.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Tarih ve mezhep kitaplarından nakledildiğine göre Hattabiye fırkasının önde gelenleri Ebu’l-Hattab ile birlikte Kufe şehrindeki mescidi mesken edindiler ve kendilerini ibadete verdiler. Onlardan her biri mescidin bir direğinin yanına yerleşmiş ve gizlice insanları kendi inançlarına davet ediyordu. Çok geçmeden onların haberi Mansur tarafından atanmış Kufe valisi İsa b. Musa’ya ulaştı. İsa b. Musa, onların Kufe Mescidinde toplanıp direklerin dibini mesken edişlerinden, birçok günahı mubah saydıklarından ve insanları Ebu’l-Hattab’ın peygamberliğine davet ettiklerinden haberdar oldu. İnsanlar da onları ibadet ehli olarak görüyordu. İsa b. Musa, onları tutuklayıp kendisine getirmesi için adamlarından birini süvari ve piyadelerden oluşan bir orduyla yanlarına gönderdi. Fakat onlar teslim olmayıp savaştılar. Yetmiş kişiydiler. Bu savaşta hepsi öldürüldü. İçlerinden sadece biri vücudundaki yaralarla baygın bir halde ölülerin arasına düştü ve ölmüş olduğu sanıldı. Gece olup hava karardığında ise ölülerin arasından çıkarak kendisini kurtardı. O, künyesi Ebu Hatice olarak tanınan Ebu Seleme Salim b. Mukrim el-Cemmal idi.

Onun bu olayın ardından tövbe ettiği ve İmam Sadık’tan (a.s) hadis rivayet edenlerden olduğu söylenmiştir.

İki güruh arasında kamış, taş ve bıçakların kullanıldığı çok şiddetli bir savaş oldu. Ebu’l-Hattab’ın adamları mızrak yerine şeker kamışı kullanıyordu. Ebu’l-Hattab onları savaşa teşvik ederek şöyle diyordu: Onlarla savaşın. Sizlerin elindeki kamışlar onlara mızrak ve diğer silahların etkisini bırakacaktır. Onların mızrakları, kılıçları ve diğer silahları size zarar vermeyecek ve size etki etmeyecek, bedeninize işlemeyecektir. Bu şekilde onları motive ediyor ve onar kişilik gruplar halinde savaş için ileri çıkarıyordu. Onlardan yaklaşın otuz kişi öldürülünce Ebu’l-Hattab’a doğru şöyle bağırdılar:

Ey Efendimiz! Bu kavmin elinden kurtulmak için bize nasıl bir çözüm göstereceksin? Görmüyor musun bizim kamışlar onlara karşı işe yaramıyor, hiçbir etki bırakmıyor, hepsi de kırıldı? Aksine onların silahları bize etki etti ve bizden birçok masum insan öldürüldü.

Bunun üzerine Ebu’l-Hattab onlar şöyle dedi:

“Ey kavmim! Sizler zor bir imtihanla sınandınız; artık öldürülmenize ve şehit olmanıza izin verilmiştir. Şimdi dininiz ve şerefiniz için savaşın. Onlara teslim olma zilletine düşmeyin. Kaldı ki sizler her hâlükârda öldürülmekten kurtulamayacaksınız. O halde hiç değilse yüce ve aziz insanlar olarak ölün. Sabredin; zira Allah sabredenlere büyük bir mükâfat vadetmiştir. Sizler sabırlı kimselersiniz.”

Onlar da son fertleri öldürülünceye kadar savaştılar. Ebu’l-Hattab ise esir alınarak İsa b. Musa’nın yanına getirilince öldürülmesini emretti. Fırat’ın kıyısında bulunan Daru’r-Rızk mevkiinde boynu vurularak öldürüldü. Vali onun ve yarenlerinin asılması emrini verdi. Hepsi darağacına asıldılar; bir müddet sonra ise yakılmaları emrini verdi ve yakıldılar. Küfe valisi onların başlarını Mansur’a gönderdi. Mansur’un emriyle başlar Bağdat’ta üç gün asılı kaldıktan sonra yakıldı.[1]

Zikredilen ayetler ve rivayetler ışığında şu hususlar elde edilmiştir:

1- Peygamberler, imamlar, evliyalar ve vasiler hepsi de Allah tarafından yaratılmış, sonradan ortaya çıkmışlardır; ezeli olmadıkları için yaratılmak ve hadis olmaktan müstağni değillerdir.

2- Onların hepsi yaşamlarında, rızıklarında ve sıhhatlerinde Allah’a muhtaçtırlar. Kendileri için ne yarara, ne zarara, ne ölüme, ne hayata ne de yeniden dirilişe malik değillerdir. Nitekim bu durum, bütün mahlûkların özelliğidir.

3- Onların hepsi de Allah’ın emriyle ölecek ve O’nun emriyle yeniden dirileceklerdir. Amellerinin mükâfatı olarak ve Rablerinin fazlı ile cennete gireceklerdir.

4- Onların Allah’a yakınlaşması takva, amel ve ibadetledir; Rablerine karşı günah işlemekten korktukları içindir. Zira onlar için günah işleme imkânı vardır. Fakat iradelerini iyi kullandıkları ve Rablerinin azabından korktukları için onlardan günah sadır olmaz. Dolayısıyla onların günahlara karşı masum olmaları, günah işleme potansiyelinden yoksun oldukları için değildir. Aksine nefislerine karşı en güçlü şekilde cihat ettikleri için, Rablerinden aldıkları destekle, nefislerine karşı Allah’ın yardımını alırlar; onlar Allah’ı çok zikrettikleri için Allah da onları zikreder. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Artık beni anın ki, (ben de) sizi anayım. Bana şükredin ve nankörlük etmeyin.”[2]

5- Onların hepsi muhlis/ihlaslı, bir kısmı ise muhles/ihlasa erdirilmiş kullardır ve şeytan onlardan ümidini kesmiş, onları saptıramayacağını ilan etmiştir. Yüce Allah da şeytana hitaben “senin benim kullarım üzerinde hiçbir egemenliğin yoktur” buyurarak bu gerçeği ilan etmiştir. Muhles/ihlasa erdirilmiş kullar masumiyette öyle bir dereceye ulaşmışlar ki ilimleri isabetlidir, en ufak hata taşımaz; amellerinde de hiçbir günah bulunmaz. Bu meseleyi daha önce Kur’an’da imametin kriterlerini açıklarken beyan ettiğimiz için bir daha onları tekrar etmiyoruz.

6- Mucizeler ve kerametler haktır; Allah’ın veli kulları da bunlarla vasıflandırılabilir. Bunları Allah’ın fazlı, izni ve bereketi ile onlar hakkında kabul etmek asla gulüvve yol açmaz. Dolayısıyla onların eliyle ölülerin diriltilmesi ve hastaların şifa bulması mümkün olduğu gibi vuku da bulmuştur. Nitekim Yusuf’un gömleği Yakub’un gözlerine değince görmeye başlamıştır. Hz. İsa Allah’ın izniyle ölüleri diriltmiş, çamurdan yaptığı kuşa hayat vermiştir. Tüm bunlar Allah’ın diğer peygamberleri ve veli kullarından da görülebilir. Bunu kabul etmek gulüv değildir.

7- Bir konuda gulüv olup olmadığını ayırt etmenin yolu, müstakil ve kendi başına yapma iddiasının olup olmayışıdır. Eğer yapılan iş son derece küçük dahi olsa ve Allah’tan bağımsız olarak yapıldığı iddia edilse gulüv olur. Fakat fiil her ne kadar büyük ve olağan üstü olsa dahi eğer Allah’ın izniyle gerçekleştiği varsayılırsa bunda gulüv yoktur. Aksine bu, Allah’ın dilediğine verdiği bir fazlıdır. O, yaptığı işten dolayı sorguya çekilmez ama onlar (insanlar) sorguya çekilirler.

8- Allah’ın veli kullarından dini veya dünyevi bir konuda yardım istemek – ister hayatta olsunlar ister ölmüş olsunlar – günlük alışılagelmiş hayatımızda insanların birbirinden yardım istemesi gibidir, hiçbir sakıncası ve mahzuru yoktur. Çünkü Allah işlerini ancak sebeplerle yerine getirmektedir. Buradaki ölçü tevhit şartının dışına çıkmamaktır. Tevhidin dışına çıkmak ise ancak vesileyi, çözümünü istediğimiz konuda kendi başına (Allah’tan bağımsız şekilde) güç sahibi olarak görmeye bağlıdır. Bu şirktir. Burada yardım istenen konunun dini veya dünyevi olması arasında hiçbir fark yoktur. Fiillerin büyük veya küçük olması arasında da fark yoktur. Aynı şekilde vasıtalar – onların evliyalar veya gayri evliyalar olması – arasında da fark yoktur. Fakat inancımız şu olursa: Onların hepsi Allah’ın kullarıdır; Allah’ın izni ve inayeti ile de birtakım işler yapmaya güçleri vardır. Böyle bir inançta hiçbir sakınca yoktur. Bu inançla onlardan bir şey isterken kullanacağımız “şu işimizi yap” gibi direkt ifade ile “Allah’tan senin hürmetine bu işimizi yapmasını istiyorum” ifadesi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü biz şuna inanıyoruz ki onların vermesi veya engellemesi Allah’ın izni, ruhsatı ve inayetiyledir.

9- Onlar, ancak Rablerinin kendilerine vahiy ve ilhamda bulunarak onlar için keşfettiği ölçüde gaybı bilirler. Bunda dahi Rablerine muhtaçtırlar. Kimi zaman en uzak beldelerde gerçekleşen hadiseleri bilirler. Doğuda oldukları halde batıda vuku bulan olaylardan haber verirler. Kimi zaman ise arkalarında ne olduğunu bilemezler. Yani onların gaybi ilimleri, insanların hidayetinde ihtiyaç duyulacak ölçüde Yüce Allah’ın öğretmesine bağlıdır; bu miktarda gaybi ilim bile gerçekten çoktur.

10- Onların din ve kitaba olan ilimleri diğer insanların ilimleriyle mukayese bile edilmez. Çünkü onlar ilmin kaynağıdırlar. Onlar din konusunda Allah’ın ilim sandıklarıdır. Tefsirini, yorumunu ve tüm batınî vecihlerini bilmedikleri tek bir ayet bile yoktur. Bu da Allah’ın onlar üzerindeki fazlındandır. Dolayısıyla onlar her zaman dolup taşan ilim deryaları, hikmet pınarlarıdır. Diğer insanlar ise onların ilminden alan kaplar mesabesindedir; herkes kendi kapasitesinde ve kabiliyeti ölçüsünde onlardan feyiz alır. Kapla deniz arasındaki fark ise çok açıktır. Dolayısıyla dini anlama konusunda herkes onlara muhtaçtır. Onlar ise sadece noksan sıfatlardan münezzeh ve şanı yüce olan Rablerine muhtaçtırlar.

11- Onlar dinin erkânındandır. Onlara itaat etmek oruç ve namaz gibi dinin bir parçasıdır ve dindendir. Hatta onların velayet ve imameti dinin tamamıdır. Çünkü velayet; oruç, namaz, hac ve cihat gibi tüm ibadetlerin anahtarıdır.

12- Onların sözleri, fiilleri ve davranışları dinin ameli/pratik tefsiridir. Tüm bu alanlarda onların siyreti uyulması gereken bir hüccettir. Fakat diğerleri böyle değildir; yani diğerlerinin ameli veya sözü direkt olarak hüccet sayılmaz; ancak kitap ve sünnet ölçüsünden geçirildikten sonra delil kabul edilebilir. Fakat Ehlibeyt’ten sadır olan bir fiil hiçbir şüphe olmaksızın sünnettir ve hüccettir.

[1]    Sad b. Abdullah, El-Makalat ve’l-Firak, s.81; Nevbahti, Firak’uş-Şia, s.69, 70; Biharul Envar, c.25, s.326.

[2]    Bakara 152.

Editör: Hasan Bedel