Ehlader Araştırma Bölümü
Caner Taslaman
13,8 milyar yıl önce minicik bir noktadan başlayan ve sürekli genişleyen evrenin içinde dünyamız 4,5 milyar yıl önce meydana geldi. Bu zaman dilimlerinin uzunluğuna kıyasla bizim hayatımız çok kısa süre önce başladı. Hayat çok güzel! Yokken var olmak; görmezken görmek, işitmezken işitmek, tatmazken tatmak, koklamazken koklamak kelimelerle tarif edilemeyecek kadar muhteşem. Kısa süre önce bir hiçken şu anda heyecanlanan, ümit eden, merak eden, seven biri olmak dehşet uyandıracak kadar sarsıcı aynı zamanda. Bebekliğimizden itibaren hayata öyle bir alışırız ki, yokluktan varlığa geçmenin olağanüstü garipliği karşısında yadırgamadan ve dehşet hissi duymadan bu hayatı kabulleniriz. Bu öyle bir kabullenmedir ki “kabullenme” olarak nitelenen durumu dahi hissetmeyiz.
Dünyada olmayı, insan olmayı ve zamanın bizi her an ölüme taşımasını birçoğumuz hiç mi hiç yadırgamaz. Heidegger’in (1889-1976) dikkat çektiği “atılmışlık” (geworfenheit) duygusunu da hisseden azdır. Durumumuzu daha iyi tarif eden bir kelime “bulmak”tır. Sanki hep buradaydık; her şeyi olması gerektiği gibi bulduk. “Neden yokluk değil de varlık?” veya “Neden cansız madde değil de canlı?” veya “Neden tavuk değil de insan?” veya “Neden hayat ölüm ufkuna doğru ilerliyor?” sorularını hiç sormadan hayatın içinde akıp gider birçoğumuz. Lisanı halle adeta “Başka türlü nasıl olacaktı ki!” denilerek, bunlar üzerine derinlemesine düşünmeye gerek olmadığı ifade edilir. Oysa var olmamız da canlı olmamız da insan olmamız da ölümlü olmamız da zaruri değildir aslında. “Başka türlü nasıl olacaktı ki!” diye mevcut durumun olağanüstülüğünü görmezden gelmek, hayret duygumuzu bastıran yanlış bir yaklaşımdır.
Yadırgamadan benimsediğimiz durumumuzun olağanüstülüğünü daha iyi kavramak için Kafka’nın (1883- 1924) ünlü romanı “Dönüşüm”den (Die Verwandlung) yararlanabiliriz.[1] Romanın kahramanı Gregor Samsa gibi bir sabah uyandığımızda kendimizi böcek olarak bulduğumuzu hayal edelim. Herhalde bu durumda yadırgamanın ve dehşetin çok üst bir düzeyini yaşardık. Oysa bir hiçken dünyaya insan olarak gelmemizdeki acayiplik, bir sabah böcek olarak uyanmaktan çok daha fazladır.
Bu hayali örnekte yaşanan dehşetin, iyi bir durumdan (insan) arzu edilmeyen bir duruma (böcek) geçişle ilgili olduğu zannedilebilir. O zaman, bir tane de kötü durumdan arzu edilen bir duruma dönüşümü hayal edelim. Hayatımız boyunca gözleri görmeyen, elleri ve ayakları olmayan engelli biri olarak yaşadığımızı ve bir sabah uyandığımızda gözleri gören, ellere ve ayaklara sahip biri olarak uyandığımızı hayal edelim. Böylesi bir durumda da önceden görmezken bir anda görmeye başlamanın ve elleri ayakları yokken bir anda bu organlara sahip olmanın olağanüstü farklılığıyla sarsılırdık. Var olan bir durumdan başka bir duruma dönüşmek, yokluktan varlığa geçişe göre daha az acayip olsa da, böyle bir dönüşümden sonra hissedeceğimiz hayreti, yokluktan varlığa geçmiş olmamıza karşı -çoğunlukla- hissetmiyoruz. Ne yazık ki!
Mevcut durumumuza duymamız gereken hayret hissi, varoluşsal sorgulamamızda bir hareket noktası olma potansiyeline sahiptir. Öte yandan gaflet hissi, her şeyi sıradanmış gibi algılatmakta; yokluktan varlığa geçmiş ve gözleri, duyguları, aklı, iradesi, bilinci olan bir varlık olmanın muhteşemliğini hissetmemizi engellemektedir. Gaflet hissi, bizi hareketsizliğe sürükler; çevremizdeki insanların oluşturduğu ortam içerisinde, rüzgârın sürüklediği bir yaprak misali savrulmaktan kurtulamamamıza sebep olur. Hayret hissi ise varoluşumuz üzerine tefekkür etmemize yol açarak gerekli zihinsel ve eylemsel duruma ulaşmamızı sağlayabilir. Bu tefekkür bizi “Nasıl buraya geldik?” ve “Bu hayatı nasıl yaşamalıyız?” gibi varoluş açısından en temel sorularla buluşturabilir. Sorulması önemli soruların ve bunların cevabını bulmanın önemini idrak etmek, hayattaki yönümüzü doğru şekilde (kendimizi aldatmadan) çizmemiz için bir başlangıç noktası olabilir.
Zihnimiz çok uzun bir geçmiş ve çok uzak bir gelecek üzerine düşünme kabiliyetine sahiptir. Zihnimizin bu özellikleri, yokluktan varlığa geçişimizin muazzamlığını ve ölüme doğru yolculuğumuzdaki garipliği değerlendirmemize olanak tanır. Çevremizdeki canlıların hiçbirinde, varoluşu değerlendirmeyi mümkün kılacak ölçüde soyutlama yeteneğinin olmadığını söyleyebiliriz. Gözüktüğü kadarıyla, bir karınca veya sincap, yokluktan varlığa mevcut özellikleriyle çıkmanın olağanüstülüğüyle sarsılmaz veya uzun bir zaman sürecine karşı kısacık hayatları üzerine analizlerde bulunmaz. Eğer yetişkin çağımıza geldiğimizde ciddi bir tefekkürün içine girmezsek tüm özelliklerimizle yokluktan varlığa çıkmanın olağanüstülüğünü kavrayamıyoruz. Bir karınca veya sincap gibi varlığın olağanüstülüğüyle irkilmeden ve ölüme doğru gitmemizdeki sarsıcılığı idrak etmeden akıp gidiyoruz hayatın içinde.[2]
Dünyanın içinde, yadırgamadan varlığını benimsediğimiz bir bedenin hediye edildiği varlıklar olarak bebekliğimizden itibaren bedenimize alışırız. Bedenimizi dış dünyanın cisimleri gibi “öteki” olarak hissetmeyiz ama onu duygularımız kadar “kendimiz” olarak da hissetmeyiz. Her ne kadar Merleau-Ponty (1908-1961) gibi istisna felsefeciler olmuşsa da, felsefe tarihinde, bedenli bir varlık olmamız gibi önemli bir olgu üzerinde yeterince durulmadığına da dikkat çekmek istiyorum.[3]
Muhteşem bir planın parçası olarak, hiç yadırgamadan kendimizi bu hayatın içinde bulmamız, bebeklik ve çocukluk evrelerimizde bizim için önemli bir avantajdır. Bebeklik ve çocukluk dönemimizdeki zihinsel durumumuz, bazı açılardan olgun bir insandan çok karınca ve sincaba yakındır; akli kapasitemiz uzun bir geçmiş ile uzun bir gelecek üzerine ve derin soyut konular hakkında düşünmeye henüz hazır değildir. Böylece bu dönemimizde, yokluktan varlığa geçişin ve ölüme doğru yolculuğun dehşetiyle sarsılmadan çevremizle ilişki kurar, yemeğimizi yer, uyur, kendimizi içinde bulduğumuz dünyayı tanımaya ve onu anlamadaki en önemli araç olan dili öğrenmeye başlarız. Yadırgamamak ve dehşete düşmemek, bebeklik ve çocukluk döneminde avantaj olabilir ama bu hisler yaşımız ilerlediğinde gaflete dönüşürse karşımıza bu sefer dezavantaj olarak çıkar. Varoluşsal konularda yetişkinlikteki gaflet, bebeklik ve çocukluk döneminden çıkamamak demektir. Bu durum, içinde çocukluğun sempatikliğini barındıran bir durum da değildir! Bu gaflet, diğer canlılardan ayırt edici özelliğimiz olan aklımızı, bizim için en önemli konu olan varoluşumuz üzerine kullanmaktan alıkoyar.
Varoluş üzerine tefekkür anlamına gelen “Nasıl buraya geldik?” sorusunu yanıtlamadan “Bu hayatı nasıl yaşamalıyız?” sorusuna doğru cevabı bulmak mümkün değildir. Kısacası ne yapmamız gerektiğini yani hayatımıza çizeceğimiz rotayı belirlemek için öncelikle varoluşumuz üzerine bir tefekkür sürecine girmeliyiz. Bu hususta hayret hissi, gaflete düşmememiz ve aklımızı kullanmamız için harekete geçirici yakıt hükmündedir. Hayret ettiğimiz evrenin varlığının ve kendi varlığımızın, Yaratıcının bilinçli bir eyleminin neticesi olduğunu idrak edersek, bu bizi Yaratıcıya hayranlığa ve O’na minnettarlık hissine ulaştırır. Hayret hissi, hayranlığa ve minnettarlığa giden yolda bir köprüdür. Hayranlık ve minnettarlık ise bu hayatı nasıl yaşamamız gerektiği hususunda yönümüzü belirleyecek pusulalardır.
- - - - - - - - - - -