.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

1. Rivayetin İncelenmesi

Belirtilen rivayet aşağıdaki şekilde bazı kitaplarda Müminlerin Emiri’nden (a.s) nakledilmiştir:

1. “Yanında büyük bir hakkın zayi olmadığı büyük bir nimet görmedim.”[1]

Bu rivayet muteber hadis kitaplarında mevcut değildir ve belirtilen kitaplarda da senetsiz olarak zikredilmiştir. Bu yüzden senet açısından zaaf taşımaktadır. Lâkin diğer rivayetleri ve bu cümleden olmak üzere bu içerikte nakledilen sonraki rivayeti göz önünde bulundurduğumuzda senet zaafı giderilmektedir.

2. Yüce Allah zenginlerin varlıklarında, hiçbir şeyi olmayan kimseler için rızkı farz kılmıştır. O halde ortada bir fakir varsa, bu varlıklıların yardım etmemelerinden kaynaklanır. Kıyamet gününde mutlak anlamda müstağni olan yüce Allah, böyle kimseleri bu fiillerinden dolayı hesaba çekecektir.[2]

Bu rivayet önceki rivayete nazaran daha fazla bir itibar taşımaktadır ve Nehcü’l-Belağa, Vesailu’ş-Şia, Biharu’l-Envar, Gureru’l-Hikem ve İrşadu’l-Kulub gibi muhtelif hadis kitaplarında zikredilmiştir. Eğer bu rivayetler sahihse, kastettikleri şey humus ve zekât gibi mali yükümlülükleri eda edilmemiş mallardır ve rivayetler, halkı bunları ödemeye davet etmektedir.

2. İslâm’da Mal ve Servet

İslami kaynaklarda mal ve servet hakkında iki gurup rivayete rastlamaktayız: Bu rivayetlerin ilk grubunda görünüşte menfi perspektiften mala bakılmıştır. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Ben müminlerin önderiyim ve günahkârların önder ve reisi ise maldır.”[3]

Yani müminler beni takip ederler, lâkin günahkârlar mal ve servete tabi olurlar.” Aynı şekilde şöyle buyurmaktadır:

“Mal, şehvetlerin köküdür.”[4]

Her kim dirhem ve dinarı severse o, dünyanın kuludur.[5] Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Her kim dirhem ve dinarın kulu olursa, melun ve Allah rahmetinden uzaktır.” [6]

Bunun karşısında bazı İslami metinlerde de mal, servet ve dünya övülmüştür. Kur’ân’da şöyle okumaktayız:

“Mal ve evlatlar dünya hayatının ziynetleridirler.”[7]

Aynı şekilde servet, Kur’ân-ı Kerim’in birkaç yerinde “hayır” olarak adlandırılmıştır. Aşağıdaki âyet bunun bir örneğidir:

“Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır (mal) bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşru bir tarzda vasiyette bulunması -Allah’a karşı gelmekten sakınanlar üzerinde bir hak olarak- size farz kılındı.”[8]

Aynı şekilde birçok müfessir şu âyette hayrı mal olarak yorumlamıştır:

“Hiç şüphesiz o, mal sevgisi sebebiyle çok katıdır.”[9]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Temiz mal salih insan için ne kadar iyidir!”[10]

İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Ahireti elde etmek için dünyanın yardımı ne kadar güzeldir!”[11]

Bu iki gurup rivayet üzerinde tetkikte bulunup düşünüldüğünde, aslında İslâm’da mal ve servetin yerilen bir şey olmadığı ve hatta ahirete ulaşmak için bir vesile ve araç olması nedeniyle övülen ve beğenilen bir şey olduğu aydınlanmaktadır. Bu yüzden Hz. Ali (a.s) dünyayı kınayan bir şahsı gördüğünde şöyle buyurmuştur:

“Acaba sen dünyada bir suça mı karıştın veya dünya sana karşı bir suç mu işledi…” [12]

İslâm’da mal ve mal elde etmek beğenilen bir husus olup bazı durumlarda farz kılınmıştır. Ancak Allah karşısında mala tapmak yerilmiştir. İslâm dininde mal, uhrevî saadete ermek ve Allah’a yakınlaşmak için bir vesiledir, hedef değildir.[13]

Kur’ân-ı Kerim’de şöyle okumaktayız:

“Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.”[14]

Şehit Mutahharî şöyle demektedir: “İslâm’da hiçbir zaman mal ve servet tahkir edilmemiştir. Malın ne üretilmesi, ne muamele edilmesi ve ne de harcanması küçük görülmemiştir. Bilakis bütün bunlar vurgulanmış ve tavsiye edilmiştir ve bunlar için bir takım şart ve ölçüler öngörülmüştür. İslâm’ın bakışında servet asla heder edilemez. Servetin heder edilmesi, israf ve malı zayi etmek kati şekilde haramdır.”[15] Malı korumak cihat mesabesinde sayılmıştır ve bu yolda öldürülmek şehadet sevabı taşır.[16]

3. İslâm’da Servet Üretimi

İslâm değişik yollar ile hem bireysel hem de toplumsal boyutta Müslümanları servet kazanmaya davet etmiştir. Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Helal rızık peşinden gitmek her Müslüman kadın ve erkeğe farzdır.” [17]

Bu hadisten servet kazanımında kadın ve erkeğin eşit olduğu anlaşılmaktadır. Servet kazanmak erkeklere özgü değildir. Aynı şekilde helal rızık talebinde bulunmak ibadetlerin en üstünü sayılmıştır.[18] Toplumun dinamizm ve hayatı, ekonomik bağımsızlık ve kalkınmışlık sayesinde gerçekleşir. İhtiyaç, esaret ve kölelik ile eşittir. Bu yüzden Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

Fakirlik ve yoksulluk büyük bir ölümdür.” [19]

İslâm gayrı Müslimlerin Müslümanlara egemen olmasına izin vermez.”[20] Bu hedef ancak Müslümanların yabancılara el uzatmamaları ve ekonomik bağımsızlığa sahip olmaları durumunda gerçekleşebilir. Servet üretimi bu hedefe ulaşılmasını sağlar. Şehit Mutahharî’nin deyimiyle “İslami hedefler sağlıklı bir ekonomi ve ekonomik bağımsız güçler olmaksızın gerçekleşmez.”[21] İslâm’da çiftçilik, hayvancılık, sanayi ve buna benzer servet üretiminin değişik kısımları tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.a) eli nasır bağlamış bir çiftçinin elini öpmesi, İslâm toplumunda üretimin öneminin göstergesidir. Masumların hayat tarzına müracaat ettiğimizde onlarında servet üretimi için çabaladığını gözlemleriz. Nakledildiği üzere Emirul Muminin Hz. Ali’nin (a.s) çiftçilik mahsullerinden elde ettiği gelir kırk bin dinar idi.[22] Bir diğer rivayette de Fedek’in bir yıllık gelirinin yirmi dört bin dinar olduğu ve bir başka rivayette ise yetmiş bin dinar olduğu nakledilmiştir.[23]

4. İslâm’da Servet Paylaşımı

İnsanları Etiketlemek ve Sonuçları İnsanları Etiketlemek ve Sonuçları

Servet üretildikten sonra bunun adil ve ölçülü bir şekilde toplumda paylaşılması gerekir. İslâm’ın ekonomik mektebinde iki husus asıl hedef olarak öngörülmüştür:

a) Toplum içinde ekonomik adaleti sağlamak.

b) Uluslararası düzeyde ekonomik güç olmak.[24]

İmam Sâdık (a.s) şöyle buyuruyor:

“Eğer halk arasında adalet sağlansaydı, halk muhtaç olmazdı.”[25]

Kur’ân-ı Kerim servetin sadece servet sahibi kimseler arasında dolaşmaması gerektiği[26] ve ihtiyaç sahiplerinin de eline ulaşması gerektiğini belirtmektedir. Bu yüzden İslâm’da zekât, humus ve sadaka gibi değişik mali yükümlülükler öngörülmüştür. Böylece toplumdaki servetin fakirlere de ulaşması, toplum bireylerinin eşit bir düzeyde ekonomik rüşte ermesi, toplum içinde sınıfsal ayrılık ve farklılıkların azalması ve en sonunda da ortadan kalkması hedeflenmiştir.

5. İslâm’da Servet Biriktirmek

Servet elde etmek eğer meşru yollardan hâsıl olursa, İslâm’a göre bunda hiçbir sakınca bulunmaz. İslâm’ın serveti dengelemek için güttüğü siyaset, yetenekli bireylerin büyük zenginliklere ermesini engellemek değildir. İslâm sadece onlar için bir takım mali vazife ve yükümlülükler öngörmüştür.[27] Kur’ân Hz. Süleyman (a.s), Hz. Davut (a.s) ve Zülkarneyn (a.s) gibi iman ehli servet sahiplerini zikreder. Bunun mukabilinde Karun gibi kâfir servet sahiplerine de işaret eder. Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı.”[28]

Eğer servet yığmak Allah’ı anmaktan gafil kılarsa kötüdür ve İslâm’da bu yasaklanmıştır. Dünya servet ve malına gönül bağlamak, ahiret için doğru değildir. Lâkin bu büyük servet Allah yolunda harcanırsa, övülmeye ve methedilmeye layık olur. Hz. Hatice (s.a) böyle servet sahiplerinden idi. O, kendi servetini İslâm’ın gelişmesi ve yayılması için harcadı. Kur’ân-ı Kerim, servet yığıp onu Allah yolunda harcamayanları acılı bir azap ile korkutmaktadır.[29] Bu âyetin tefsirinde Allah Resulü (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Zekâtı verilen hiçbir mal bu âyetin kapsamına girmez.”[30]

Eğer servet biriktirilmesi şer’î bir yolla gerçekleştirilirse karaborsa oluşturulmazsa ve servetin zekât ve humus gibi malî yükümlülüklerine riayet edilirse hiçbir sakınca taşımaz.

6. Servet ve Âlimler

Belirtilen hususlar göz önünde bulundurulduğunda bir âlimin zengin olmasının hiçbir sakınca taşımayacağı aydınlanmış olmaktadır. Yerilen şey, dünya âlemine gönül bağlamaktır. Eğer dünyaya gönül bağlamak ve mala tapmak normal insanlar için doğru değilse –ki doğru değildir- din âlimleri için hiç doğru değildir. Bu yüzden Hz. İsa’dan (a.s) şöyle nakledilmiştir:

“Dinar, dinin hastalığıdır ve âlim dinin tabibidir. O halde bir tabibin hastalığı kendine bulaştırdığını görürseniz, onun hakkında kötümser olun ve onun başkalarının hayrını istemediğini biliniz.” [31]

Bu güzel hadiste din âlimlerinin dünya sevgisi ve dünyaya tapmalarının kınanmış olduğu gözlemlenmektedir.

- - - - - - - - - - - - - -


[1]     Şemsuddin, Muhammed Mehdi, Dırasat-ı fi Nehcü’l-Belağa, s. 40, Beyrut, Daru’z-Zehra, 2. Baskı, h.k. 1392; Jordak, George; Revaik-u Nehcü’l-Belağa, yersiz, Merkez-i el-Gadir li’d-Dırasatı’l-İslamiye, 2. baskı, 1375, s. 233.

[2]     Seyyid Razi, Nehcü’l-Belağa, Kelimat-ı Gısar, 32. Hadis.

[3]     Nehcü’l-Belağa, Kelimat-ı Gısar, 308. Hadis.

[4]     Meclisî, Muhammed Bâkır, Biharu’l-Envar, c. 69, s. 67.

[5]     a.g.e, c. 2, s. 107.

[6]     Kâfi, c. 2, s. 270.

[7]     Kehf, 46.

[8]     Bakara, 180.

[9]     Adiyat, 8.

[10]    Biharu’l-Envar, c. 69, s. 59.

[11]    Kâfi, c. 5, s. 72.

[12]    Nehcü’l-Belağa, Subhi Salih, 131. hutbe.

[13]    Mehdi Hadevi Tahranî, Mekteb ve Nizam-ı İktisadiyi İslâm, s. 108.

[14]    Munafikun, 9.

[15]    Mutahharî, Murtaza, Nezeri bi Nizam-ı İktisadiyi İslâm, s. 17, Tahran, Sadra, bahar 68, 1. baskı.

[16]    Biharu’l-Envar, c. 10, s. 100.

[17]    Camiu’l-Ahbar, s. 139.

[18]    Kâfi, c. 5, s. 78.

[19]    Nehcü’l-Belağa, Kelimat-ı Gısar, 154. Hutbe.

[20]    Nisa, 141.

[21]    Mutahharî, Murtaza, Nezeri bi Nizam- İktisadiyi İslâm, s. 26, Tahran, Sadra, Bahar 68, 1. baskı.

[22]    Kummî, Şeyh Abbas, Sefinetu’l-Bihar, c. 8, s. 137.

[23]    a.g.e, s. 138.

[24]    Hadevi, Tahranî, Mehdi, Mekteb ve Nizam-ı İktisadiyi İslâm, s. 56, Kum, Hane-i Hıred, 2. baskı.

[25]    Kâfi, c. 1, s. 541

[26]    Haşr, 7.

[27]    Hadevi Tahranî, a.g.e, s. 74.

[28]    Tekasür, 1 ve 2.

[29]    Tevbe, 34.

[30]    Vesailu’ş-Şia, c. 9, s. 30.

[31]    Biharu’l-Envar, c. 2, s. 107.

Editör: Hasan Bedel