Münazara sanatı, ilmî şahsiyet ve ortamları yakından ilgilendiren bir kavramdır. Bu makaledeki hedefimiz münazara sanatını tanımlamak ve ideal münazaranın özelliklerini açıklamaktır. Râgib el-İsfahânî münazarayı şöyle tanımlıyor: “Görüş ve düşüncede mübahase ve rekabet ederek kendi kanısını ortaya koymaya münazara denir.”[1] Rivayetlerde ve farklı kaynaklarda bu sanat için mana açısından birbirine benzeyen; ihticac (delil getirme), cedel (tartışma), mücadele (karşılıklı çekişip tartışma) ve mirâ (münakaşa edip tartışma) gibi terimler de kullanılmıştır. Münazara, beğenilen ve beğenilmeyen olarak ikiye ayrılmaktadır. Beğenilen ve ideal münazaranın özellikleri ve adap erkânına aşağıda değinilecek, böylece beğenilmeyen münazara da açıklık kazanacaktır. 

Beğenilen ve İdeal Münazara

Beğenilen ve ideal münazara Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’inin (a.s) beğendiği ve onayladığı münazara türüdür. Fazilet sahibi, bilge ve münazara yöntemini bilen ilmî şahsiyetler, gerektiğinde beğenilen münazarayı uygulayarak İslam dinine yöneltilen soruları cevaplamakla yükümlüdür. Aynı şekilde Ehlibeyt Mektebi’nde yetişen ilmî şahsiyetler bu mektebe yöneltilen sorulara kimi zaman münazara sanatını kullanarak cevap vermelidir. Elbette arz ettiğimiz gibi münazara beğenilen ve ideal türden olmalıdır. İdeal münazarada bulunması gereken özellikler genelde münazara edenlere dönmektedir. Öncelikle münazara eden şahıs, âlim ve konuya vâkıf olmalıdır. İkinci olarak münazara eden şahıs, güzel ahlak kurallarını eksiksiz bir şekilde yerine getirmelidir. Üçüncü olarak ise münazara sanatını bilmeli ve ilkelerini adım adım uygulamalıdır. Eğer münazara eden şahıs âlim olmaz, güzel ahlaka riayet etmez ve münazara sanatını yeterince bilmez veya saydığımız bu üç şarttan herhangi birinde yetersiz olursa, yapacağı münazaranın faydalı sonuçlar vermesi imkânsız bir hâl alır. Bu söylediğimiz temel kurallar dışında münazara edenlerin mutlaka riayet etmesi gereken diğer bazı şartlar şöyledir:

* Münazara üstünlük taslamak ve kendi benliğini tatmin etmek için yapılmamalıdır.

* Münazara edenlerin hedefi hakikate ulaşmak olmalıdır.

* Münazara; düşmanlık, toplumdan uzaklaşma, kin gütme ve kalplerin katılaşmasına yol açmamalıdır. Münazara edenlerde veya toplumda bu olumsuzluklardan herhangi birine sebebiyet verdiği gözlemlenirse münazaraya devam edilmemelidir.

* Münazara haram fiile sebebiyet vermemelidir. Çünkü münazara bir hakkı sabit kılmak veya batılı ortadan kaldırmak için gerçekleştirilmelidir. Bu hedefin ise haram fiille sağlanması mümkün değildir.

* Cahil ve sefih insanlar münazaraya dâhil edilmemelidir.[2]

Beğenilen ve İdeal Münazaranın Adap ve Erkânı

Beğenilen münazaraya dair yukarıda zikredilen özellik, ilke ve şartlara ilave olarak, uyulması gereken bazı adap ve erkân da bulunmaktadır ki münazara edenin bunları riayet etmesi kaçınılmazdır. Bu adap ve erkâna uymak münazara taraflarının makul ve mantıklı neticeyi kabul etmelerine veya en azından birbirlerinin görüş ve delilini kabul etmeseler de düşmanlığa, kine, gönüllerin kırgınlık ve pas tutmasına izin vermez. Beğenilen ve ideal münazaranın bazı adap ve erkânını şöyle sıralayabiliriz:

Karşılıklı İhtiram ve Saygı

Münazara edenlerin dikkat etmesi gereken en önemli adap, erkândan biri, karşı tarafa ihtiram etmek, saygınlığını yok edecek tavır, davranış ve sözlerden kaçınmaktır. Münazara edenler kendi düşüncesinin doğru ve karşı tarafın düşüncesinin yanlış olduğu kanısına varsa dahi birbirlerinin saygınlığını korumak, düşüncesine saygı duymak ve aksini içeren söz ve davranıştan kaçınmakla yükümlüdür. Aksi takdirde münazara beğenilir olmaktan çıkar ve olumsuz sonuçları toplumu etkisi altına alır. Mufaddal ile İbn Ebi’l-Avcâ arasında geçen konuşmada, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) münazara sırasında karşı tarafa ne kadar ihtiram ettiği ve saygınlığını özenle koruduğuna dair şöyle okumaktayız:

Muhammed b. Sinân, Mufaddal b. Ömer’den şöyle rivayet ediyor:

“Bir gün ikindi vaktinden sonra (Resulullah’ın -s.a.a-) kabri ve minberi arasındaki ravzada oturmuş, Allah Teâlâ’nın efendimiz Muhammed’e (s.a.a) mahsus kıldığı şerefi ve faziletleri; ona bağışladığı, verdiği, onurlandırdığı ve hediye ettiği şeyleri düşünüyordum. Bunlar, ümmetin genelinin bilmediği ve bihaber kaldığı (Resulullah’ın -s.a.a-) fazileti, makamının yüceliği ve mertebesinin üstünlükleridir. Ben bu hâldeyken İbn Ebi’l-Avcâ[3] çıkageldi ve sözlerini işitebileceğim bir yere oturdu. Yerine geçince ashabından biri geldi ve yanına oturdu. Bu sırada İbn Ebi’l-Avcâ konuşmaya başladı ve şöyle dedi:

Şüphesiz bu kabirdeki (Resulullah -s.a.a-) kemaliyle izzete ulaştı, hasletleriyle şeref ve saygınlık kazandı, her hâliyle makam ve mevki elde etti. Arkadaşı ona şöyle dedi:

O, yüce mertebe ve büyük makam iddiasında bulunan bir filozoftu ve bunu ispatlamak için mucizeler getirdi de böylece akıllara galip geldi, fikirler saptı, akıllar onları derk etmek için düşünce denizlerine daldılar da çaresiz ve ümitsiz geri döndüler. Akıllılar, fasihler ve hatipler onun davetini kabul edince, insanlar grup grup onun dinine girdiler. Kendi ismini Allah’ın adına yaklaştırdı ve camilerde, davetinin ulaştığı, sözünün yüceldiği, delilinin zahir olduğu her yerde; karada ve denizde, dağda ve çölde, her gece ve gündüz ezan ve kametlerde beş defa tekrarlanarak okunmaya başlandı ki her zaman hatırlansın ve nübüvveti unutulmasın. İbn Ebi’l-Avcâ şöyle dedi:

Muhammed’i (s.a.a) anmayı bırak! Aklım onun hakkında hayrete düşmüş ve fikrim işinde şaşakalmıştır. Üzerinde konuşmak için geldiğimiz konu hakkında sohbet et. Sonra başlangıçta bazı şeyleri zikrederek; bunlarda herhangi bir düzenin ve takdirin, yaratıcı ve yöneticinin olmadığını, varlıkların kendiliğinden ve müdebbirsiz oluştuğunu, dünyanın hep böyle olduğunu ve böyle olacağını zannetti. Mufaddal şöyle diyor:

Nefsimin öfke, hışım ve sinirine hâkim olamadım ve dedim ki:

Ey Allah’ın düşmanı! Allah’ın dinine kâfir oldun. Seni en güzel şekilde yaratan, en kâmil surette şekillendiren ve bu hâle gelene kadar seni muhtelif durumlardan geçiren yüce Rabbini inkâr ettin. Eğer kendi nefsinde düşünürsen ve hissinin inceliği seni doğrularsa; şüphesiz Allah’ın delillerini, kendindeki eserlerini, yaradılışındaki nişanelerinin açıklığını ve kanıtlarının sende aşikâr olduğunu görürsün.

İbn Ebi’l-Avcâ şöyle dedi:

Ey filan! Eğer sen kelâm ilmi ehliysen, seninle bu ilim üzere konuşuruz. Eğer senin delilin sabitse ve doğruysa biz sana tabi oluruz. Eğer onlardan biri değilsen, seninle konuşulacak bir söz de yoktur. Yok, eğer Cafer b. Muhammed es-Sadık’ın (a.s) ashabından biriysen, o bizimle böyle konuşmaz ve senin getirdiğin delillere benzer delillerle tartışmaz. Senin işittiğinden daha fazlasını bizden işitmesine rağmen, sohbet esnasında çirkin söz söylememiş ve cevabımızda aşırıya gitmemiştir. Şüphesiz o, halim, vakarlı, akıllı ve metanetlidir. Cahillik, yanılgı ve öfke hâletindeki hafiflik onu etkisi altına alamaz. Sözlerimizi dinler, bize yönelir ve delilimizi anlayana kadar araştırır. Biz ise elimizde olan her şeyi ortaya koyup onu ikna ettiğimizi sanınca, delilimizi basit sözlerle ve kısa bir konuşmayla batıl ederek, delilini kabullenmeye mecbur bırakır. Mazerete yer bırakmaz ve cevabını vermeye gücümüz yetmez. Eğer sen onun ashabından biriysen, bizimle onun gibi konuş.”[4]

Sabır ve Tahammül

Münazara esnasında tarafların uyması ve sahip olmaları gereken ahlak kurallarından bir diğeri, sabır ve tahammül göstermektir. Kimi zaman münazaranın bir tarafı, algılayamama veya bilgisizlik dolayısıyla yersiz sözler söyleyebilir. Bazen de mugalata ve yanıltmacadan faydalanarak karşı tarafı sinirlendirmek isteyebilir. Bu gibi durumlarda münazaranın olumlu neticeye ulaşması için sabırlı olmak ve tahammül göstermek gerekir. Ayrıca münazaranın yapıcı sonuca ulaşması ve kötü etki bırakmaması da münazara esnasında her an sabırlı ve tahammüllü olmaya bağlıdır.

İmam Cafer Sadık’ın (a.s) yârenlerinden biri olan Tayyâr şöyle diyor:

Ebû Abdullah’a (İmam Cafer Sadık’a) şöyle arz ettim: “İnsanlarla münazara ederek tartışmamızdan ve husumetten hoşlanmadığınızı öğrendim!

Buyurdu ki: Ancak hoşlanmamamız, senin gibi birinin kelamından değildir. Yükseldiği zaman rahatlıkla inişe geçebilen, indiği zaman rahatlıkla yükselebilen birisinin kelamından (ve münazarasından) hoşnutsuzluğumuz yoktur.”[5]

Bu hadisten, münazaranın bir sanat ve yetenek olduğu, dolayısıyla sadece ehil insanların yapabileceği ve münazara eden şahsiyetin mutlaka sabır ziynetiyle kendisini süslemiş olması gerektiği, ayrıca nerede ve nasıl tavır takınacağını iyi bilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Tayyâr, münazara kurallarını iyi bildiği ve sabır göstererek ilerleyip netice elde edebileceği için İmam Cafer Sadık (a.s) onu münazaradan sakındırmamıştır.

Söylem Özgürlüğü

Münazara esnasında riayet edilmesi gereken adap, erkân kurallarından bir diğeri, tarafların karşılıklı olarak düşüncelerini beyan edebilmeleri için gereken fırsatı birbirlerine vermeleri, baskıcı tavır ve davranıştan mutlaka uzak durmalarıdır. Hz. Resulullah Efendimiz (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları (a.s), gerek hükûmet ellerinde olduğu ve gerekse olmadığı dönemde, kendi muhaliflerine, görüşlerini rahatça söyleyip konuşabilecekleri bir ortam sağlıyorlardı. Söylem özgürlüğü, farklı görüşlerin rahatlıkla konuşulup fikir alışverişi yapılmasına ve yanlış düşünce sahiplerinin fikirlerini düzeltmesi için gereken ortamın sağlanmasına sebep olmaktadır. Doğal olarak insanı doğru düşünceye yönlendiren en önemli etkenlerden biri, söylem özgürlüğünün hâkim olduğu bir ortamda düşünceleri özgürce beyan etmek ve gerekli yanıtları verip cevapları işitmektir.

Karşılıklı Anlayış

Karşılıklı anlayıştan kasıt, münazara edenlerin dikkatle karşı tarafı dinleyip idrak etmeye çalışması, farklı düşüncelerinin ana sebebini bulmak için araştırma yapması, taassubu kenara bırakarak neticeye odaklanması ve karşı tarafta da haklılık payı olabileceğine ihtimal vermesidir. Bu noktalar dikkate alınarak gerçekleştirilecek münazara, ihtilafların kökenine inmeye ve temel konular üzerinde yoğunlaşmaya neden olacak; sorunlara köklü çözümler getirme imkânı sağlarken teferruatlardaki karmaşıklıklardan uzaklaşma olanağını da sunacaktır. Karşılıklı anlayış üzere gerçekleştirilen münazaranın temel gereksinimlerinden birisi, özünde ihtilaf olmayan bir konuyu ele alarak onun üzerinde konuşmaktır. Münazaraya olumlu başlamak, konu üzerinde konuşulup ayrıntılar ortaya konulduğunda bazı sorunlar ortaya çıksa ve her ayrıntıda fikir birliği sağlanamasa dahi ana konu üzerindeki ortak görüş, olumsuzluk ve istenmeyen etkilerin önünü alacak, her hâlükârda din kardeşliğine zarar veremeyecektir.

Kur’ân-ı Kerim, Kati Sünnet ve Akla Dayalı Deliller Getirmek

Münazarada uyulması gereken kurallardan bir diğeri Kur’ân-ı Kerim, kati sünnet ve akla dayalı delil ve kanıtlar sunmaktır. Ehlibeyt Mektebi İmamları (a.s), gayrimüslim olan şahıslarla yapılan münazaralarda, Kur’ân-ı Kerim’e dayanarak delil getirmeyi sakındırmış, akıl ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu husustaki sünnetinden yardım alınması gerektiğini tavsiye etmişlerdir. Müslümanlar arasında gerçekleşen münazaralarda ise her üç kaynağa başvurmayı önerseler de Kur’ân-ı Kerim’e dayanarak delil sunma hususunda, manaları açık ve net olan, Müslümanlar arasında herhangi bir ihtilaf bulunmayan ayetleri seçmeleri gerektiğini tavsiye etmişlerdir. Bunun sebebi ise; Kur’ân-ı Kerim’in Allah tarafından nazil edilip muhafaza edilmesi, her harfinin dahi kutsal olması, Müslümanlar arasındaki manevi değer ve saygınlığının korunması içindir. Kur’ân-ı Kerim, münazara edenlerin elinde kendi arzularına ulaşmak için istedikleri şekilde faydalanacakları bir kaynak olmaktan çıkarılmalı, Allah’ın kelamı olan bu yüce kitabın kutsallık ve saygınlığı mutlaka korunmalıdır. Dolayısıyla Ehlibeyt Mektebi İmamları’nın (a.s) tavsiye ettiği gibi, sadece üzerinde ihtilaf olmayan ayetler münazarada söz konusu edilmelidir. Bu bağlamda Ehlibeyt İmamları’ndan (a.s) nakledilen bazı hadisleri aşağıda zikrediyoruz:

Vehb b. Vehb el-Kureşî diyor ki; Cafer b. Muhammed es-Sadık, babası Bâkır’dan (a.s) ve o da babasından bana şöyle hadis rivayet etti:

“Basra halkı İmam Hüseyin b. Ali’ye mektup yazarak ‘samed/الصمد’(kelimesinin manası) hakkında sordular. Hüseyin (a.s) onlara şöyle yazdı:

Bismillahirrahmanirrahim. Kur’ân’a dalıp gitmeyin, onda tartışıp çekişmeyin ve bilgisizce onun hakkında konuşmayın. Ceddim Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: Kur’ân hakkında bilgisizce konuşan, cehennemde yerini hazırlamıştır.”[6]

İmam Ali (a.s), Abdullah b. Abbas’ı Hariciler’e delil sunması için gönderirken yazdığı mektupta şöyle buyuruyor:

“Onlarla Kur’ân’a dayanarak tartışma; çünkü Kur’ân, pek çok anlam taşıyan bir kitaptır. Sen bir şey söylersin, onlar da bir şey söylerler. Fakat onlara sünnetten delil getir; çünkü onlar, ondan kaçmaya hiçbir yol bulamaz­lar.”[7]

İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu:

“Allah’ın kitabında tartışıp çekişmek kâfirliktir.”[8]

[1]Râgib İsfahânî, Mufredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, s.814.

[2]Vâsiî ve Deyyânî, Der Âmedî Ber Reveşhây-i Teblîğiy-i Eimme, s.121-122.

[3]İbn Ebi’l-Avcâ (ö.155/772) batıl fikirleriyle İslâm’a zarar veren zındıklardan biriydi.

[4]Mufaddal b. Ömer, Tevhidu’l-Mufaddal, s.39-42.

[5]Keşî, Ricâlu’l-Keşî, s.348-349.

[6]Şeyh Sadûk, et-Tevhid, s.90-91.

[7]Seyyid Razî, Nehcü’l-Belâğa, 77. mektup, s. 465.

[8]Ayyâşî, Tefsîru’l-Ayyâşî, c.1, s.18; Atârudî, Müsnedu’l-İmami’r-Riza, c.1, s.307.