.
.

Ehlader Araştırma Bölümü



Mısır el-Ezher Üniversitesi üstatlarından Şeyh Taceddin Hamid el-Hilali ile tekfircilik hakkında yapılan röportaj;


Şeyh el-Hilal, İslami Uyanış Cephesi kurucularından, Avusturalya Baş Müftüsü, Mısır Mezhepler Yakınlaştırma Kurumu'nun Mütevelli Heyeti Üyesi ve hâlihazırda el-Ezher Üniversitesi üstatlarından ve sohbetleri oldukça etkileyici bir vaiz.


Sizi yakından tanımak isteyenler için kısaca kendinizi tanıtır mısınız?


Ben Allah’ın fakir, naçiz ve hakir bir kulu olan Taceddin el-Hilali. Mısır sahillerinde bulunan Suhac’ta dünyaya geldim. Kur’an eğitimimi 4 yaşlarında amcam Şeyh Emir'in yanında aldım. 10 yaşındayken Kur'an'ı ezberledim. 10 yaşından sonra Ezher medreselerinde İslami ilimler öğrenmeye başladım. Lügat ilimlerini öğrendikten sonra tahsilatımı tamamlamak için Kahire’ye gittim. Kahire’de üniversite derslerimin yanı sıra tebliğ çalışmalarında bulundum. Uluslararası İslami ilimler diplomasını aldıktan sonra, babamın ısrarları üzerine lügat, sarf, nahiv ve belagat ilimleri diplomalarını alarak okulumu tamamladım.


Açıkça şunu söylemek istiyorum, ahlaki konularda her şeyimi üstadım Şeyh Salih El Caferi'ye borçluyum. Kendisi aynı zamanda Ezher Üniversitesinin büyük şahsiyetlerindendi. Üstadın Cuma günleri verdiği dersler, öğrenciler arasında meşhurdur. Her Perşembe akşamı zikir meclisleri oluşturur, her gün Ehlibeytin faziletleri hakkında kasideler okurdu. Mezarı Ezher Üniversitesi arkasında bulunan ve ed-Derase denilen yerdedir.


Kendi müessesesi ve bürosu tarafından üstat adına bir hastane yapıldı. Üstadın müessesesi ve bürosu çalışmalarına devam etmektedir. Özellikler tekfirciler, vahabiler ve selefiler hakkında yazılan tüm eserleri toplamaktadırlar. Bizlerde o büyük üstadın öğrenciliğini yaptık ve hatta bazı hadis ve rivayetleri o şahsiyetten nakil etmekteyiz. İftiharla nakil ettiğimiz bu rivayet ve hadislerden biri İmam Rıza'nın (a.s) atalarından ve onların da Allah Resulünden (s.a.a) nakletttiği Silsilet’uz Zehep hadisidir.


Daha sonraları farklı şehirlerde cemaat imamlığı ve hatiplikte yaptım. Bir kaç yıllığına Afrika ve Libya'da bulundum. Oradan da Lübnan'a gittim. Lübnan'da iken Filistin'in özgürlüğü için çalışmalarda bulundum. Son zamanlarda tebliğ çalışmalarımın yanı sıra Lübnan’da medreselerde İslami ilimler ve Arap edebiyatı derslerini tedris ettim.


1982 yılından Trablus'tan Avusturalya'nın Sydney şehrine giderek oraya yerleştim. Şimdi ise Sydney'in en büyük İslami ilimler merkezi kabul edilen İmam Ali (a.s) Camii'nde imamlık yapıyorum.


Bildiğimiz kadarıyla Avusturalya'da fetva verme yetkisine sahipsiniz!


Evet, doğrudur. Avusturalya'ya geldiğim günden bu yana yıllarca mücadele ettim ve sonunda, 1982 yılının Mart ayında Afta Müessesesi'ni kurmayı başardık. 2008 yılına kadar bu müessesede çalıştım. Bu müessesede yaptığımız işlerin başında Müslümanların karşılaştıkları sorunları çözmek için fetva vermek gelir.


Aslında işlerin çoğunu Afta Müessesesi Yönetim Kurulu Üyesi arkadaşlarımın üzerine bıraktım. Ben vaktimin çoğunu Arap ülkelerinde "İslami Vahdet" başlıklı tebliğ çalışmalara ayırdım. Bu konuda Uluslararası İslami Uyanış Merkezi yetkililerinden Dr. Ali Ekber Velayeti ile beraber çalışıyorduk.


Allah'ın inayet ve yardımı ile yaklaşık olarak 25 yıldır İslami Uyanış Merkezleri ve Mezhepler Arası Yakınlaştırma Kurumu gibi müesseseler ile birlikte çalışıyorum. Tek hedefimiz tekfircilik, taassup ve bağnazlık gibi cahiliyet adetleri nedeniyle Müslümanların birbirlerini öldürmelerinin önünü almak.


Şia'nın Usul ve Fıkıh kitaplarından Ne Kadar Yararlanabildiniz?


Çok önemli bir soruya işaret ettiniz. Şahsen Ehlisünnet âlimlerine ve öğrencilerine şunu söylemek isterim. Rehberlik, siyaset, Usul, Fıkıh ve Hadis ilminde görüş sahibi olmak isteyen tüm kardeşlerim Kum ilim havzasına müracaat edebilir. Bu şehir, bir anlamda Nebevi Sünnet'in yaşatıldığı mekânlardan biridir. Tahrif edilmemiş bir inançla Emevi ve Yezidi zihniyetten uzak bir Nebevi Sünnet'i yaşamak isteyen herkes Kum İlimler Havzasından faydalanmalıdır.


Bu şehirde karşılaştığınız her bir âlim ve müçtehit sarsılmaz bir dağ misali vakarlı bir duruşa sahiptir. Abartısız ve mübalağasız olarak şunu ifade etmek isterim ki, Ayetullah Cevadi Amuli ile karşılaştığımda, o şahsiyetin çehresinde en derin irfan ve tasavvuf okyanuslarını müşahede etmekteyim. Onun dudakları arasından dökülen kelimelerin her biri paha biçilemez inciler misalidir.


Yine yedi kişiden oluşan taklit mercii makamındaki müçtehitler, ilmin hazineleridir. Bana göre insanın kendisine edebileceği en büyük zulüm, birer ilim deryası olan bu şahsiyetlerden mahrum kalmaktır.


Ben, Şia'nın Usul ve Fıkıh kitaplarından oldukça fazla bir şekilde yararlandım. Bazı Ehlisünnet âlimlerine göre Şia kısacası Ehlisünnete muhalif olan demektir. Hz. Peygamber'den (s.a.a) nakledilen "Ben ilmin şehriyim Ali o şehrin kapısıdır" hadisine istinaden, acaba ilmin kapısı olan Ali (a.s) ve evlatlarının o kapıdan hiçbir şey öğrenmemiş olmamaları mümkün müdür?


Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:

"Gerçekten de Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim soyunu ve İmran ailesini seçilmişlerden kıldı."


Allah, önceki Nebilerin dinlerine koruyucu olmaları için üstün evlatlar seçerken Hz. Muhammed'in (s.a.a) dinini başıboş mu bırakıyor? Veya Peygamberimizin evlatları, diğer nebilerin evlatlarından ilmi ve ahlaki olarak daha mı değersizdi? Böyle bir şey olabilir mi?


Zaman içerisinde anladım ki İmam Sadık (a.s), İslami hükümlerde fetva vermiş, görüş bildirmiştir. O’nun fetvaları daha sonra Ehlibeyt fıkhının dört temel kaynağı olan "Men La Yehzur’ul Fakih", "Tehzip", "İstibsar" ve "Usul Kâfi" kitaplarını meydana getirmiştir.


Uzun yıllar Ehlibeyt öğretilerini inceleyen biri olarak, sizce Ehlibeyt’in hangi öğretileri ve özellikleri İslam dünyasına ışık tutabilir?


Lübnan'ın Sırat kanalında yıllarca yaptığım programlarda Caferi fıkhının İslam fıkhındaki önemini defalarca dile getirdim. Caferi fıkhının derinliği, hakikati ve önemi hakkında bilgisi olmayan kişi, rahmet kapılarını İslam ümmetinin yüzüne kapamıştır. Caferi fıkhının en önemli özelliği; Nebevi Sünneti, en doğru ve bozulmamış bir şekilde koruyarak günümüze kadar taşımasıdır. Nebevi Sünnetin bakış açısını, fıkhını ve hadislerini korumak isteyenler Caferi fıkhının kapısını açık tutmalıdır.


Ehlisünnet âlimlerin ortak kabul ettiği bir hadiste, şöyle geçiyor:


"Sizin her yeni icadınız, yeni bir bidat, her bidatiniz yeni bir sapma ve her sapışınız yeni bir ateştedir."


Bir başka rivayette şöyle geçiyor:


"Kim dine uymayan bir şey uyduracak olursa, uydurduğu kabul edilmez."


Örneğin Ehl-i Sünnet'te iki türlü talak vardır der. Sünnet talakı ve bidat talakı. Bidat olan talak kitap ve sünnete aykırı olan talak şeklidir. Mesela; erkeğin hanımını üç talakla boşaması veya kadına muayyen dönemindeyken talak vermesi ya da iddet günlerinde hanımıyla ilişkiye girdikten sonra talak vermesi bidat talakıdır. Sünnete uygun talak ise tıpkı Allah’ın emirleri doğrultusunda tüm şartlar hâsıl olduktan sonra gerçekleşen talaktır. Yani kadınla cinsel birlikteliğin yaşanmadığı bir dönemde ve yine kadına adet günlerinden temizlendikten sonra verilen talak şeklidir.


Caferi fıkhına göre ise talak şekli kitap ve sünnete muhalif değil, uygun olmalıdır. Bidat talakı batıl bir talak şeklidir. Zira bidat talakında Allah ve Resulüne yalan isnat edilmiş olur. Bizler Allah ve resulüne nasıl yalan nispet verebiliriz?


Her konuda Allah'ın emirlerine ve Nebevi Sünnete ters düşen işlerden uzak durması gereken bizler talak konusunda nasıl kendimizden kanun oluşturabiliriz?


Bundan dolayı bana göre Caferi fıkhı, Nebevi Sünnete en uygun olan fıkıh kurallarına sahiptir.

Vahabi ve selefiler, Şia inançlarından biri olan şefaat konusunda, Şia’ları şirkle suçluyor. Size göre Kuran ve Sünnette şefaatin yeri var mıdır?


Tekfirciler ve Vahabiler tevessül ve yardım talep etmeyi inkâr edebilirler fakat hiçbir Müslüman Peygamber’in (s.a.a), velilerin ve şehitlerin kıyamet günü şefaatçi olacağını inkâr etmemiştir. Tekfircilerin İslam ümmeti'nin Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyt'ten yardım talep etmesini veya onlara tevessülde bulunmasını şirk olarak kabul etiği doğrudur ancak bu görüş İslam ümmetine muhalefettir. Zira ümmetin icması, tevessül ve yardım talep etmenin sakıncasının olmadığı yönündedir.


İslam inancına göre, Allah'tan başka yaratıcı, rızık veren, öldüren, dirilten hiç bir varlık yoktur. Fakat Allah Teâlâ kendi fazilet ve ilminden cüzi bir miktarı seçtiği bazı özel kullarına bahşetmektedir.


İnsan nasıl ki insan hastalanınca tedavi için doktora gidiyorsa, acıkınca doymak için yemek yiyorsa veya anlaşmazlık durumlarında mahkemeye gidip hâkimden yardım istiyorsa, zorluk anlarında seçkin kulları aracı kılarak Allah'tan yardım talep eder. Elbette bizler asıl şafi, kurtarıcı, rızık verenin hiç şüphesiz Allah'ın kendisi olduğunu biliyoruz.


Tekfirciler iki konuda İslam ümmeti ile muhalefet etmektedirler. Birincisi Peygamber (s.a.a) Efendimizden geriye kalan emanetlere teberrük etmeyi haram biliyorlar. Hâlbuki İslam ümmetinin büyük sahabeleri Peygamber'in namaz kıldığı yere, elbisesine, sakalına teberrük etmişlerdi. Özellikle Sakal-ı Şerif günümüze kadar ulaşmış, Müslümanlar nezdinde kutsal kabul edilen emanetlerden sadece bir tanesidir.  


Peygamber'in hayatta olduğu dönemlerde insanlar o hazretin elbisesine, sakalına veya abdest aldıktan sonra geriye kalan suya teberrük etmesi İslam ümmeti içerisinde icma durumundadır. Sadece tekfirciler, Peygamber'in (s.a.a) ve diğer seçkin insanların lütuf ve kerametinden kendilerini mahrum bırakmışlardır.

Tekfirci gurubun bu konudaki inanç esasları birkaç zayıf ve batıl rivayetlere dayanmaktadır. Onların inançlarına göre, Peygamber (s.a.a) ölüdür ve kimseye bir faydası yoktur. Oysa Peygamberler sahih hadisleri doğrultusunda canlı ve diridirler. Sahih bir hadis İslam Peygamber'inin dilinden şöyle nakletmiştir:


"Bir gün kardeşim Musa'nın kabrinin yanından geçmekteydim. Aniden O'nun namaz kıldığını fark ettim.


Allah, şehadet makamına ulaşan sıradan insanların hakkında şöyle buyuruyor:


"Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar diridirler. Rableri katında rızıklandırılıyorlar."


Şimdi bu soruyu kendime sormadan edemiyorum, sıradan bir insan şehadet makamına ulaştığında ölü sayılmıyorsa, şehitlerin efendisi ve insanların en üstünü Peygamber (s.a.a) nasıl ölü kabul edilebilir?


"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı." (Nisa 64)


Şafi'den nakledilen bir rivayette şöyle geçiyor:


Arap bir şair, Peygamber'in (s.a.a) mezarının yanına geliyor ve nisa suresinin 64. Ayetini okuduktan sonra bu şiiri okuyor;


Ey bu topraklarda yatan en güzel insan,
Senin güzel kokundan dolayı toprakların altıda güzel kokuyor,
Şu naçiz ruhum senin bulunduğun kabre feda olsun,
O kabir ki pak ve kerem sahibinin kabridir.


Ravi şöyle diyor; "Bu sahneyi müşahede ettiğim sırada gözlerime bir ağırlık çöktü ve uykuya daldım. Derken rüyamda Peygamber Efendimizi (s.a.a) gördüm. Bana 'git o adama Allah'ın onu bağışladığını söyle' dedi."


Allah Teâlâ ayetinde Peygamberinin (s.a.a) sadece hayattayken insanlara bağışlama diler diye bir şart koşmamıştır. Buna ilaveten Peygamberin (s.a.a) kendisi şöyle buyuruyor:


"Benim hayatta olmam sizler için hayırlıdır. Fakat bu fani dünyadan ayrılmam sizler için daha da hayırlıdır. Sizlerin amelleri Perşembe günleri benim huzuruma getirilir. Eğer güzel amel olursa Allah'a hamd ve şükür ederim. Eğer günah işlemişseniz sizler için bağışlanma dilerim."


Netice itibariyle Peygamber (s.a.a) ister hayatı döneminde isterse ölümünden sonra her zaman ümmeti için bağışlanma dileyen, ümmetine karşı pek merhametli olan en seçkin kuldu. Fakat ne yazık ki bu İslam düşmanları ve tekfirciler İslam ümmetinin icma ettiği bu konuyu inkâr etmeye çalışıyorlar.
Bildiğimiz kadarıyla Tekfircilerin kendi usul kaynakları ve medreseleri var. Bu medreseler vesilesi ile İslam ümmeti içerisinde yaygınlaşıyorlar. Bu doğru mu?

Evet, doğrudur. Tekfircilerin ve Vahabilerin kendilerinin oluşturduğu usul kuralları mevcuttur. Onların iddiasına göre kurtuluş ermiş, tevhit ve sünnet ehli sadece kendi fırkalarıdır. Kendileri dışında hangi fırkadan olursa olsun muhalif ve aynı zamanda kâfir hükmündedir. Sonuç itibariye Eşaire, Maturidi, şafi, maliki, Caferi, Zeydi gibi fırkaların tamamı kâfir olarak görülmektedir. Onların düşüncesine göre Müslümanların %99 ‘u kâfir ve müşriktirler. Aslında Tekfircilik bir mezhep değil belki de yeni bir din icat etme planıdır. Çünkü inanç ve kurallara Kur'an ve Muhammed'in (s.a.a) şeriatı tamamen zıttır.


Sonuç olarak Tekfircilerin din anlayışı İslam ümmetinin icma ettiği din anlayışıyla tamamen farklıdır.

İster Şia olsun ister Sünni, İslam dünyasının görevi Tekfircilere karşı müşterek unsurlarımızla hareket etmektir. Size göre, Tekfircilere karşı Müslümanların müşterek unsurlar nelerdir?


Bizlerin Tekfirciler ile müşterek olan konularımız usuli olup, Allah'ın vahdaniyetine iman, Peygamber Efendimizin (s.a.a) hatem olduğu ve kuranın tahrif olmadığı noktasında aynı görüşlere sahibiz.


Kur'an-ı Kerim'in vahyin nazil olduğu ilk günden günümüze kadar aynı Kur'an olduğu aşikârdır. Kuranın 114 sureden oluştuğu muteber Şia ve Sünni kaynaklarında yazılmıştır. Şia'ya göre sünnetin muteber kabul edilmesi güvenilir kaynaklardan ve senet yoluyla bizzat Peygamber'in (s.a.a) kendisine ulaşmasına bağlıdır. Şialar, Kur'an'ın tahrif olmadığına inandıkları için Kur’an-ı Kerim dışında hiç bir kitabı mutlak manada sahih olarak kabul etmez. Ehlisünnet ise Kutub-u Sitte'yi sahih olarak kabul eder. Şialar Nebevi olan rivayetleri Kuran ile karşılaştırırlar. Eğer rivayet, Kur'an'a ters düşerse hadisi kenara bırakıp Kur’an’ı ölçü alır ve ona göre amel ederler.


Bu nedenle Şia nezdinde asıl olan Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an'a muhalif olan bir rivayet ile karşılaştıklarında ona amel etmezler. Rivayet, senet yönünden her ne kadar da muteber olursa olsun kabul değeri yoktur.


Kur'an ile alakalı bir diğer mesele Peygamber'in (s.a.a) emri doğrultusunda hiçbir zaman Kur'an'dan ayrılmayacak olan itret konusudur. İtret ve Kur'an kıyamete kadar birbirinden ayrılmayacaktır. Kur’an ve sünnet lafızlarının geçtiği hadis sayısı, Kur'an ve İtret kelimelerinin geçtiği hadis sayısından daha az ve senet açısından da zayıftır.


Rivayetlerde Allah'ın kitabı ve İtretim sözü 34 defa, Allah'ın kitabı ve Sünnetim lafzı ise 5 defa farklı kaynaklardan bizlere ulaşmıştır. Hatta bazı âlimlerin görüşüne göre, Kur'an ve Sünnet lafzının geçtiği bu 5 hadisin zayıf olma ihtimali çok yüksektir.


Bu konuda en büyük yanılgı ve hata İtretin, Sünnetin muhalifi olarak algılanmasıdır. İtreti, Sünnetin muhalifi olarak değerlendiren kişinin cehaletini konuşmaya bile gerek yoktur. Zira ne İtret Sünnetten ayrıdır ve ne de Sünnet itret’ten. Ehlisünnet rivayetleri esasınca Ehlibeyt'i sevmek ve onların ilimlerini öğrenmek herkese farzdır.


Buna ilave olarak bizim (Ehlisünneti) inancımıza göre, Peygamber efendimizin (s.a.a) emanetlerine teberrük etmeye ve O hazrete tevessül etmeye inancımız var. Bizler bu iki önemli inançta ittifak etmiş bir durumdayız.

Tekfirci gurupların iddialarına göre onların tüm yaptıkları İslam'ın emirleriyle örtüşmektedir hatta onlar da İslam ümmeti içerisinde vahdet oluşturmaya çalışıyorlar. Fakat Tekfirci gurupların yaptıkları sadece İslam ümmeti içerisinde tefrike çıkarmak ve İslam’ın gücünü emperyalist ve Siyonist güçler karşısında zayıflatmaktan başka bir şey değildir.


Sizce Tekfircilerin düşünceleri toplumlarda neden hızla yayılmaktadır? Merhum İmam Humeyni'nin de dediği gibi onların İslam’ı, Amerikancı İslam’dır. Bizler gerçek İslam’ı anlatabilmek için neler yapmalıyız?
Ben bu noktada ısrarla şunu söylemek istiyorum. İslam inkılabının genç koruyucuları, her daim şahadeti arzu etmekteler. Bu genç nesil, Tekfirci gurupların zehirli tebliğlerinden etkilenerek ve onlara vaatlerine kanarak güç ve enerjilerini bu yolda harcıyorlar. Bu yolla cennete gideceklerini zannediyorlar. Fakat gittikleri yol yanlış yoldur. Bu yolun sonu cehennem ile çıkar.


Özellikle genç nesil, Tekfircilerin aşılamasıyla, akıllarını adeta kiraya veriyor, ilim ve bilgiden yoksun bir şekilde körü körüne itaat ediyorlar. Bedenlerine bağladıkları bombaları kullanarak cennete gideceklerini zannediyorlar. Bizlerin vazifesi gençleri akıllarını kullanamaya teşvik etmek, genç nesle sevgi ve ilim ile yaklaşarak yapılan insanlık dışı davranışların yanlış olduğunu onlara göstermektir.


Şahsen bu genç nesle şunları söylemek isterim; eğer Allah'ın Kitabına iman etmişseniz, Nisa ve Maide surelerinin öldürmek ile ilgili ayetlerini okuyunuz. Eğer Peygamber’in (s.a.a) nübüvvetine iman etmişseniz sizlere, onlarca nurani hadisi hatırlatabilirim. Müslümanın dini şeffaftır. Tek bir sözle bile olsa, bir Müslümanın öldürülmesinde yardımcı olanın alnına kıyamet günü "Allah'tan ümidi kesilmiş olarak Allah'ı ziyaret edecek" diye yazılır. İnsan Allah'ın kendi nuruyla yarattığı mahlûktur. Kim bu nuru söndürürse lanetlenmişler güruhundan olur. Peygamberimiz (s.a.a) bizzat Allah’ın kendisinden bizlere nakletmektedir:


"La ilahe illallah benim kalemdir. Kim o kaleye girerse azabımdan âmândadır."


Şimdi tekfirci guruplara soruyorum: sizler Allah ve Resulüne iman edenlerin şahadetini, nasıl görmezden geliyorsunuz? Onları haksız yere nasıl öldürebiliyorsunuz?


Ey Tekfircilerin tuzağına düşen gençler! Enerji ve iştiyakınızı size vaat edilen cennet nimetlerine yönlendirin. Size vaat edilen nimetlerden biri tertemiz hurilerdir. Bu huriler sizleri İsrail zulmü altında inleyen Filistin’de, Beytul Mukaddes’te beklemektedirler.


Bu gençlere bir baba şefkatiyle seslenmek istiyorum.


Peygamberimiz (s.a.a) hadisi şerifinde şöyle buyuruyor:


"Birine had uygulamak istediğiniz zaman haddin uygulanmasına mani olacak geçerli bahaneler bulun ki Müslümana had uygulanması kolay ve sıradan olmasın."


O zaman bizlerde sıradan bahanelerle Müslüman birine sözde İslami had uygulamaktan sakınmalıyız.
%99'u kâfir olan birine karşı bizlerin vazifesi, onun taşıdığı %1 Müslümanlık ihtimali doğrultusunda onun Müslüman olduğuna hükmetmektir.


Son olarak gençlere şunu söylemek istiyorum:


Ey gençler! Elinize dolarları kimlerin sıkıştırdığına dikkat edin. Bu paralar kimler aracılığıyla ve kim tarafından size ulaştırılıyor? Ben o paraların sizlere nereden ve kimlerden geldiğini biliyorum.


Sizler, Müslüman gençlerisiniz. Sizler bizler için değerli ve önemlisiniz. Bizler sizlerin sağlıklı, rahat ve huzur içerisinde İslam bayrağı altında yaşamanızı istiyoruz.