.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
.
'Düşünenlerin Düşünceleri'
Yazan: Abdulbâki Gölpınarlı
Kur’ân-ı Mecid'in II. sûresinin (Bakara) 185. ayet-i kerimesinde, Kur'ân'ın, Ramazan ayında indirildiği, XCVII. sûresinde de (Kadr) Kur'ân’ın Kadir Gecesi indirilmiş olduğu, o gecenin, bin aydan hayırlı olduğu, meleklerle Rûh'un o gece, Rablerinin izniyle indikleri, o gecenin, tanyeri ağarıncayadek esenlik olduğu bildirilmekte (1-5), XLIV. sûrenin 1-6. ayetlerinde Kur'ân-ı Kerim'in, mübarek bir gecede indirildiği, her işin o gece takdir edildiği beyan buyurulmaktadır.
Bu surenin ayetlerinde anılan gecenin, Ay yılının sekizinci ayının, yani Oruç ayından önceki Şaban ayının onbeşinci gecesi olduğunu söyleyenler olmuşsa da Kur’ân'ın indirildiği bildirildiğine göre adı geçen mübarek gecenin Kadir Gecesi olduğu meydandadır.
‘Kadr’ yüce derece, rütbe, şan ve şeref, üstünlük, kalabalık, mikdar ve takdir anlamlarına gelir ve bu gecede bütün bu anlamlar vardır. Kadir Gecesinin, bir yıl içinde, bilmeyen bir gece olduğunu söyleyenler, hattâ Seyyid Şerif-i Cüreânî gihi tasavvufa dayanarak, “salikin”, yani hakıykat yolcusunun, “kendi kadrini anladığı gece” diye yorumlayanlar olmuşsa da Kur’ân’ın, Ramazan ayında ve Kadir Gecesi indirildiği açıkça açıkça bildirildiğinden, bu kutlu ve şerefli gecenin, Ramazan ayında olduğunu kabul edenler haklıdırlar.
Bu gece, bütün bir yılda olacak şeyler takdir edildiğinden, şerefi ve kadri bin aydan daha hayırlıdır; o gecenin ibâdeti, bin ay ibâdetten daha üstündür ve bundan dolayı da bu adla anılmıştır.
Neden Belirsiz?
Kadir gecesi, mübarek Ramazan ayının içindeki gecelerden biridir. Hadislerde, onbeşinci geceden itibaren tek gecelerden biri olduğu bildirilmiştir. Sahâbeden Ebû Saîd’ül – Hudrî’nin rivayet ettiği bir hadise göre yirmi birinci gecedir; Şafiî, bunu kabûl etmiştir. Hanefiyyeye göre yirmi yedinci gecedir. Ehlibeyt İmamları, on dokuzuncu, yirmi birinci ve yirmi üçüncü gecelerin Kadir olduğunda ittifak etmişler, bilhassa yirmi üçüncü geceye çok önem vermişlerdir. Neden Kadir gecesi açıkça tayin edilmemiştir? Bu soruya şu cevabı verebiliriz;
İnanan kişinin ilk on günü rahmet, ortadaki on günü mağfiret, yâni bağışlanma son on günü de ateşten azatlık olduğu hadiste bildirilen bu mübarek ayın her gecesini Kadir Gecesi bilip gündüz nasıl irâdesini Tanrı irâdesine verdiyse, gecelerini de Tanrı huzurunda, her türlü kötülükten, kötü düşüncelerden, lüzumsuz şeylerden yıkanıp kendisini tüm irâde sahibine vermesini sağlamak içindir. Gerek erenler, bu yüzdendir ki, “Her gördüğünü Hızır bil, her geceni Kadir” demişlerdir.
Kadir gecesinde ibâdet, bin ay ibâdetten üstündür; takat o geceyi, dîne ve dünyâya yarayan bilgi elde etmekle geçirmek, nâfile ibâdetten de hayırlıdır; çünkü ibâdet, kulun kendisine aittir; bilgiyse hem kendisine aittir, hem mü'minlere ve insanlara.
İslâm ve Bilgi
İslâm’ın bilgiye verdiği önem, «Söyle, bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?» (XXIX, Zümer, 9) ve «Gerçekten de Allah'tan, bilgi sâhibi kulları korkar» (XXXV, Fâtır, 28) âyet-i kerimelerinde açıklandığı gibi, kadın, erkek, her inananın, bilgi elde etmesinin farz olduğunu bildiren hadiste de beyan buyurulmuştur. Müslümanlıkta bilginin önemini belirten âyet ve hadisleri yazmağa kalksak sahifeler dolar ve Mevlânâ'nın dediği gibi «Mesnevî, yetmiş batman kâğıt tutar.» Fakat biz, yalnız şu hadisi yazalım:
«Bilgi öğrenmek için bir yol tutan kişiyi Allah, cennet yoluna sevkeder; Allah rızâsı için bilgi elde etmek isteyen kişiye melekler, kanatlarını indirirler; gökte olanlarla yerde olanlar, hattâ denizdeki balıklar bile bilgi öğrenmek isteyenin suçlarının bağışlanmasını dilerler. Bilgi sahibinin, ibâdet eden kişiye üstünlüğü, Ay'ın ondördüncü gecesi Ay'ın, öbür yıldızlara üstünlüğüne benzer. Bilginler, peygamberlerin vârisleridir Peygamberler, altın ve gümüşü miras olarak bırakmazlar: onların mirasları bilgidir; kim bilgiden birşey elde ederse büyük bir nasibe ermiştir.»
Mübarek Ramazan ayının son on günü içindeyiz; inananlar, irâdelerini, Tanrı irâdesine verenler, ferdiyetlerin geçmek sınavına girenler, Tanrı râzılığını dileyenler …artık ateşten, hırs, şehvet, benlik, bencillik, tek sözle nefis ateşinden azatlık günlerini saymaktalar.
Biz de yazımıza, Hz. Peygamber'in (S.M.) zamân-ı saâdetlerinde, bu aydaki olayları, bu ayda, azatlık için savaşanları yazarak okuyucularımızı, kimi saâdetli, kimi hüzünlü o eski günlere götüreceğiz; o günleri, bu günlerle karşılaştırarak günümüzde dünü hatırlatacak, yarının saâdeti için gereken şeyleri yapmamıza bir hız vermeye, bir gayret sunmaya çalışacağız.
Hz. Muhammed'in (S.M.) Tanrı buyruğuyla insanları gerçek inanca, birliğe çağırmaya başlamasının onuncu yılında, Ramazan ayının yedinci günü amıcaları Ebû Tâlib vefat etmiş, onuncu günü de İslâm'ın büyük kadını, Mü'minler Anası Hz. Hadîce (R.A.) ebediyete göçmüştür. Ebû Tâlib'in, Hz. Peygamber'e (S.M.) karşı tutumunu tarih ve siyer, bütün tafsilâtiyle kaydeder; bu mübârek zât, her hususta Hz. Peygamber'e (S.M.) arka olmuş, İslâm dininin yayılması için onu korumuştur. 0 hayatteyken müşrikler, Hz Peygamber'e (S.M.) karşı açıkça düşmanlıkta bulunamamışlardır. Bu yüzdendir ki Ehlibeyt İmamları, bilhassa İmâm Ca'fer'üs Sâdık, ona pek büyük bir saygı göstermişler, onu, Müslümanlığını, Hz. Peygamber'i (S.M.) korumak için gizleyen, bu yüzden de ecri iki kat ihsân edilen bir mü'min saymışlar, tarikat erbabının çoğu da onu böyle tanımış, bilmiş ve sevmiştir.
Hz. Hadice'nin şânınıysa söylemeye bile hâcet yoktur. İslâm, bu iki elim kayıp yüzünden bu yıla «Senet'ül Huzn - Huzün yılı» adını vermiştir. Ebû Tâlib'in vefâtı Hz. Muhammed'in (S.M.) Mekke'den Medine'ye göçüsünü icâb ettiren sebep.
Rasûl-i Ekrem'in (S.M.), dâvete başlamasının onikinci yılında, Ramazan ayının onyedinci gecesi Mi'râc vuku' bulmuştur. Mi'râcı, Recebin yirmi yedinci gecesi olarak kabul edenler de vardır.
Onüçüncü yılının Rabîulevvel ayı başlarında Mekke'den Medine'ye göçmüşlerdir. Ramazan ayının onyedinci gecesi, mücessem îmanla mücessem küfür, İslâm'la şirk, Bedir'de karşılaşmış, o gece Mü'minler Emiri Alî, susuz kalan müslümanlara, müşrikler tarafında kalan kuyudan su getirmiş, ertesi günü İslâm'la şirk arasında ilk savaş, Bedir Savaşı olmuştur.
Bu savaşta müşriklerin ileri gelenleri ve İslâm'ın en büyük düşmanı Ebû-Cehl öldürülmüştür. Gareze, yahut garezkârlara bilgisizce uymak dolayısiyle Müslümanlığı kılıç ve savaş dini sayanların rağmine Müslümanlık, savaşta da orta bir denge kurmuş, silâha silâhla, kuvvete kuvvetle karşı durmak lüzumunu, en yerinde ve doğru bir esas olarak kabul etmiş, fakat hiçbir vakit, gerekmedikçe savaşa girişmemiştir.
Bedir'de ilk zaferini kazanan İslâm, Tanrı'nın ve Peygamber'inin buyruklarına uyup savaşa katılmayanlara, kadınlara, ihtiyarlara, çocuklara dokunmamayı kabul etmiştir. Hatta İslâmda, zaptedilen ülkede «Kitab Ehli» olanların, yâni Mûsevilerle Hristiyanların rûhânîlerine, mâbetlerine dokunmamak da ana buyruklardandır. Müslümanlar, Bedir'de tutsak düşenlerin açlarını, kendi yiyeceklerini vererek doyurmuşlar, elbisesi yıprananları, kendi elbiselerini vererek giydirmişlerdir. Tutsaklar, kudretleri yetenlerden muayyen bir para alınarak serbest bırakılmışlar, bu para, İslâm yoksullarına ve orduya sarfedilmiş, verecek parası olmayan, fakat okuma, yazma bilenlerden her biri, on Müslüman çocuğuna okuma, yazma öğrettikten sonra azad edilmiş bu suretle İslâm'ın bilgiye verdiği önem, fi'li olarak bir kere daha açığa çıkmıştır.
Hicretin sekizinci yılında Mekke-i Mükerreme fethedilmiş, Kâ'be-i Muazzama putlardan temizlenmiş, İslâm tam bağımsızlığını kazanmıştır.
«Alî Hakladır...»
Bu mübarek aydaki olaylardan biri de Mü'minler Emiri Ali'nin şehâdetidir.
Hz. Peygamber'in (S.M.) amcaları Ebû-Tâlib'in ve atası Abdi menâf'ın oğlu Hâşim oğlu Esed'in kızı olup Hz. Hadîce’den sonra İslâmı kabûl eden ve Rasûl'ullah'a (S.M.) ana mesâbesinde bulunan Fatıma'nın oğlu olan, İslâmını ilk olarak izhâr eden Ali, hicretten yirmi üç, yahut yirmi bei yıl önce, Recebin onüçüncü cuma günü, Kâ'be'nin içinde doğmuş, adı Hz. Peygamber tarafından konmuş, küçük yaşından itibaren Hz. Peygamber'in (S.M.) terbiyesine mazhar olmuş, yanında büyümüş,
Tebük savaşında, Medine'de, halife olarak bırakılmış, öbür savaşların hepsine iştirak etmiş, III. Halife Hz. Osmân'dan sonra hilâfet makamına gelmiştir. Ali, öyle bir kişiydi ki bir gün yıpranmış, dikiş tutmaz bir hâle gelmiş olan ayakkabını bizzat onarırken yanına gelen Abbas oğlu Abdullâh'a, «bu ayakkabı ne eder» demişti. Abdullah, ayakkabının per-perişan halline bakmış, «hiç» demekten başka bir söz bulamamıştı. Ali, «hakkı ızhâr etmek, bâtılı ortadan kaldırmak ödevi olmasaydı size hüküm yürütmek, bence bundan da daha aşağıydı» buyurmuştu.
Ali, bir kişiydi ki Muâviye'nin ordusu, Kûfe yakınlarında Anbâr'ı basmış, Müslüman olmayan, fakat İslâm'ın amânında bulunan bir kadının halhalı, yani ayağındaki bileziği gasbedilmişti; bunu duyunca «insan» demişti, «teesüründen ölse yeridir».
Ali, bir kişiydi ki o vakit suyu bol olmayan Kûfe'deki yoksullara geceleri kimse görmeden, kendisini onlara bildirmeden su ve erzak taşımaktan sırtı gövermiş, çürük içinde kalmıştı. Bir kişiydi Ali ki onun katında en kuvvetliyle en zayıf birdi. Ammar, «Ali hakladır, hak Ali'yle» buyruğunu duyduğu için Sıffîn'de onun maiyetinde şehâdete erişmişti.
Ali, öyle bir zamanda hilafeti kabul etmek zorunda kalmıştı ki İslâm, vahdetini âdeta yitirmişti. Beyt'ül-mal, istenildiği gibi dağıtılmıştı; zenginler çoğalmıştı: İslâm Hükümeti hakkında çeşitli fikirler meydana gelmişti. Ali ise, Hz. Peygamber'in (S.M.) zamanında yaşıyordu; o adâleti sürdürüyordu. Hilafetinden sonra Cemel Savaşı başlamış, Recebin onikinci günü savaş, Ali'nin zaferiyle son bulmuştu. Aynı yılın son ayında başlayan, otuz yedinci yılın ikinci ayında biten Sıffîn Savaşı sonunda Ali ve Muâviye tarafından tâyin edilen hakemlerin hükmünü kabul etmeyen bir fırka türemişti; bunlar, İslâm'da hükümeti de kabul etmiyorlar, «Hüküm Allâh'ındır» diyorlardı; oysa Ali'yi hakem kabul etmeye zorlayanlar onlardı. Ali, hicretin otuzsekizinci yılında, Nehrevan'da, bunlarla da savaştı ve «Hâriciler» denen bu anarşist taifeyi alt etti.
Bunlar, gûyâ İslâm'ın vahdetini sağlamak için, Ali, Muâviye ve Amr b. As'ın ortadan kaldırılmasına karar vermişlerdi. Rasûlullâh'ın (S. M.), «Ali bendendir, ben Ali'denim» buyurduğu, hakkında, «Ben kimin veliyy-i emriysem Ali onun veliyy-i emridir» buyurduğu Ali, bu kişilerle bir tutuluyordu; bilgisizlik o kadar ilerlemişti.
Ali'yi şehid etmeyi ödev olarak kabul eden Mülcemoğlu Abdürrahman, hicretin 40. yılı Ramazan ayının ondokuzuncu günü sabahı, Mü'minler Emiri Ebû-Tâliboğlu Ali'yi, Kûfe mescidinde alnından zehirli kılıçla yaralamıştı ve bu cinayetin, İslâmın yüceliği uğruna yapıldığına dair zamane şâirlerinden biri de İbn-i Mülcem'i övmüştü. Ali'nin alnına gelen kılıç, Handak Savaşında Abdü Vüddoğlu Amr'ın yaraladığı yere rastlamıştı. Ali, Amr'la savaşa giderken Rasül-i Ekrem (S. M.), mücessem imanın mücessem küfre karşı çıktığını bildirmişti; Amr'ı öldürdükten sonra da «Ali'nin Handak'ta bir kılıç vuruşu kıyamete dek insanlarla cinlerin ibadetlerinden yeğdir» buyurmuştu.
Mülcemoğlu'ysa İslâm gayretiyle (!) o kılıcı vuran Ali'yi, Amr'ın yaraladığı yerden yaralamıştı. Ali, bir gün sonra Ramazan ayının yirmibirinci gecesi, geceyarısından sonra vefat etmişti. Hâriciler, Ali'nin cesedini çıkarıp yakmak niyetindeydiler. İmam Hasan o gece Ali'yi yıkamış, dört tabut düzülmüş, Kûfe'nin dört kapısından çıkarılmış, Ali'nin bulunduğu tabutsa Necef'te şimdiki merkadin bulunduğu yere götürülmüş, Ali defnedildikten sonra medfeni düzlenerek belirsiz bir hâle getirilmişti.
Ancak Ehlibeyt ile onların halis taraftarları Ali'nin medfenini bilirlerdi. Sonradan Abbasoğullarından Harun zamanında gene Ehlibeyt'in delâletiyle türbenin esası yapılmış, zamanla genişleyerek bugünkü hâle gelmiştir.