.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İnsan, hayatının bütün alanları, bireysel ve sosyal ödevleri, kendisi ve diğer insanların sahip oldukları hak-hukuk hususlarında kendisi bizzat karar alma konumundadır. Bu girişimi bilgi ve irade temelinde şekillendiği için de yasa ve kurallar karşısında sorumludur. Dolayısıyla insanın yapısal olarak sorumluluk bilinci taşıdığı sonucuna ulaşabiliriz. Tabi ki bu bilinç gün yüzüne çıkartılıp eğitilmelidir. Bu itibarla, eğer insanların yasalar ve kurallara uymalarını ve kabul edilebilir bir düzeyde toplumdaki her bir ferdin hak-hukukunu gözetmelerini arzuluyorsak, bunun alt yapısını evde, okulda ve toplumsal hayatta oluşturmamız gerekir. Örneğin çocuklar ve ergenlere görev vermek ve onları grupsal çalışmalara yönlendirmek (oyun, tartışma, kır gezisi vs.) vesilesiyle, sorumluluk bilinci aşılayabilir, disiplin ruhu ve özgüven kazandırabilir, toplumsal hayatın yasa ve kurallarına uyma sorumluluğuyla tanıştırabilir ve toplumsal hayatın muhtelif sahalarında görev yüklenecek bir olgunluğa eriştirebiliriz. Aslına bakılırsa insanın sosyalleşmesi olgusu, bir şekilde sosyal yasa ve kurallara boyun eğmesi, bu sorumluluğu hiçbir şekilde yadsımaması ve disiplinsiz-kanun karşıtı bir pozisyona girmemesinden ibarettir.

Feyz, yönetim/hükümet mekanizmasını iki kısma ayırır: Şer-i yönetim ve örfi yönetim.[1] O, hatta örfi yönetimlerin hâkim olduğu ortamlarda dahi, sosyal yasa ve kurallara uymayı ve bireysel hukukun gözetilmesini hem yönetenler hem de halk için zarurî ve farz bilir. Feyz şöyle der:

Sosyal düzenin korunması ve halkın yaşamının intizam bulması, disiplin ve sosyal yasalara uymak ve bireysel haklara riayet etmekle ancak mümkün olabilir.[2] Elbette yönetenler, halk arasında adalet üzere hükmetmeli, adalet ve eşitliği toplum geneline yaymalı ve halkın huzur ve refahını temin etmelidirler. Ayrıca halka, en doğru davranış kuralları ve toplumsal uyum yasalarını öğretmeli ve onları maslahat ve çıkarlarını temin edebilecekleri bir şekilde yönlendirmelidirler. Diğer taraftan halk da sorumluluklarının bilincinde olmalı, sosyal yasa ve kurallara uymalı, devlet ve hükümetin hak-hukukunu da gözetmelidirler.[3]

Feyz bu konuya dair bazı rivayetlerde aktarır. Mesela Ebu Hamza Sumalî, İmam Bâkır’a (a.s): Bir imam ve liderin halk üzerindeki hakları nelerdir" diye sordu. İmam (a.s) şöyle buyurdu:

"İmamın hakkı, halkın onu dinlemesi ve itaat etmesidir."

Başka bir tabirle bu, sosyal yasalara riayet etmek ve imamın (yöneticinin) istediği her şeyi gönülden kabul etmeleri anlamına gelir. Sonra Ebu Hamza şu soruyu sordu: "Peki, halkın imam üzerindeki hakları nelerdir?" İmam (a.s) şöyle buyurdu:

"Her şeyi, aralarında eşit bir şekilde bölüştürmeli ve halka adaletli davranmalıdır."[4]

Feyz, Aine-i Şâhi risalesinde ise insan üzerinde hükümran olan etkenleri şöyle sıralar: Akıl, şeriat, doğa, gelenek ve örf. Sonra da örfü şöyle tanımlar:

Örf, halkın genelinin kendi aralarında vazettiği, gereklerine uymayı kendilerine vacip bildikleri ve karşı gelinmesini kötü karşıladıkları bir düsturdur. Bu düstura uymak ne kadar zor olsa ve her bir birey sırf başkalarının kınaması korkusuyla ona bağlı kalsa da uyulması vaciptir… Örf, eğer galebe ve istila yoluyla şekillenmiş olursa, buna saltanat denir. Her toplum, kaçınılmaz olarak bir saltanata ihtiyaç duyar. Toplumsal düzenin sağlanması ve hayatın bir disiplin kazanması için bu gereklidir.[5]

Feyzin, ‘örf’ tabirinden maksadı, sosyal yasa ve kurallardır. Bu yasa ve kurallara uymak ise farzdır. ‘Saltanat’ tabirinden maksadı ise sırf padişahlık düzeni değildir. Bilakis toplumu yöneten ve toplum üzerinde hâkimiyeti bulunan güç ve devlet aygıtıdır.

Feyz en son, söz konusu ‘beş hükümran’ arasında bir karşılaştırmada bulunur ve önemli bir noktaya dikkat çeker:

Hem akıl hem de şeriat, akıl ve şeriatla çelişmedikleri müddetçe sosyal yasa ve kurallara uymayı emrederler. Çeliştiği durumlarda ise bu tür yasa ve kurallardan uzak durmak gerekir. Lâkin takiyye gerekiyor ve zarardan korkuluyorsa, uymak icap eder.[6]

Lakin Feyz’e göre siyaset ve hükümet, eğer şer’î bir yapıya sahipse bu yapı, toplumsal bünye ve düzeni korumak ve halkın sosyal refahını temin etmenin yanı sıra aynı zamanda insanların manevî ve ahlâkî kemâllere erişmeleri ve arzulanan maksada varmalarını da temin eder. Bu itibarla bu yapıya her halükarda itaat etmek gerekir. Lâkin eğer bu vasfı haiz bir hükümet yoksa ve yerine örfi bir hükümet halkı yönetiyorsa, yine de toplumun kaçınılmaz olarak bir düzene ihtiyaç duyduğu gerçeğine binaen bu hükümetin yasaları şeriatla uyumlu olduğu müddetçe ona itaat etmek gerekir. Aksi durumda eğer bir tehlike ve zarar durumu yoksa uzak durulmalıdır.[7] Bu itibarla Feyz, Safevîler döneminde hükümetin şeriata uygun davranmasını sağlamak için gayret sarf ediyordu. Elbette her şeye rağmen sosyal yasa ve kurallara uymanın zarureti esasına binaen yine de Safevî hükümetine itaat etmeyi gerekli görüyordu.[8]

Halkın Hak-Hukuku Nasıl Temin Edilir?

Her bir Müslüman, başkalarına karşı yükümlü olduğu ödev ve sorumlulukları tam olarak öğrenmelidir. Bu ödevler, anne, baba, eş, evlat, akraba, öğretmen, öğrenci, komşu, arkadaş, iş arkadaşı, müşavir vs. bütün herkese karşı yerine getirilmeli ve hayatın metninde, sosyal ilişkilerde ve bütün alış-verişlerde gözetilmelidir. Halkın hak-hukukunun nasıl korunacağı konusu toplumsal eğitim yöntemleri kapsamında incelenir. Feyz, bu hususta birçok rivayet aktarmıştır. Bu cümleden, hukuk konusunda en kapsamlı rivayet sayılan ve İmam Seccad’dan (a.s) rivayet olunan ‘Risaletu’l Hukuk’ hadisini aktarır. Bu hadiste, elli hak sahibinden söz edilir. Buna göre bireylerin karşılıklı olarak yükümlü bulundukları hakları, üç ana mihver çerçevesinde inceleyebiliriz:

1. Karşılıklı hak-hukukun açıklaması.

2. Hukuka uyma bilinci oluşturma.

3. Hak-hukuku uymanın kıstas ve ölçütleri.

Açık olsa gerektir ki tüm bu konuları incelemek başlı başına bir kitap konusudur. Dolayısıyla biz, sadece iki başlık çerçevesinde konunun sırf ana hatlarını ele alacağız:

Karşılıklı Hak-Hukuk

Feyz, Allah Resulü’nün (s.a.a) iki Müslüman’ı birbirlerine oranla bir bedenin iki eli gibi gördüğünü nakleder. Buna göre, nasıl bir insanın iki eli birbirlerinin hizmetinde olup birbirlerini yıkıyorlarsa ve tıpkı tek bir organ gibi tek bir gaye uğruna birlikte hareket ediyorlarsa, iki Müslüman da karşılıklı yardımlaşma ve işbölümü sayesinde can, mal ve dilleriyle birbirlerinin hizmetinde olup her daim birbirlerinin hayrını ister ve dert ortağı olur ve her konuda ortak hareket ederler.[9]

Can ve malla birbirlerinin hizmetinde olmalarının anlamı şudur: İki Müslüman kendilerini birbirlerinin hizmetçi ve kölesi gibi görmeli ve birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için gayret göstermelidirler. Kendi malını rahatlıkla kardeşine bağışlayabilmeli ve onun sıkıntıya düşüp de başkasından yardım dilemesine asla razı olmamalıdır. Ellerinden geldiğince birbirlerine ihsanda bulunmalıdırlar. Zira bu konudaki kusur, bir din kardeşinin hakkını zayi etmektir. Dolayısıyla onu, tıpkı kendisi gibi hatta kendisinden daha öncelikli bir konumda görmeli, kardeşini hoşnut kılmak için can, mal ve onurunu ortaya koymalıdır. Gönül rızasıyla onun ihtiyaçlarını karşılamak için çaba sarf etmeli, yüzü yüze bulunduğu sorunları çözmek için elinden geleni yapmalıdır. Kendisi tokken din kardeşinin aç kalması yahut kendisi ev sahibiyken onun evsiz yaşamasına asla gönlü razı olmamalıdır.[10]

Ayrıca bir Müslüman, bazen konuşarak bazen de susarak din kardeşinin haklarını etmelidir. Susmak derken maksat, kardeşinin ayıplarını yüzüne karşı ya da arkasından dile getirmemesi, soru yağmuruna tutarak ve bir nevi sorgulayıp teftiş ederek yahut ağız dalaşına girerek üzmemesi gerekir. Kardeşini kınayıp azarlamaması ve hasbelkader aralarındaki bağ kopacak olursa onun sırlarını ifşa etmemesi gerekir. Zira bu davranış, kötü kalplilik ve bir manevî hastalık belirtisidir. Unutmamalıdır ki kusursuz arkadaş bulunmaz ve Masumlar (a.s) dışında herkes bazı şart ve durumlarda bazı zaaflar taşıyabilirler. Daha da ötesi eğer bir insan dönüp kendi nefsini inceleyecek olursa, kendi ayıplarının başkalarınınkinden daha fazla olduğunu görür ve onlara karşı tahammül gücü daha bir artar.[11]

Tüm bunlara ilaveten, din kardeşliği bir Müslüman’ın sözleriyle de kardeşinin haklarını eda etmesini iktiza eder. Kardeşine sesleneceği vakit, onun sevdiği ismiyle onu çağırmalı ve her daim hal ve ahvalini sorup öğrenmelidir. Kardeşiyle bir araya geldiğinde bir lütuf ve sevgi timsaliymiş gibi davranmalı, bir hata ya da günahına şahit olduğu zaman kati bir tavır, fakat lütuf, saygı ve yumuşak bir dille ona nasihat etmelidir. Eğer onu seviyorsa, seni seviyorum diye sevgisini dile getirmelidir. Bu davranış, aradaki muhabbet bağını pekiştirir. Toplum içerisinde kardeşini iyilikle yâd etmeli ve sahip olduğu güzellikler ve iyi hasletleri dile getirmelidir. Kardeşi hakkında dedikodu ile karşılaştığında, onu savunmalı ve onu asla yalnız bırakmamalı; hem rahatlık hem de zorlukta ona karşı davranışları değişmemelidir…[12]

Feyz, dinî metinlerden ilhamla bir Müslüman’ın her daim iyiliğe dönük niyetine de değinir. Ayrıca başkalarını meşakkate sokmamak, geniş yürekli ve vefalı olmak gibi hasletlerden de söz eder ve şöyle der:

Her Müslüman, daima başkalarının huzur ve rahatlığını düşünür ve onlar için bir yük ve meşakkat kaynağı olmaz. Bilakis kendisi, girdiği her yere yeni bir can ve zindelik katmalı ve başkalarının rıza ve hoşnutluk vesilesi olmalı ve başkalarının omuzlarındaki yüke omuz vermelidir. Gidiş-geliş ve misâfirliklerde karşı tarafın meşakkate düşmesine sebep olmamalı, onun masraf ve zahmete girmesine rıza göstermemeli ve yersiz ve gereksiz isteklerle hiç kimseyi zor durumda bırakmamalıdır.[13]

Ayrıca bir insanın bir hata ya da günahına şahit olduğu zaman görmezden gelmeli, affetme ve bağışlama hasletini bir meleke haline getirmelidir. Elbette bu hata ve günah, eğer din ve dini meselelere dairse uygun ve sevgi dolu bir dille karşı tarafa nasihat etmeli ve onu doğru yola yönlendirmek için çabalamalıdır. Yok, eğer söz konusu hata şahsi ise affetmelidir. Zira dar görüşlü, katı tutumlu ve intikamcı bir ruhiye, çok düşük seviyedeki insanlara mahsustur; affetmek ve bağışlamaksa yüce ruhlu insanlara.[14] Toplumsal hayatın en asli değerleri ve sosyal hukukun en temel öğelerinden biri iyi niyetli olmak, kardeşlik ahdine vefa göstermek ve din kardeşliğine sarsılmaz bir iradeyle bağlı kalmaktır. Bu hasletler olmadan sefa ve samimiyetten söz etmek mümkün değildir. Bu hususta Feyz şöyle der:

Bir Müslüman, din kardeşiyle kardeşlik ahdi kurduktan sonra, ona sadık ve vefalı olmak zorundadır. Ömrünün sonuna kadar bu bağı korumalı, iki taraftan biri ölecek olsa dahi bu dostluk bağı, ölen kişinin evlatları ve geride kalanları; hatta kardeş ve arkadaşlarıyla sürdürülmelidir.

Feyz, şu rivayete istinat eder:

Hz. Hatice-i Kübra’nın vefatından sonra yaşlı bir kadın Allah Resulü’nü ziyarete geldi. Hz. Peygamber, ona gayet saygı ve ikramda bulundu. Sahabeler: "O kimdir?" diye sorduklarında ise: "O, Hatice hayattayken bazen onu görmeye gelirdi" diye buyurdu ve ekledi: "Ahdin kadrini bilmek, dindendir."

Son nokta şu ki, İslamî toplumsal eğitimin bir gereği de bütün Müslümanları birbirlerine dua etmeleridir. Feyz, bu konuya dair şöyle der:

"Din kardeşlerinin, vazifelerinden biri de birbirleri için dua etmeleri, kendileri için Allah’tan diledikleri her şeyi kardeşleri içinde dilemeli ve bilmelidirler ki bir Müslüman’ın din kardeşleri için ettiği her dua, kendileri hakkında kabul olunur."[15]

[1]Deh Risale, Aine-i Şâhi, s.160-162.

[2]A.g.e.

[3]İlmu’l-Yakîn, c. 1,s. 449; el-Vâfi, c. 3, s.652.

[4]El-Vâfi, c. 3,s. 651.

[5]Deh Risale, Aine-i Şâhi, s.160.

[6]A.g.e.,s.166.

[7]A.g.e.,s. 160-161.

[8]A.g.e.

[9]El-Meheccetu’l-Beyda, c.  3, s. 319.

[10]A.g.e.,s. 319-323.

[11]A.g.e., s. 323-330.

[12]A.g.e.,s. 330-336.

[13]A.g.e.,s.344.

[14]A.g.e., s.336-340.

[15]A.g.e.,s. 342.