.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Eskiden beri “bedensel meadı” inkâr edenlerin dayandığı delil “akil ve me’kul” şüphesidir. Geçen zaman içinde ve gerçekleşen bilimsel yeniliklerle bu şüphe farklı formlara ve kalıplara sokulmuştur. Günümüzde artık daha fazla kandırmacı yapıya bürünmüştür. Zikredilen eleştirinin büründüğü değişik şekiller üç konuda özetleniyor:

1- Bedenin dağılmış zerrecikleri nasıl toplanıyor?

2- Haşrolacak beden hangisidir?

3- Ruhlardan eksilen bedenlerin noksanlıkları nasıl giderilir? Bedenin dağınık zerrecik parçaları nasıl bir araya getirilir?

İlkin şüphe şöyle ortaya atılırdı: Mümin olan bir kimsenin bedeninin parçaları, kâfir olan bir kimsenin bedeninin paçalarına dönüşürse “çözülmüşün değişime uğraması” (bedelu ma yetehellel) veya “hücrelerin kendisini yenilemesi” kaidesince, mümin olan kimsenin bedeninin zerrecik parçası kâfir olan kimsenin bedeninin parçası konumuna geleceği konusunda hiç şüphe yok. Buna binaen eğer kıyamet gününde herkesin bedeninin parçaları geri dönerse bu iki bedenden birisi eksik olacaktır. Bu durumda eksik olan beden ya mümin olan kimsenin bedeni, ya kâfir olan kimsenin bedeni olacaktır. Eğer mümin olan kimsenin bedeni eksik olursa o zaman onun bedeninin bir kısmının kâfir olan kimsenin bedeniyle birlikte cehenneme gidip azap görmesi lazım gelir. Ama eğer müşrik olan kimsenin bedeninin parçalarının mümin olan kimsenin bedeninin parçaları haline gelmiş olduğunu kabul edersek, kâfir olan kimsenin bedeninin parçalarının müminle birlikte cennete gitmesi lazım gelir. Bu her iki durum da ilahi adalete terstir. Bu nedenle bedensel meadın gerçekleşmesi imkânsızdır, denilmektedir.

Şüphenin daha geniş bir boyuta sahip olan ikinci şekli ise şöyledir: Eğer kişi sahradaki yırtıcı hayvanlara veya denizlerdeki balıklara yem olur ya da yabani yırtıcı hayvanların yiyeceği konumuna gelir ve yiyen hayvanların bedeninin parçaları haline dönüşürse, yenilen insan yiyen hayvanların bedenine yayılır. İnsanın bu dağınık ve eksik haliyle haşredilmesi nasıl gerçekleşebilir?

Kelamcıların Cevabı

Müslüman mütekellimler bu şüpheye iki cevap vermişlerdir. Cevaplarını özet bir şekilde aktarmaya çalışacağız:

1- Kelam ve akaid ilminin âlimlerinin çoğunluğu bu şüpheye şöyle cevap vermişlerdir: Yüce Allah mümin olanın bedeninin asıl zerreciklerini bütün olaylardan korur. Kâfir olan kimsenin bedeninin parçalarına dönüşmesini engeller. Asıl itibariyle hiçbir insanın zerrecikleri başka bir kimsenin bedenine dönüşmez. Başka bir insan veya hayvanın bedenine dönüşen zerreler yenilen kişinin bedeninin fazlalıklarıdır. Asıl zerreler ise her çeşit değişikliklerden korunur.

Bu cevap eski zamanlarda ikna edici olabilirdi ama günümüzde hiçbir şekilde ikna edici değil ve kabul görmüyor. Zira fizyolojik olarak insanın bedenindeki hücreler değişken ve değişim halindedirler. Bu nedenle eğer insanın bedeni, bir hayvanın yemi konumuna gelirse onu yiyen hayvanın bedenine dönüşmesi kesindir. Ama hücrelerin daimi değişkenliği nedeniyle bir müddet sonra ya enerji veya pislikler şeklinde bedenin dışına atılacaktır. Sinir ve kas hücreleri ve de beyin değişmez ve ömrün sonuna kadar baki kalır. Sonra toprağa karışır ve başka bedenleri şekillendiren maddelere dönüşür. Bu nedenle kelamcıların iddia ettikleri sabit kalan asli zerreler diye bir şey bedende söz konusu değildir.[1]

2- Kelamcı ve muhaddislerin vermiş oldukları ikinci cevap şöyledir: İnsanın bedeni ölümle beraber dağılıp gider. Ama her insanın tüm niteliklerini taşıyan asıl maya ve tıyneti (hakikati) cisimsel bedenin asıl çekirdeği unvanıyla kabirde baki kalır ve kendi yörüngesinde hareket halindedir. Başka hiçbir insanın bedeninin parçasına dönüşmez. Hatta eğer başkasının bedenine gireceğini farz etsek bile yine o bedenden çıkacaktır. Kıyamet gerçekleştiği an bu asıl maya ve tıynet harekete geçer ve dünyevî bedeninin sahip olduğu tüm niteliklere haiz olan uhrevî bedeni şekillendirir. Buna binaen insan cisminin asıl mayasında “akil” ve “me’kul” diye bir şey şekillenmiyor. Doğal ilimler tarafından bu tıynetin keşfedilmemesi onun yokluğuna delil olamaz.

İnsan tıyneti (bedeninin hakikati) nedir noktasında ise farklı düşünceler vardır: Bazıları nefs-i natıka (düşünen nefis), bazıları insanın saadeti ve şekavetinin bağlı olduğu şeydir, demişlerdir. Bir diğer gurup da asıl zerrecikler ve başka bir gurup da temsili ve berzahi cisim olduğunu söylemiştir.[2]

Filozofların Cevabı

İlahi filozoflar daha dakik cevap vermişlerdir: Her insanın zâhirî boyutu onun bedensel boyutuna değil, ruhsal ve manevî boyutuna bağlıdır. Zira bedenimiz sürekli değişim halindedir. Bu nedenle insanı belirginleştirmede belli bir beden ölçü değildir. Müphem ve belirsiz bir beden insanın bedensel kişiliğini şekillendirebilir. Zira cisim hareket halinde olan bir maddedir ki değişik şekil ve formlara girebilir. Değişik ve çok farklı formları kabullenmesi mümkündür. Bu bakımdan maddî olan cismimiz için sebat ve beka diye bir şey söz konusu değildir. Belki ruh güdümünde beden belirginleşir. Bedenin zerreciklerini asıl sahibine nisbetlendirip şöyle denmesi mümkündür: Falancanın elini veya ayağını ya da şu organını kestiler. Beden topraktan sonra meyveye dönüşürse yukarıdaki intisap aradan yok olup gider.

Bu cevaba göre akil ve me’kul şüphesi kökten yok olur. Zira bu açıklamaya göre ahiret hayatında falan tarihte sahradaki hayvanlara veya denizdeki balıklara yem olan bedenin zerrelerinin bu dünyada muayyen olan bedenin tüm nitelikleriyle tekrar haşrolması gerekli değildir. Zira bedeninden ister irin ve artıklar ister enerji şeklinde bedeninden ayıran zerrelerden bir bedenin şekillenmesi ve ruhun ona taalluk etmesi mümkündür. Tereddütsüz ruh şekillenmiş olan bu bedene taalluk eder etmez insan kendi ilk formunu ve suretini alacaktır.

İslam’da zaruri olan şey insanların başlangıcındaki tanımışlıklarıdır. Şöyle ki; mahşer alanında dünyada birbirini tanıyan bireylerin birbirini görür görmez geçmişteki hatıralarını hatırlayıp birbirlerini tanımalarıdır. Dünyada insanların taşıdıkları zerrelerin aynısının kıyamet gününde haşrolması gerekli değildir.

Bir çok rivayetlerde nakledilmiştir: Bedensel engelleri olan kimseler kıyamet gününde salim ve sağlam haşrolacaklardır. Oysa insanın bedenini şekillendiren zerrelerin tümünün olduğu şekilde haşrolması gerekli olsaydı, o zerrelerin olduğu şekilde (yani bedensel engelleriyle birlikte) haşrolmaları gerekirdi. Diğer taraftan itiraf etmeliyiz ki uhrevî bedende göze çarpacak ve dikkatleri üzerine çekecek şekilde değişiklik gerçekleşecektir. Aynı zamanda kişisel nitelikler korunacak ve insanlar birbiriyle karıştırılmayacaktır. Belki bedenin maddesinden belli bir kısmıyla bedenin şekillenmesi, ruhun sahip olduğu yaratıcı hususiyetin sabit olan cisimle topraklaşmış bedeni uygun bir hale getirmesi mümkündür. Rivayetlerde insanlığın kaynağı olarak zikredilen tıynet ile karıştırılırsa insanın bütün niteliklerinin, geçmişteki hatıralarının, gönderdikleri ve geride bıraktıkları tüm davranışların tekrar yenileneceği geçmektedir. Kendisi hem kendisini hem başkalarını tanır. Diğerleri de onu tanırlar.[3]

“Hikmet-i Mütealiye”nin Cevabı

Hikmet-i Mütealiye’nin kuruyucusu Molla Sadra’nın bu şüpheye vermiş olduğu cevap şöyledir: Her insanın şahsiyeti ve hakikati insanın maddî bedeniyle değil, nefsi ve ruhuyla belirginleşir. İnsanın hüviyetini belirginleşmede rol sahibi olan beden, müphem ve belirsiz bir bedendir. Zira sürekli değişim halinde olan cisim, insanın hüviyetini ve şahsiyetini belirginleştiremez. Oysaki bedenin bütün organları aralıksız değişim halindedir. Hatta bedendeki kemiklerin hücreleri bile senede en az bir defa bütünüyle değişiyor. Bu yüzden değişken olan beden, hiçbir şekilde sebata ve bekaya sahip olamaz. Bu nedenle örneğin Zeyd’in bedenini hayvan yediği için haşrolunmaz, zira bu beden ya yiyen (akil) ya yenilen (me’kul) dir diye bir şey söylenemez. Her insanın bedenini belirginleştiren, insanın ruhudur.

Zeyd’in ruhu bir bedene taalluk ettiği vakit, o beden Zeyd’in bedenidir. Belki ruhun taalluk ettiği her şey o ruhun bedeni, o şeyin kendisidir. Sanki dünyada bu bedenle yaşamış ve bu bedenle soğuğu ve sıcağı tatmıştır. Bizim itikadımızca bedenlerin haşrolmasında gerekli olan şey bedenlerin kabirlerden kalkmaları ve tanıdıkların birbirlerini tanımalarıdır. Birbirlerini gördüklerinde bu falanca ve şu filanca diyebilmektir. Her insanın bedeni, her insanın ruhunun taalluk ettiği bedenidir. Aksine bu bedenler bir avuç topraktır. Bu inanç esasınca Zeyd’in vücudu ve hüviyetinin değişmesi gerekmez. Bir insanın çehresi çirkinleştiğinde veya eli-ayağı kesildiğinde onun tanınmasını engellemediği gibi. Acaba sağır, kör, felçli, yaşlı veya genç oldukları şekilde haşrolmaları mı gerekir? Kesinlikle bunun cevabı menfidir. Aksine insan ahirette en kâmil şekliyle haşrolur. Ehlibeyt İmamlarından nakledilen rivayetler de bu gerçeğe işaret etmişlerdir.[4]

[1]     Şeriati Sebzevarî, Muhammed Bâkır, Mead der Nigah-ı Akl ve Din,, s. 250, 4. baskı, Kum, Bustan-ı Kitap, 1382.

[2]     A.g.e., s. 251. Bu kısa makalede kelamcıların sözünü nakletme gayesini gütmekteyiz. Gayemiz onların görüşlerini eleştirmek değildir. Dolayısıyla verdikleri ikinci cevaplarını eleştirmiyoruz.

[3]     Subhanî, Cafer, Akaid-i İslami der Pertuyi Kur’an ve Hadis, s. 588-589, Kum, Bustan-ı Kitap, h.ş. 1386; Şeriati Sebzevarî, Muhammed Bâkır, Mead der Nigah-ı Akl ve Din, s. 250; Mekarim Şirazî, Nâsır, Mead ve Cihan Bad ez Merg, s. 330-331, Kum, Matbuat-ı Hedef, h.ş. 1336.

[4]     Molla Sadra, Esfari Erba’a, c. 9, s. 190-191, Kum, Mektebetu’l-Mustafa, 1379.

Editör: Hasan Bedel