“Sizin için karar kılınan din” ibaresi beni çok rahatsız ediyordu. Hayatımı nasıl geçireceğime ve nasıl yaşamalıyıma dair eski kitaplara müracaat etme yerine aklımın ve düşüncelerimin peşinde gitmeyi tercih ediyordum.
Bu ya da şu dine girmem için bana; milyon dolar para verseler asla kabul etmezdim. Dr. Pasqual Schievella’nın “Hey, Is That You God?” adlı kitabını okuduğumu ve okurken güldüğümü hatırlıyorum. Bu kitapta Allah kavramı hakkında yazılmış alaylı bir diyalog vardı ve bana da yapılan açıklamalar çok mantıklı geliyordu. Kendi kendime biz düşünürlerin anlama kabiliyetinin dindarlara nispet daha yüksek olduğunu düşünüyordum.
Din olmadan hayatımın çok daha iyi olduğu düşüncesi bana yetmiyordu. Dinin bir yalandan ibaret olduğu ve insanları kandırdığı düşüncesini ispatlamak istiyordum ve bu hedef doğrultusunda hareket etmeye başladım.
Şuanda Müslümanım ve burada İslam dinine girdiğimi itiraf ediyorum ama benim İslam dinini seçmem bir seçim hakkı değil çaresizce tek seçeneğin bu olduğuna mecbur kalmamdır.
Din taraftarları, özellikle İslamın dışındaki dinlerin taraftarları arasında geçen diyaloglarımda enteresan bir noktaya vardım. O da bu insanların genelinin çok aşikâr bir şekilde bir şeylere inanmaları gerekli olduğu meyli idi. Bu inançlarında çelişkilerin olduğu ve hatta bu çelişkilerin kutsal kitapların metinlerde de var olduğunun bir önemi yoktu ve çelişkilerine birtakım gerekçeler getirerek düşünmeye yönelmiyorlardı.
Mukaddes kitapları sayesinde iman etmiş çok az insanla karşılaştım. Geneli ise önce iman getirmiş ve daha sonra mukaddes kitabı okuma kararı almışlardı. Bazıları ise kitaplarını mütalaa dahi etmemişti. Onlar neye inandıklarını ya biliyorlardı ve ya benim arkadaşımın dediği gibi; “İslam benim için çok yabancıydı o yüzden Hristiyanlığı seçtim” “Hristiyanlık hem kolay hem de etrafımdaydı; ben de Allah’ı ararken Hristiyanlığa yöneldim”.
Ben ise asla Allah’ı aramaya koyulmadım ve eğer arayacak olsaydım da eski bir kitaba, bir binaya ve de bir insana müracaat etmem en son şey olurdu.
Bazı insanlar bir şeylere inanma kararı alırken öğrendikleri dine kendi görüşlerinden de eklenti yaparlar. Ben de bir şeye inanma kararı aldım; aldığım karar ise dinin bir yalan ve kuruntudan ibaret olduğuydu.
Elbette dinlerin beşeri bir uydurma olduğuna dair bir kanıtım yoktu. Bu, sadece görüşten ibaretti.
Bu yüzden dini kitaplar okumaya başladım. Onlara karşı önyargım da yoktu. Tüm çabam onların hatalarını bulmaktı. Bu yöntem de benim tarafsız ve adil bir görüş sahibi olmama yardımcı oldu.
Bedava bir Kur’an tercümesi elime geçti. Bir üniversitenin İslam birliği gençleri tarafından kurulan İslam’ı tanıtım standında bedava dağıtılıyordu. Stantta bilgi almak isteyenlere detaylı bilgi verilirken dahi konuşma veya soru sorma isteği duymadım. Tek sorduğum şey bedava olup olmadığıydı olumlu cevap alınca kitabı aldığım gibi yoluma devam ettim.
Amacım bedava elde ettiğim kitap sayesinde hedefime ulaşmaktı. Ama Kur’an’ı okudukça etkileniyor etkilendikçe okuyor ve üzerinde düşünmeye başlıyordum. Okuduğum sayfalar bir bir eskimeye başladı, çok anlaşılır bir dille yazılmıştı, rahatlıkla anlıyordum ve ben anladıkça diğer dini kitaplardan uzaklaşıyordum.
Arkadaşlarımdan biri bana; ‘İslam dininde Allah, çok gaddar ve intikamcı’ olduğunu dile getirmişti. Ben kitabı ilk açtığımda sayfalarından birinde ise “Allah bağışlayan ve bağışlayıcıdır” ibaresini okuduğumda arkadaşımın bana söylediği sözü tekzip ettiğini gördüm.
Sanki Kur’an benimle konuşuyordu ve benim sorularıma cevap veriyordu. Eski bir kitap olmasına rağmen şuanla da bağlantılıydı. Onun ahengi ve tasavvur ettirme şekli adeta beni kendine cezp ediyordu. Hakikaten güzellik abidesi idi ve ben bunu o ana kadar derk edememiştim. Uzun zaman önce uçsuz bucaksız bir çöle dalarak baktığımdaki o tatlı hisse kapılmıştım. Kitap, bir gece yarısı sahil kenarında yıldızlarla dolu bir gökyüzünün altında çıplak ayaklarıma vuran denizin dalgalarında koşarken duyduğum heyecanı bana veriyordu.
Kur’an benim için çok cazipti. Bana belli nişaneler veriyordu ve daha sonra beni düşünmeye sevk ediyor daha derine inmemi ve öyle değerlendirmemi istiyordu. Beni kör ve batıl inancımın üzerine çizgi çekip mantıklı ve akıl sahibi olmama teşvik ediyordu. Kur’an insanı iyiliğe, yaratanı tanımaya ve aynı zamanda adaletli, sevgi dolu ve alçakgönüllü olmaya davet ediyordu.
Beni değişime uğratacak tecrübeleri elde ettikten bir müddet sonra ilgi ve alakam daha da çoğaldı. İslam hakkında yazılmış daha fazla kitaplar okumaya başladım. Kur’an’ın kehanetlerde bulunduğunu hatta Peygamber efendimizin de hitap kılındığını ve sonra da kehanetlerinin doğrulandığını anladım. Eğer bu kitabı peygamber kendisi yazmış olsaydı durum çok şaşırtıcı olurdu.
Artık benim hidayete ermeme vesile olan o inanılmaz Kur’an ve örnek kişi Hz Muhammed (s.a.a) ile yeni bir yolculuğa başlamıştım. O çok emin ve doğru sözlü biriydi. Hiçbir yalan ve yanlış izi yoktu.
O, geceleri uzun uzadıya ibadet edip kendine her türlü zorluk ve zulmü yapan insanlara hidayete ermeleri için dua ediyor, gücü ve serveti ret ediyor, sevgi dolu olmaya davet ediyor ve Rabbinin mesajını insanlara iletmek için tam teslimiyet gösteriyordu.
Hiçbir karmakarışıklık yoktu ve her şeyi anlamak çok kolaydı. Biz yaratıldık; bu karmakarışık varlık âlemi hiçten kendi kendine var olamazdı. Öyleyse ‘bizi yaratan bu tek yaratıcıya itaat etmeliyiz’ anlaşılması bu kadar rahat ve basit.
“O nankörler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hâlâ inanmıyorlar mı?” (Enbiya/30) ayet-i kerimesini okuduğum gece apartman dairemin manevi bir ışıkla dolduğu günü hiç unutmuyorum.
Bu ayeti okuduktan sonra zihnimde şimşekler çakmıştı. Artık Big Bang teorisi benim için basit bir teori değildi. Tüm varlığın bir sudan yaratıldığını bilim adamları ancak keşfetmişlerdi. Beni bu konu çok şaşırtmıştı. Bu hayatımda tecrübe ettiğim en heyecanlı ve korkulu andı.
Ben ardı ardına kitapları okuyor ve düşünüyor hatta tekrar tekrar okuyordum ki bir gece gözlerimi açtım ve açık olan kitaplara baka kaldım. Adeta donup kalmıştım. İnanamadığım bir şeyler oluyordu. Karşımda duran şey hakikatin ta kendisiydi. O hakikat ki hiçbir şüphem yoktu.
İki seçeneğim vardı; ya bu kadar hakikatin karşısında her şeyi inkâr edecektim ve eski yoluma devam edecektim veya…
Tek seçenek hakkım kalmıştı o da hakka ve hakikate teslim olmaktı. Çünkü hakikatin karşısında inkârdan başka bir şey de elimde yoktu.