler ya, işte onun dini versiyonu.. böylelikle insan hayatın ne kadar önemli olduğunun farkına vara bilir, zamanını daha iyi değerlendirir. Bu ayrılık ve firakla yaşamak bir duyuştur, kalp haletidir, hissediş, ilm-i huzuri, bir kabiliyettir. Hayal ve ümitsizlik değildir, aksine ümit kaynağıdır. Yaşamı monotonluktan kurtaran bir sihir, insanı yaşama bağlayan, hayatı kıymetleştirendir.

Ayrılık psikolojisi insana, nasıl yaşayacağını ve nerede nasıl davranacağını önceden belirler; belli prensipler çerçevesinde kendine bir rota çizer ve attığı her adımı bilerek attırır. Dolayısıyla böyle bir mümin hem kendisi İslam’ı yaşamaya, Allaha layık kul olmaya çalışır ve hem de başkalarında bu haleti ruhiyeyi oluşturmaya. Gönüllere girmeye çalışır; çok güzel olan İslam’ın güzelliklerini sergilemek için onu güzelce temsil etmeye gayret gösterir.

Ve ayrılık psikolojisi insana zamanının kıymetini bildirir. Zamanın kıymetini bilen ve ömrü, değerlendirilmesi gereken çok önemli bir nimet olarak gören kimseler, planlı programlı kimselerdir. Onlar bilirler ki, hem insanların hem de kurumların en verimli oldukları anlar, en düzenli oldukları zamanlardır ve düzen insana zamanın ne kadar değerli olduğunu hatırlatır, ondan nasıl faydalanılması gerektiğini.

Merhum Allame Tabatabai işte böyle birisiydi,saniyelerinin hesabını yapan biri. Ayetullah Zencani diyor:  Allame el-Mizan’ı yazarken nokta koymadan yazıyordu, bunun sebebini sordum bana şöyle dedi: “Yazıyı noktayla yazıp, sonra gözden geçiriyordum, ama hesapladım eğer nokta koymadan yazarsam ve gözden geçirdiğimde nokta koyarsam çok daha fazla zaman kazanıyorum.”

İşte zamanın kıymetini bilmek böyle olur, Allame gibi her an murakabe ve ölüm haletinde olmak, yani sürekli yaşamla ayrılık psikolojisi içinde olmak zamanı, yaşamı ve hayatı kıymetleştirir. Dünya da ahiret için tarla olduğundan her anını daha iyi değerlendirir.

Ne güzel buyuruyor Mevla Ali (a.s): el-Furasu temurru merras-sehab - Fırsatlar bulutlar gibi gelir geçerler.  Yaşamda çok hassas anlar vardır, bazen ilahi rahmet nesimleri eser, onları yakalamaya çalışın. Yani fırsatlar, bizim irademiz dışında kader-i ilahi tarafından üzerlerimize gönderilirler; o rahmet sağanağından yararlandık yararlandık, aksi takdirde o fırsat bulutlarını durdurmaya veya geri getirmeye gücümüz yetmez.

Malum; bu hayat insanoğluna bir kez verilir, on ikiden vurdun vurdun yoksa bir daha ok vermezler , bir saniye bir kere yaşanılır, bir daha tekrarı mümkün olmaz. Ramazan da böyle, ziyaretler de, gece yarıları yapılan münacatlar da. Kaset biter başa sarılır oysa hayat başa sarılmıyor, Azrail de randevusuz aniden geliyor, bir dakika bile müsaade almadan, kapıyı da çalmadan…

Ondan sonra bütün, “Ya leyteni kuntu turaba” sözleri, yakarışları, çığlıkları boş olur, “Bir gün müsaade edin ne olur, gidip vaktimin kıymetini bileyim, hayır iş yapayım, sadaka vereyim…” lakin cevap malum, “Kella”,keşke yaşamla yaşamda vedalaşsaydın, keşke hep ayrılık psikolojisi içinde olsaydın ve ölümün haleti ruhiyesini kaybetmeseydin işte o zaman böyle demezdin.

Niçin eski âlimlerin yaşadıkları halde kendileri için kabir kazdıklarını, her sabah onun içine girdiklerini, gözü yaşlı kalktıklarını ve hıçkırarak: “Haydi, diril yeniden sana müsaade verdik”, demelerini  şimdi anladım.

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere

Can atar gafil, binası oldu viran bîhaber

Dil bekası, Hak fenası istedi mülk ü tenim

Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber

Bir ticaret yapamadım, nakd-i ömrüm oldu heba

Yola geldim lakin göçmüş cümle kervan bîhaber

Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garip

Dide giryân, sine biryan, akıl hayran bîhaber.