.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Koca bir ömrü, Osmanlı tasavvuf kültürünü ve özellikle Mevlânâ ve Mevleviliği anlamaya, anlatmaya adayan Abdülbâki Gölpınarlı, 10 Ramazan 1317 / 12 Ocak 1900 tarihinde İstanbul’da Sultan Ahmed civarındaki Dizdâriye’de Kâtip Sinan Paşa Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir. Babası; zamanın önemli gazetecilerinden biri olan, “Şeyhü’l-Muhabirin” olarak tanınan Ahmet Âgâh Efendi’dir. Annesi ise Kafkasyalı Âliye Şöhret Hanım’dır.

Abdülbâki Gölpınarlı’nın asıl adı Mustafa İzzet’ti; Gölpınarlı ailesinin önceki çocukları erken vefat etmişti. Bekeret getirsin ve bâki kalsın diye Mustafa İzzet’i, Abdülbâki olarak çağırmaya başladılar ve zamanla bu ad asıl adının yerin aldı ve Mustafa İzzet’in adı artık Abdülbâki olmuştu.

Abdülbâki Gölpınarlı’nın ailesi 93 Harbi’nin doğurduğu sıkıntılı şartlar sebebiyle Azerbaycan’dan Gence’nin Gölbulağ köyüne, oradan da önce Bursa’ya bir süre sonra da İstanbul’a göçmüştür. Daha sonra dedesi Kıyamî İzzet Mustafa’nın Bulgaristan’da bulunan Rusçuk şehrine Eytam Mektebi Müdürü olarak atanmasıyla Rusçuk’a göçtüler. 1934’te soy ismini alırken, Rusçuk’ta kendilerine “Gölpınarlızâdeler” denildiği için “Gölpınarlı” soy ismini almışlardır.

Babası Ahmet Âgâh Efendi, önceleri Rusçuk’ta kâtiplik yaparken, daha sonra devam eden Osmanlı-Rus Savaşı zamanında İstanbul’a gelmiş ve Tanzimat döneminin önemli simalarından biri olan Ahmet Mithat Efendi’nin yanında, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde gazeteciliğe başlamıştır. Dönemin en tecrübeli muhabiri olarak tanındığı için “Şeyhü’l-Muhabirin” sıfatıyla anılmıştır.

Abdülbâki Gölpınarlı; ilkokulu, Yusuf Efendi Mektebi’nde tamamladıktan sonra ortaokulu, Menbau’l-irfan İdadisinin rüştiye kısmında; liseyi de Gelenbevî Lisesinde tamamlamıştır. Abdülbâki Gölpınarlı, 1915’te lise son sınıfta iken babasının vefat etmesi sebebiyle, ailenin geçimini sağlamak için eğitimine bir süre ara vermiş, Menbau’l-irfan İdadisinde üç sene Türkçe, Farsça ve Tahrir (kompozisyon) derslerine girmiştir. Bunun yanında Vezneciler’de kitap ve kırtasiye dükkânı da açmış; fakat yapı olarak ticarete pek yatkın olmadığı için ticarette başarılı olamamıştır.

1918’de aile dostlarından birinin daveti üzerine annesi ile Çorum’un eski adıyla Hüseyin Âbâd, yeni adıyla Alaca ilçesine gitmişler. Alaca’da Kenzü’l İrfan İlkokulunda üç yıldan fazla bir süre önce başmuavin sonra da başmuallim olarak görev yapmıştır. Daha sonra cumhuriyetin ilanı üzerine İstanbul’a dönmüştür. Fakat İstanbul’da bulunmadıkları süre içerisinde evlerine yerleşenler olduğu için İsmail Hakkı isimli bir aile dostlarının evinde misafir olmuşlardır. Bu süreçte yaşadığı zorluklar sebebiyle babası tarafından daha önce alınan Kumkapı semti civarındaki evlerini satıp paranın yarısını annesine verip kalan yarısını da eğitimine ayırmış ve Kadırga fırının karşısında tek odalı bir eve yerleşmişlerdir.

İstanbul’a döndükten sonra Edebiyat Fakültesine girmek istemiş; fakat lise öğrenimini yarıda bıraktığı için bu isteği geri çevrilmiştir. O da 1927’de imtihanla Yüksek Muallim Mektebinin son sınıfına kayıt yaptırır; fakat okul beş yıla çıkarıldığı için zorluklar yaşamıştır. Dördüncü sınıf öğrencilerinin boykotu üzerine dördüncü sınıfta okuyanların bir imtihanla beşinci sınıfa geçebilmeleri kararı alınmıştır.

Abdülbaki Gölpınarlı da baba dostu Doktor Galip Atâ’dan bir haftalık rapor alıp cebir, müsellesât gibi derslere çalıştı ise de sınavda felsefe, edebiyat ve çeviri ile ilgili sorular sorulmuş ve o da sınavı kolayca vermiştir. Mezun olduktan sonra ilk tayini Bitlis Eğitim Müdürlüğüne çıkmış; fakat Bitlis, İstanbul’a çok uzak olduğu için üniversite eğitimini yapamayacağı düşüncesi ile tayinini İstanbul’a aldırmak istemiş ve Bakanlık Müfettişi Hasan Âli’nin (Yücel) yardımı ile Mahmudiye İlkokuluna atanmıştır. Bu okulda öğretmenlik yaparken hem yarıda bıraktığı lise öğrenimini tamamlamış hem de İstanbul Üniversitesine girmiştir. Daha sonra ise okul müdürünün yardımıyla bu zorluğu halletmiş, ilkokuldaki dersleri belirli bir güne toplanmış ve bu sayede hem ilkokulda öğretmen hem de üniversitede öğrenci olmuştur.

Mezun olduktan sonra Konya, Kayseri, Kastamonu, Balıkesir ve İstanbul Haydarpaşa Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapmıştır. “Yunus Emre’nin Hayatı” adlı doktora tezini vererek Ankara Üniversitesi DTCF’de önce Farsça okutmanlığı, sonra da Türk edebiyat tarihi ve metin şerhleri dersine girmiştir. İstanbul Üniversitesine 1940 yılında geçmiş ve 1949 yılında emekli oluncaya kadar burada çalışmış ve Türk tasavvuf tarihi ve edebiyatı derslerine girmiştir.

Merhum Gölpınarlı'nın Gençliği

1945 yılında yaşadığı bir olay, onun hayatındaki dönüm noktalarından biri olmuş ve akademik çalışmalarını artık üniversite bünyesinde değil kendi çabalarıyla devam ettirmiştir. “İleri Gençler Birliği” isimli bir dernek kurmak isteyen, sol görüşe mensup bir grup öğrenci, derneğin tüzüğünü Abdülbâki Gölpınarlı’ya vermiştir. Daha sonra dernek müteşebbisleri hakkında yapılan kovuşturma sonunda tüzüğün kendisinde de olması sebebiyle kendisi hakkında soruşturma açılmış ve 1945’te tutuklanmıştır.

Sirkeci’deki Sansaryan Hanı’nda bulunan Emniyet Müdürlüğünde, 22 gün boyunca sandalye üzerinde uyumaya mecbur bırakılır. Daha sonra o vakitler askeri cezaevi olarak kullanılan Tophane binasına götürülür. Kendisi Attar’ın  “İlahînâmesi”ni tercüme etmekte iken Sefa Yurdanur isimli öğrencisi kendisine çevirinin tashihleri konusunda yardım etmektedir. Sefa Yurdanur, komünist örgüt kurma suçundan tutuklanırken, ifadesinde “derneğin tüzüğünün bir nüshasının Abdülbâki Gölpınarlı’ya okuduğunu, Gölpınarlı’nın komünizme meyilli arkadaşlarına okuduğunu, bazı arkadaşlarının bu fikri benimsememesine rağmen kendisinin benimsediği, zaten komünist partisi üyesi olduğunu” dile getirmiştir. Fakat yapılan kovuşturma sonunda 1946’da beraat etmiştir. 318 gün tutuklu kalmıştır, çıkarıldığı askeri mahkemece “…..materyalist bir ideolojiyi benimsemesi mahkememizce vârid görülmemiştir…..bu itibarla sanığa isnadı kabil bir suç görülmemiştir. Beratine…” hükmüyle 25 Şubat 1946’da suçsuz olduğu anlaşılmış ve beraat etmiştir.

Bu süreçte üniversitedeki mesai arkadaşlarının kendisi ile ilişkilerini kesmeleri nedeniyle akademik camiaya kırılmış bunun sebebiyle üniversiteden istifa etmiş ve kendini yoğun ilmi çalışmalarına adamıştır. 1938’de bir kere evlenmiş; fakat evliliği devam etmemiştir. Ömrünün geri kalan kısmını 16 yaşından itibaren ona bağlanıp yanında bulunan manevi oğlu Yüksel Gölpınarlı ile geçirmiştir.

Merhum Gölpınarlı hoca manevi oğlu Yüksel ile

Ankara’dan İstanbul’a geldikten sonra önce Kuzguncuk’ta Nakkaştepe adlı semtte daha sonra da Üsküdar’da, Harem’de Yalıboynu’ndaki iki katlı ahşap evde hayatının sonuna kadar kalmıştır ve eserlerinin çoğunu burada kaleme almıştır. 1940 yılından itibaren yazdığı bütün ilmi çalışmalarını orada kaleme almıştır. 1982 yılında vefatına kadar da ilmi çalışmalarına aralıksız devam etmiştir. 1982 yılında çok kısa süren bir rahatsızlıktan sonra, Ağustosun 25’inde vefat etmiş ve Caferî mezhebine bağlı olduğu için Seyyid Ahmet Deresi Şii Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir.

Mezar taşının yazısını da Ali Alparslan kaleme almıştır. Ölümünden sonra vasiyeti üzerine kitapları Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphanesine nakledilmiştir. Nakledilen eserler; 228 yazma kitap, 1831 basma kitap, 87 hat levhası, 1 gülâbdan ve 7 tespihten ibarettir.

Merhum Gölpınarlı'nın Seyyid Ahmet Deresi Şii Mezarlığı’ndaki Kabri 

Abdülbâki Gölpınarlı, yaşadığımız toprağın yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biri olarak geçmişten günümüze, muhtelif alanlardaki çalışmalarıyla, köprü kurmuş çok kıymetli bir münevverdir. Kendisi, kaleme aldığı eserleri sayesinde hem bir edip hem de bir ilim adamı sıfatıyla kültür tarihimizde yerini almıştır. Onu tanıyanlar tarafından düşündüğünü, karşıdaki insana çekinmeden söyleyebilen, açık sözlü, asabi, sevdiğini tam seven, sevmediğine ise söylemediğini bırakmayan bir ihtiyar olarak nitelendirilir.

Çok zeki olduğu ve ilim adamı sıfatını her yönüyle hak eden, dini, tarihi, edebî, tasavvufî ve irfanî bilgisi derin olan biri olduğu söylenir. Pürüzsüz bir Türkçesi vardır ve ifade melekesi çok yüksektir. Hayatı boyunca yaşadıkları, zaman içinde muhtelif tarikat silkine mensup şahsiyetlerle yakın ilişkiler kurması, Abdülbâki Gölpınarlı’ya çok derin bir şifahî kültür zenginliği kazandırmıştır. Fakat bu sıfatlara ve hak ettiği yerlere ulaşması çok da kolay olmamıştır. Doğduğunda içinde bulunduğu muhit, çocukluk ve gençlik dönemindeki siyasisosyal olaylar, babasını erken yaşta kaybetmesi, karakterinin şekilleneceği dönemdeki ruhi arayışları, öğretmenlik yaptığı dönemde tayin sebebiyle gittiği yerlerde gördükleri, üniversitede iken yaşadıkları vb. sebeplerle, kişiliği, eğer teşbihe cevaz verilirse bir gemi misali dalgalı denizlerde o limandan bu limana sürüklenmiş, ama geçtiği her limandan, hayatı boyunca karakterinde derin izler bırakacak şeyleri alarak oradan oraya savrularak yoğrulmuştur. Karakterinin şekillenmesinde ilk aşama, babasının vasıtasıyla, dünyaya gelir gelmez kendini içinde bulduğu Mevlevîlik muhitidir. Vefatına kadar silinmeyecek ve onda derin izler bırakacak, yaşadığı muhtelif olaylar ve en önemlisi babasının vefatıdır.

Abdülbâki Gölpınarlı, bazen çok naif, insanlara değer veren kadir kıymet bilen birisi bazen de çabuk fikir değiştiren, asabi bir ihtiyar olarak karşımıza  çıkmaktadır. Murat Bardakçı, bu uç noktadaki farklılığın sebebini büyük ölçüde, 31 Mart İhtilali’nden sonra annesiyle beraber babasının, Ahmet Âgâh Efendi’nin, cesedini sokaklardaki darağaçlarında aramasına bağlamaktadır. Vuku bulan bu olayın, tahayyül edildiğinde, bir çocuk için altından kalkılması çok güç bir sahne olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

“O çalkantılı mütareke günlerinde, Gölpınarlı’nın da hayat nehrinin delice aktığı, boz bulanık siyasi ortamda maddi sıkıntı çektiği ve nihayet, sağlam bir zemine götüremediği ruhi arayışlarla geçtiği muhakkaktır.”

Yaşadığı bu sıkıntılı zamanlar, onun kişiliğinin, belli konularda çabuk ve keskin fikir değiştirmelerine ve de sinirli bir yapıya sahip olmasına sebep olmuştur. Ahmet Güner Sayar, bu sinirli yapısıyla ilgili yaşanan şöyle bir anekdot aktarır:

“Sevmediği kimseleri eleştirirken çok sert ve acımasızdı. ‘Okumadan yazanlar, düşünmeden hüküm verenler’i de ‘kitaptanımazlar’ yaftasıyla, cahiller ve imana ermemişlerin kervanına dâhil ederdi. Bir keresinde, ziyaretine Muharrem ayı münasebetiyle gelen ve bir kutu içerisinde sigara ve aşure getiren bir Mevlevi canına, kutuyu işaretleyerek ‘İçinde ne var?’ der. ‘Hocam! Malumunuz, Muharrem ayındayız. Size aşure getirdim!’ deyince, Hoca pencereyi açar, eline geçirdiği aşure kâselerini öfke ile dışarı fırlatırken şunları söyler: ‘Ulan! İmam-ı Hüseyin’in şehadetini şekerle, şerbetle kutlayacak adam mıyım ben?’ ”

Eğitimi, babasının vefatı sebebiyle kısa bir dönem sekteye uğramış; yapı olarak hiç yatkın olmamasına rağmen geçim kaygısı ile ticaretle uğraşmıştır. Ticaretten o kadar uzaktır ki para sayarken bile “sekiz yüz, dokuz yüz, on yüz….” diye sayardı. İlim irfan adamı olma istidadına sahip bir gencin ticaret gibi maddiyata dayalı bir işe girişmesinin elinde olmadan o gencin psikolojisinde gedikler açacağı muhakkaktır.

Ahir-i ömürlerinde İstanbul’da bulunan ve İranlılar Camiî olarak da bilinen Valide Han Camiî’ne sık sık gelen Merhum Gölpınarlı, yine bir akşam, namaz için geldiğinde imamın henüz gelmediğini görür. Yarım saat geçmesine ragmen hala namazın kılınmamış olması kendisini müthiş sinirlendirir ve cemaate dönerek; ‘Yok mu edep-erkan ehli kimse içinizde de öne geçip namaz kıldırsın!’ diye sitem eder.

Manevi oğlu Yüksel bey şöyle der onun için:

“Belirli konularda çok disiplinli ve titiz bir insandı. Giyimine ve kuşamına da çok dikkat ederdi. Evde birtakım prensipleri vardı. Mesela çalıştığı odaya terlikle dahi giremezdik.”

Bir günü nasıl değerlendirdiğini onun kendi ifadelerinden okumak gerekirse o bir gününü şöyle tasvir eder:

“Sabahları gayet erken kalkarım. Namazı kıldıktan sonra başlarım yazmaya. Nitekim bugün de öyle oldu. Saat beş buçuk sularında başladım yazmaya.(……) Muntazam çalışırım evdeysem. Öğleden sonra yemeğimi yerim, bir iki cigara içerim, yatarım. Aşağı yukarı iki saat, iki buçuk saat uyurum. Kalkınca gene başlarım çalışmağa. Kütüphaneye gittiğim zaman bu öyle uykusu tabii yoktur. Öğleden sonra biraz ımızganırım, gözlerim kapanır oturduğum yerde. Fakat ondan sonra gene başlarım çalışmağa. Yani çalışmam daimî ve muntazamdır, uyku müstesna.”

Merhum Abdülbâki Gölpınarlı, hayata  küskün ve biraz da kırgın vefat etmiştir. Bu kırgınlık kişilere özel gibi görünmekte ama temelinde topluma karşıdır. Bu kırgınlığı şu şekilde dile getirmiştir:

“Dokunma kalbime Billâh bir melâlim var.

Şu kâinata benim şimdi infialim var.”

Abdülbâki Gölpınarlı, kültür tarihimizde hem Osmanlı’nın irfan sahasındaki gizli kalmış noktalarını açığa çıkaran akademik çalışmalarıyla hem de divan şiiri tarzında kaleme aldığı şiirleriyle Cumhuriyet döneminin “ilim adamı” sıfatını hak eden ender şahsiyetlerinden biridir. Abdülbâki Gölpınarlı, tasavvuf ve irafını mahabbet besleyen babasının sayesinde küçük yaştan itibaren Mevlevi kültürüyle büyümüş ve tasavvuf mefhumunu, Cumhuriyet döneminin başında Osmanlı kültürü ile yetişen son ve en önemli şahsiyetlerden kitabi olarak değil, birebir tecrübe ederek öğrenmiştir. Dolayısıyla yaşamının ilerleyen süreçlerinde, karakterini şekillendiren irfan mefhumu hakkında akademik çalışmalar yaparak bu mefhumun gizli kalan yönlerini açığa çıkarmaya çalışmıştır.

Merhumun Bursa’da da çokça çalışmaları olmuştur. Bursa'ya tarih boyunca birçok Şia aile ve büyükleri dönem dönem ikamet etmiş ve yerleşmiştir. 1942 senesinde Bursa’ya gelen Gölpınarlı Çekirge semtinde eskiden büyük bir mezarlık olan ama günümüzde Çırağan Cafe, Karagözevi ve Çekirge caddesinin geçtiği bölgede yaptığı araştırmalarda gölge oyunun vazgeçilmez ismi Karagöz’ün makam mezar taşını tespit etmiş ve Bursa ile ilgili yazdığı notlarına kaydemiş ve hemen akabinde araştırmalarını İmam Hüseyin’in (as) soyundan olan Seyyid Emir Sultan türbesi ve çevresinde yapmıştır. Muradiye Külliyesi'nin hazresinde bulunan kabirleri de tek tek tespit etmesi ise onun tarihe verdiği derin saygıyı bizlere gösterir. Abdülbaki Gölpınarlı “Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik” adlı eserinde  konuyu şöyle ele almıştır;

“Bursa’daki “Acemler” diye anılan yer adından ve Emir Sultan türbesinin önündeki mezar taşlarında mahkuk Ondört Masum’a salat-ü selam ibarelerinden de anlaşılacağı gibi bu bölgelerde Şiiler yaşamıştır. Yok olmak üzere bulunan bu taşları, Bursa Müzesi Müdürlüğünün yardımıyla Muradiye; II. Murad; külliyesine naklettirip diktirerek, şükürler olsun, orda bir “Açık Hava Mezartaşı Müzesi” kurulmasını başardık.”

Abdülbaki Gölpınarlı, Bursa’yı “tarihi dile getiren, bir devleti kuran, derdini dermanıyla beraber bağışlayan, varlığı yıkayan, arıtan” bir şehir olarak görür.

Ama ne yazık ki Merhum ile Mısrî Dergâhı son şeyhi Mehmed Şemseddin Ulusoy’un oğlu, Seyyid Usûl Dergâhı son Şeyhi Ali Haydar Ulusoy’un yeğeni olan öğretmen Fahameddin Ulusoy beyle ilmi bir tartışma sonrası küsmüşler ve Fahameddin beyin kırgınlığı nedeniyle bir daha bu şehre gelememiştir. Olayı şöyle anlatırlar:

"Bir gün merhum Gölpınarlı'ya, Ali Rıza Çetiner'in Mahkeme Camiinde okuyacağı Mircaiye'yi banda kaydetmek için Bursa'ya gideceğimi söyledim. Dikkatle yüzüme baktı. Gözleri parıl parıldı. 

-Türk edebiyatında Resululah Efendimizi en çok seven kimdir, biliyor musun? dedi. Cevap vermeme fırsat bırakmadan,

-Bence Süleyman Çelebi. O ne aşk öyle, Allah Allah!, dedi. Sonra Bursa'dan, Bursalılardan bahsetti. "Bursa'ya sık sık davet edilirdim, artık çağırmıyorlar" diye serzenişte bulundu.

-Niçin, dedim. Biraz düşündü.

-Galiba Niyazi Mısri hakkındaki makalem onları gücendirdi. Bir daha çağırmadılar, dedi. Masasındaki kesme şekerleri yeniden sıraya dizdi. Düşünceli düşünceli sigarasından bir nefes çekti."

Daha öğrencilik yıllarından itibaren çeşitli alanlarda çalışmalar kaleme alır. İlk yazısı muallim mektebi öğrencisi iken “Tedris-i İbtidaiyye Mecmuası”nda çıkan bir monologdur. Daha sonra “Müsabahat-ı Ahlakiyye”de yazılar yazar; fakat kendi deyimi ile, burada yazdığı yazıları maddi kaygılar eşliğinde yazar. Daha sonra üniversitede yüksek lisans yaparken akademik alanda daha derinlemesine, daha kapsamlı konularda çalışmalar yapar. İlk bilimsel yazısı üniversiteden mezuniyet tezi olan “Melamîlik ve Melamîler”dir. Kendisi neden bu konuyu bitirme tezi olarak aldığı ile ilgili şöyle söylemektedir:

“…. Ben Üniversite’deyken tez konuşulurken Köprülüzâde, ‘Senin en mükemmel yapacağın şey Melâmiliktir, yap şunu.’ dedi. Ve onun yol göstermesiyle bu konuyu bitirme tezi olarak işledik.”

Bu eser, bu alandaki boşluğu dolduran ve yıllar geçmesine rağmen hâlâ alanındaki en önemli kaynaktır. Abdülbâki Gölpınarlı, bu eserin eksik yönleri olduğunu, tamamlamak istediğini söylese de buna ömrü vefa etmemiştir. Mehmed Fuad Köprülü’nün yanında yüksek lisans çalışmalarına ağırlık verir. Fakat bu yıllarda yaşadığı bazı olaylar onun akademik camiaya olan bakışında etkili olur. Mehmed Fuad Köprülü’nün, kendisiyle beraber birkaç öğrencisine çalışmalar yaptırarak, onları kendi çalışması gibi göstererek yayınladığını ve bir kadro için yıllarca oyaladığını söyler. Bu konu hakkında şöyle söylemiştir:

“….Beni, Nihal (Atsız)’ı, Abdülkadir (İnan)’ı, Kıvameddin (Burslan)’ı, etrafındaki herkesi… Tek bir kadro için senelerce oyaladı hepimizi. Malzemeyi biz toparlardık, o üslûba sokar, imzasını atar yayınlardı. Kullanıldığımızı anlayınca ayrıldık, o da politikaya girdi… Dikkat edin, 1940’lardan sonra artık Köprülü yoktur. Zira, yalnızdır ve tek başına eser verecek güçte değildir. Zaten hiçbir zamanda o bilgiye sahip olamamıştır. Gençliğinde yazdığı Türk edebiyatında ‘İlk Mutasavvıflar’da da hiçbir şey yoktur. ‘Yunus, Yesevi’nin yolundan gitmiştir.’ diyor, orada. Buna imkân var mı? Yesevi’yi hiç okumamış mı bu adam? Hadi, o okumadı diyelim, o kitabı göklere çıkaranlar da mı bilmiyor bu işi?”

Bitirme tezi olan “Melamilik ve Melamîler”in ön sözünde “Bu eserimi, Türk edebiyat tarihini kurarak gençliğe ilim yollarını gösteren ve çalışma zevki veren Şarkiyat bânisi aziz üstadım Prof.Dr.Köprülüzâde M.Fuad B.Ef.’ye ithaf ediyorum” yazmış; fakat Mehmed Fuad Köprülü’nün bu yaklaşımından dolayı kendisini kullanılmış ve kandırılmış hissederek daha sonra ön sözdeki bu bölümün yerine Köprülü’ye yazdığı ithaf yazısının üstünü çizerek “kaziye-i mensuha” / ‘hükmü kaldırılmış’ yazmıştır.

Merhum Gölpınarlı, sadece tasavvuf ve irfan üzerine çalışmalar yapmadı, bunun yanında tarikatlar, mezhepler, Fars edebiyatı üzerine de çalışmalar, çeviriler de yaptı. Metin şerhi konusunda da söz sahibi bir kalemdi. Gölpınarlı, Arapça ve Farsçayı anadili gibi, Fransızcayı okuduğu metinleri anlayıp çeviri yapacak kadar iyi bilirdi. Ömrünün yarısından fazlasını çalışmalarına adayan, yaşamının son anlarından bile çalışmaktan geri durmayan bir ilim adamıydı. Akademik kimliğinin yanında aynı zamanda bir yazar ve şairdi. Yetiştiği kültürden kaynaklı divan tarzı şiir anlayışını benimsemiştir. 250’den fazla manzumesi vardır. Divan edebiyatının son dönem ekollerinden olan sebk-i hindi ekolüne bağlı idi. Tarih düşürmede de üstat olan Abdülbâki Gölpınarlı, aynı zamanda divan sahibi son şairdir. İlmi olmayan çalışmalarında ilmi çalışmalarına nazaran daha sade bir dil görülmektedir.

Abdülbâki Gölpınarlı, Şîa mezhebine bağlı bir müslümandır. İbrahim Kunt ve Hacer Totan bununla ilgili şu tespit bulunmaktadır:

“Gölpınarlı Divanı’nda Şîia mezhebinin izleri neredeyse her manzumede bulunabilmektedir.”

Tasavvuf tarihinin önemli simalarından olan Ahmet Yaşar Ocak da Abdülbâki Gölpınarlı ile ilk karşılaşmalarında Abdülbâki Gölpınarlı’nın kendisine şunları anlattığını belirtir.

“ ‘Gençliğinden beri pek çok ortama girip çıktığını, yedek subaylığını benim memleketim olan Yozgat’ta yaparken Alevîleri tanıdığını, Mevlevî iken Bektaşî olduğunu, bir ara solculuğa heveslendiğini söyledi… Şimdi ise hamdolsun Müslümanım ve abdestimi alıp namazımı kılıyorum.’ diye ilave etti. Tabii ben hocanın İmamî Şîîsi olduğunu o zaman bilmiyordum.”

Gölpınarlı Şiiliği kitabında şöyle özetler:

“Şîa” kelimesi Arapça, “uymak” anlamına gelen “müşâyaa”dan alınmış; uymaya “Şîa” uyana da “Şîî” denmiştir. Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre “Şîa” denince akla “İmâmiyye” mezhebi gelir. “İmâmiyye” mezhebi, Hz.Peygamber’den sonra On İki İmâm’ın imamlığına inanmayı öngörür. On İki İmâm’a inanması nedeniyle bu mezhebe “İsnâ-aşeriye”, yani “On İkiler” mezhebi de denir. İbadette, uygulamalarda ve inançta, bilhassa İmâm Ca’feru’s-Sâdık’ın, atalarından naklettiği hadislere dayandığından “Ca’feriyye” de denir. Bu yola girenlere de “Ca’ferî” denilmiştir.”

Abdülbâki Gölpınarlı, aslında mezheplerin keskin bir bıçak gibi ümmeti ayırdığı fikrine hiçbir zaman katılmaz. O, aslında tam bir İslamî vahdet düşkünüdür. Ama Ehl-i Beyt ve ahlak onun için herşeyden daha ötedir. Onun için tevella ve teberra konusuna hassasiyeti herkesce bilinirdir.

Din hem zahirî hem de bâtıni boyutu olan bir kurumdur. İslam dininde de zamanla, dinin manevi boyutuyla ilgili konularda farklı düşünce sistemleri gelişmiştir. Bu düşünce sistemleri tarikat olarak isimlendirilmiştir. Abdülbâki Gölpınarlı’nın tarikatlarla ilgili görüşleri şu şekildedir:

“Tarikatlar, önce irfan bakımından bizim hayatımızda bir düşünce genişliği yaratmıştır. Özellikle Mevlevîlik ve Melamîlik insanî görüşü yaymıştır. Ayrıca edebiyatı, yani şiiri, müziği, yani güzel sanatları bir bütün olarak ele alan Mevlevîlik bunları ilerletmiştir. Böylece tarikatlar bizde olumlu bir etki yaratmıştır. Bir bakıma da olumsuz etkileri vardır, bunu da inkâr etmemek gerek. Atasözümüz var: “Müslümanın tembeli derviş, gâvurun tembeli keşiş olur.” ve birçok kişiler tekkeye gitmiş, yamanmış, vakfullahtan yemiş içmiş ve hiçbir şey yapmamıştır. Bunu da kabul etmemiz gerekir. (…) bundan dolayı olumsuz etkileri de yok değil mi, var. (…) Fakat bütün bunlarla birlikte tarikatların olumlu etkileri olumsuz etkilerinden daha çoktur. Bugün edebiyat tarihimizde ne kadar büyük kişi varsa hemen hepsi tarikattan yetişmiştir.”

Abdülbâki Gölpınarlı, her şeyde olduğu gibi tarikatların da kişisel çıkarlar amacına kullanıldığını kabul etmektedir; fakat tarikatlar, medreselerin zamanın ilim, irfan merkezleri olduğunu, orada yetişen şahsiyetlerin çoğunun gerek sanat gerekse ilim alanında söz sahibi insanlar olduğunu beyan etmektedir. Bu cihetle Abdülbâki Gölpınarlı için tarikatlar “donanımlı insan yetiştirme” konusunda birer membadır.

Abdülbâki Gölpınarlı’nın kendi tarikat serüvenlerine geldiğimizde, onun yaşamının büyük bir bölümünün manevi arayışların zikzaklarıyla geçtiğini görmekteyiz. Caferîlik inancından ödün vermeden Bektaşilik, Mevlevilik gibi birbirinden farklı tarikatların dervişi olmuş, ilerleyen zamanlarda Melamiliğe meyletmiştir.

Abdülbâki Gölpınarlı, çok küçük yaşlardan itibaren babasının vesilesiyle Mevlevî muhitleri içinde kendini bulmuştur, 7 yaşına eriştiğinde Abdülbâki Gölpınarlı, Veled Çelebi İzbudak tarafından başına Mevlevi sikkesi giydirilerek Mevlevi olmuştur. Mevleviliğe intisap edenler adet üzere Mevlevî adap ve erkânını öğrenmek için bir dedeye teslim edilirdi. Abdülbâki Gölpınarlı da bu amaçla İbrahim Zuhûrî Dede’ye (ö.1935) teslim edilmiştir. İlerleyen zamanlarda da Eyüp’teki Bahariyye Mevlevîhanesi’nde çile çıkarmıştır. Halifeliğe kadar yükselmiştir.

Eyüp’teki Bahariyye Mevlevîhanesi

16 yaşına geldiği zaman aile dostlarından birinin ısrarlı telkini üzerine İstanbul’da Topkapı semtinde Tekkeciler’de Büyük Abdullah Baba isimli bir zatın kurduğu Bektaşî tekkesine girmiştir; fakat aradığını bulma konusunda burada da başarılı olamayınca bir sabah, bir kâğıda “Al külahını eyvallahı içinde” yazmış külahı kâğıdın üstüne kapatmış ve tekkeden ayrılmıştır. Ali Alparslan bu süreci şu şekilde anlatmaktadır:

“….Kendisi Ehl-i Şia akidesine, hususiyle Caferî mezhebine mensuptu. Tarikat bağlantısına gelince: Küçük yaşta, Bahariye Mevlevihanesi’nde Mevleviliğe adım atmasına rağmen, akan zaman onu Bektaşiliğe çekti. Abdülbâki Hoca’nın, Mevlevilikten inhiraf edip Bektaşiliğe meyletmesinde, herhalde, Bahariye Mevlevihanesi’nde Hüseyin Fahreddin Dede’nin 1911 yılında vefatı ertesinde yaşanan boşluğunda bir payı olsa gerektir. Tekkeler kapanmadan bir müddet önce, Çorum, Alaca’da bir Bektaşi Dergâhı’na postu seren Abdülbâki Gölpınarlı, orada da aradığı nasibi bulamamıştı. Bektaşilikten kopuşunu şu sözlerle anlatır: ‘……Ben onlarda aradığımı bulamadım ve bir sabah kalktığımda; ‘Al külahını, Eyvallahı içinde’ sözünü yazdım, külahımı üstüne kapayıp tekkeden ayrıldım, ayrılış o ayrılış’ ”

Abdülbâki Gölpınarlı, yaşamının uzun bir döneminde bağını hiçbir zaman koparmayan ve onun için bir can damarı olan Mevlevilikte “1960’ta Ali Celal Çelebi’den hilafetnâme alarak halife olur.” Ali Alparslan’a göre Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlevîliği bir yaşayış tarzı ve hayatının bir parçası saymış, ondan ve Şiî inanışından ömrünün sonuna kadar ayrılmamıştır.

Abdülbâki Gölpınarlı, genç yaşta Mevlevilik ve Bektaşilikle tanışma ve nasibini arama çabalarından sonra ilerleyen zamanlarda Melamiliğe de meyletmiştir. Abdülbâki Gölpınarlı, tarikat konusunda farklı deneyimler yaşasa da Melamîlik de Mevlevîlik gibi onun hayatının uzun bir bölümünde kendisine yol arkadaşlığı yapmıştır. Ama burada şunu da zikretmek gerekir ki ona göre Melamîlik bir tarikat değil bir neşvedir, bir yaşam tarzıdır, hayata farklı pencereden bir bakıştır. Kendisi Melamîk mefhumunu şu şekilde tanımlar:

“...Melamet bir tarikat değildir. Hak’la Hak olmuş nadir kişilerin, kâmil insanların ulaştığı bir neşedir, bir hâldir. Paraya ve siyasete bulaşmazlar, mevki 16 peşinde koşmazlar, menfaat sağlamazlar, bunlar için başkalarına aracı olmazlar. Bu hâliyle onlar, dünyaya hiç meyletmezler. Yoksa her birinin bir mesleği, bir işi vardır. İşleri, vazifeleri ne ise onu yaparlar, maddî rızıklarını kendi çalışmalarıyla elde ederler. Kimseden bir şey istemezler, beklemezler de. Bir kimseye zarar vermeme hususunda çok dikkatlidirler. Hak’tan katiyen gafil yaşayamazlardı…..”

Türk edebiyatının çınarlarından, Doğu kültürü üzerine analiz ve sentezleriyle tanınan, Divan edebiyatı, dinler, din felsefesi, tarikatlar hakkında 30'u aşkın eşsiz yapıtı bulunan Abdülbaki Gölpınarlı, 37 yıl önce aramızdan ayrıldı. 82 yaşındayken vefat eden edebiyat tarihçisi Gölpınarlı Mevlana âşığı bir araştırmacı, bilgin ve çevirmendi.

"Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatlar"kitabının sunuş yazısında "....mezheplerin meydana gelişindeki dini, siyasi, içtimai sebepler, ferdi menfaatini körükleyen sömürgen siyasetin, son yüzyıllara kadar kurduğu mezhepler, hatta mezhep altında dinler; hem de uyanlarına 'koyun' demekten çekinmeyen, uyanlara, koyunluğu seve seve kabul ettiren dış ve yabancı sömürgenlerin koruduğu uydurma dinler." diyen Abdülbaki Gölpınarlı'yı Ehlibeyt Alimleri Derneği olarak saygıyla ve rahmetle anıyoruz.