.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
İSLÂM'DA İRFÂN VE HİKMET
Bu dünya sahnesinde insanlar, atmosfere bırakılan ve onu, sonsuz idealler ve mutluluklar dünyasına yükseltecek bir enerji potansiyeline sahip toplara benzemektedir. Ne var ki yeryüzünün maddi lezzetleri onları tabiat dünyasının aşağılığına mahkûm etmiş ve onu sürekli felâkete ve bedbahtlığa doğru itmektedir.
Günümüz madde eksenli medeniyet ve kültürünün çeşitli cilvelerinde kendini gösteren nefsâni eğilimler ve şeytâni vesveseler bu inişe daha fazla ivme kazandırmaktadır.
Bu arada kalp gözleri manevi hakikatlere açılmış ve kulakları ilahi mesajlara can-u gönülden aşina olmuş çok az bir gurup, hayvani eğilimlerden kendini uzaklaştırıp "Melekût Âlemi"nin nurlu ufuklarına doğru kanat açmakta ve kendi tekamül sürecinde bütün güzelliklerin, ihtişam ve kudretlerin, bütün kemallerin kaynağına, tek kelimede Allah'a doğru yükselmektedirler.
Öte yandan bir top misali yeryüzüne düşerek, çakılan insanlar dahi, maddenin dar çıkmazından usanıp, yeniden aynı süratle, fakat bu defa inişin ters istikametinde, mutluluklar dünyasına doğru harekete geçerler. Bu iniş ve çıkış hareketi defalarca tekrarlanır.
Bu aksülamelin bariz bir örneği, aşağılık kültüründen gına duyarak manevî değerlere susayan, tertemiz bir su kaynağı peşinde dört bir yana koşan insanlarda görebiliriz. Fakat ne yazık ki bu insanlardan çoğu, hidâyet şerbeti yerine, dalâlet zehrini içiren, kurtulma bahanesiyle sürükleyen, çukurdan çıkarıp kuyuya düşüren düzenbaz kılavuzların ağına düşmektedirler.
Maddî kültürün merkezinden uzaklaşıp manevîyat kültürünün geniş dünyasına yönelme hareketi, sadece ferdî eğilimlerle sınırlı değildir. Bu gün biz, dünyanın dört bir yanında, hatta yeryüzünün en kötü ve bozulmuş noktalarında dahi İslâm'ın ve manevi eğilimli hareketlerin günden güne genişleyip büyüdüğünü görmekteyiz.
İSLÂM DÜNYASINDA İRFÂN
Öteden beri İslâm dünyasında "İrfân" ve "Tasavvuf" adı altında bir çok eğilimler meydana gelmiş ve 4. Hicri yüzyıldan 8. Hicri yüzyıla kadar İran ve Türkiye gibi bir çok ülkede büyük bir ilerleme kaydetmiş, hatta zirveye ulaşmıştır. Şu anda bile İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde muhtelif tasavvuf tarikatları mevcuttur.
Bu arada diğer dinlere mensup insanlar arasında da benzer eğilimler bulunduğu için doğal olarak hemen şu soru kafalara takılmaktadır: Acaba İslâm'da "İslâmî İrfân" diye bir şey var mıdır, yoksa Müslümanlar "İrfân" denen olguyu, başkalarından mı almışlardır?
Daha doğrusu bugün "İslâmî İrfân" diye tanınan, İslâm'ın değil, Müslümanların irfânı mı?
Eğer İslâm'ın "İrfân" diye bir şey getirdiğini kabul edersek, acaba bu gün Müslümanlar arasında bulunan "İrfân" gerçekten İslâm'ın getirdiği irfân mı, yoksa değişime veya tahrife mi maruz kalmıştır?
Bu sorunun cevabında, bazıları İslâm'da "İrfân" diye bir şeyin olduğunu temelden inkar etmiş ve onu bid'at olarak nitelendirmişlerdir. Bazıları ise irfânın İslâm'ın dışında, fakat İslâm ile muvafık olduğunu iddia etmişlerdir. Bunu bazıları şöyle ifade etmiştir: "Tasavvuf beğenilen bir bidattir"; tıpkı Hıristiyanlık'ta ruhbanlığın olduğu gibi. Nitekim Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: "Hıristiyanların kendisi ilk defa ruhbaniyeti icat ettiler, biz onu onlara yazmadık (zorunlu kılmadık). Allah rızasını kazanma maksadıyla olursa o başka.." (Hadid, 27)
Bilâhare bir grup da "İrfân"ı, İslâm'ın bir parçası, hatta onun beyni ve ruhu yerinde görüyor ve onun da İslâm'ın diğer bölümleri gibi diğer dinler ve ekollerden değil bizzat Kur'ân ve Nebevî Sünnet'ten alındığını savunuyorlar ve diyorlar ki: "İslâmî irfân ile diğer irfânlar arasında bir takım benzerlikler olması, İslâmî irfânın onlardan iktibas edildiği anlamına gelmez. Nitekim İslâm şeriatıyla diğer semavî şeriatlar arasında bazı benzerliklerin olması İslâm'ın onlardan iktibas edildiğine delil teşkil etmez.
Biz de işte bu son cevabı benimsiyor ve şunu da eklemeyi zaruri görüyoruz ki bizim "İslâmî İrfân"ın asaletini kabul etmemiz bugün İslâm âleminde irfân ve tasavvuf diye adlandırılan her şeyin doğru olduğu anlamına gelmez. Nitekim İslâm'a mensup her grubun, her inanç ve amel tarzını da İslâm'a mâl edemeyiz. Aksi halde İslâm'ı çelişkilerle dolu bir inanç ve amel müessesi olarak görmemiz veya birbiriyle çelişen değişik İslâm'ların varlığını kabul etmemiz gerekir. Her hâlükârda biz asil ve köklü bir İslâmî irfânın varlığını -ki bunun en yüksek mertebesini bizzat Resulullah (s.a.a) ve gerçek halifeleri yaşıyorlardı- kabul etmekle birlikte Müslüman arif ve mutasavvıflar arasında bazı yabancı unsurların varlığını da inkâr etmiyor ve tasavvufî grupların en azından bir kısmının, çoğu görüş ve amel tarzlarının tartışılır nitelikte olduğunu üsteliyoruz.
"İRFÂN", "TASAVVUF", "HİKMET" VE "FELSEFE"
KAVRAMLARININ İZAHI
İslâmî irfânın asaletini açıklamaya geçmeden önce bazı karışıklık ve yanlış anlamlara mahâl vermemek için irfân ve tasavvuf kavramları hakkında kısa bir izahta bulunmayı uygun görüyoruz.
"İrfân" sözcüğü lügatte aynı kökten türeyen "marifet" sözcüğü gibi, tanımak-bilmek, anlamına gelmektedir. Istılahta ise duygu ve tecrübe yahut akıl ve nakil yoluyla değil, bâtınî şuhûd ve buluşla elde edilen özel bir bilgi ve marifet kastedilmiş, daha sonra o müşâhede ve mükâşefelerden bahseden ilme "irfân" denmiştir. Bu şuhûd ve keşifler bir takım amelî riyâzet ve nefis terbiyesini gerektirdiği için ameli üsluplara ve seyr u sulûk âdâbına da "amelî" takısını ekleyerek "ameli irfân" denmektedir. Nitekim mükâşefe ve şuhûdlardan bahseden ilme de "Nazari irfân" denmektedir. "Nazari irfân"da "İşrâk Felsefesi"nde olduğu gibi bazen aklî kanıtlara da yer verilmektedir.
"Tasavvuf" sözcüğüne gelince, bu sözcük en uygun ihtimale göre "savf" (yün) maddesinden türetilmiş ve meşakkatli, lezzetperestlikten uzak bir hayat tarzının sembolü olarak "yün elbise" giyme anlamına gelmektedir. Bu manada tasavvuf "Ameli İrfân"la daha uygun düşmektedir; nitekim irfân "Nazari irfân"la daha uygun bir münasebet arz etmektedir.
Böylece irfân dairesinde en az şu üç unsuru rahatlıkla tespit edebiliriz:
1- Seyr u sulûk erbabına verilen ve verenlerin iddiasına göre, insanı Allah-u Teâlâ'ya, esma-i hüsnasına, yüce sıfatlarına ve mazharlarına, şuhûdî ve bâtınî bir bilgiye ve bilinçli bir "huzurî ilme" götüren özel "ameli düsturlar" (seyr u sulûk âdâbı).
2- Sâlike (seyr u sulûk ehline) hasıl olan ruhî melekeler ve haletler ve nihâyet sâlikin ulaştığı mükâşefe ve müşâhedeler.
3- Bu mükâşefe ve müşâhedeleri açıklar nitelikte olan bilgiler. Bu bilgiler "ameli irfân" sürecini kat etmeyen kimseler tarafından dahi az çok kavranabilir. Ancak, onların hakikat ve künhünün idraki, sadece gerçek ârifler tarafından mümkündür.
Bu açıklamaların ışığında gerçek ârifin kim olduğunu da anlayabiliriz. Evet hakiki ârif birtakım özel ameli programları ve seyr u sulûk âdâbını uygulayarak Hak Teâlâ ve onun sıfât ve efâli hakkında şuhûdî ve huzûrî bir bilgi ve idrâke sahip olan bir kimsedir. "Nazari irfân" ise bu buluş şuhûd ve idrâkin izah ve tefsirinden ibarettir ki tabii olarak bir çok eksikleri de olabilir. Aslında müsamahakâr bir şekilde yaklaşır ve ıstılahı biraz geniş alırsak hakikati bulma ve kurtuluşa erme maksadıyla bütün seyr u sulûk ve onlardan kaynaklanan ruh-i haletler ve şuhûdlara "irfân" diyebiliriz. Bu bağlamda hatta, Hindî ve Budaî irfânlara, Sibirya ve Afrika da ki bazı kabilelere mensup irfânlara da bir anlamda "irfân" denilebilir.
Nitekim (din) kavramı da aynı müsamaha ile hatta "Budizm ve Totemizm"e dahi teşmil edilebilir. Burada yeri gelmişken "hikmet ve felsefe" kavramlarının da anlamına kısaca değinerek geçmek istiyoruz.
Arapça kökenli bir kelime olan "hikmet" sözcüğü sağlam ve muhkem bilgi ve kavrayışa denir. Çoğunlukla ameli öğretiler hakkında kullanılır. Nitekim Kur'ân'da da aynı anlamda kullanılmıştır (İsra, 39). Fakat meşhur ıstılahta "İlahî Felsefe"ye, yine "Amelî Felsefe"ye ve ahlak ilmine denir. Yine ahlak ilminde özel bir ıstılaha göre, aklın kullanımıyla ilintili olan nefsanî melekeye, aynı şekilde zekilik ve aptallığın ortası sayılan nefsanî duruma denir.
Her halükârda "hikmet" kavramı, mülhit ve şüpheci felsefeciler hakkında kullanılamaz. Ancak Yunanca kökenli olan "felsefe" sözcüğü böyle değildir ve evrenin genel kanunlarını kavramak için yapılan her türlü fikrî ve aklî çabaya felsefe denilebilir. Hatta hariçte gözle görünen bir varlık vücudu gibi yakinî ve değişmez bilginin inkarına yol açsa bile.
İSLÂMÎ İRFÂNIN ASÂLETİ
Kur'ân-ı Kerim'i, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ve pak Ehl-i Beyti'nin (a.s) değerli sözlerini dikkatle mütalaa eden bir kimse "nazari irfân" ve aynı şekilde irfânî seyr u sulûk hakkında oldukça derin ve değerli bilgiler elde edebilir. Bu konuda zâtî, sıfatî ve efâlî tevhidle ilgili olan Tevhid suresi, Hadid suresinin ilk âyetleri, Haşr suresinin son âyetleri, aynı şekilde bütün varlık âleminin Hak Teâlâ'nın huzurunda oluşu, Hakk'ın bütün varlıklara ihâtası, bütün yaratıkların Allah-u Teâlâ'ya tekvini tesbih ve secde edişleri hakkındaki âyetleri örnek olarak gösterebiliriz.[1]
Yine "İslâmî seyr u sulûk âdâbı" diyebileceğimiz birtakım âdâp ve sünnetleri içeren âyetleri de örnek verebiliriz.
Tefekkür, tedebbür, daimî mürâkebe, teheccüt ve gece ibadeti, oruç, geceleri uzun secde ve tesbihler, huzû' ve huşû', Allah korkusu, ağlamak, Kur'ân okuyup veya dinlerken secdeye kapanmak, ibadette ihlas, iyi işleri, Hakk'ın aşk ve sevgisiyle ve O'na yakınlaşmak ve O'nun rızasını kazanmak için yapmak, Hakk'a tevekkül edip, rıza ve teslimiyet gösterme konusundaki âyetlerin hepsini örnek olarak zikredebiliriz. [2]
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ve Ehl-i Beyt imamlarının (a.s) sözlerinde, dua ve münacatlarında bu konularla ilgili örnekler zikredilemeyecek kadar çoktur.[3]
Bu Kur'ânî beyyinelerin ve Resulullah (s.a.a) ve pak Ehl-i Beyt'inin (a.s) açık beyanları karşısında bazıları ifrat, bazıları ise tefrit yolunu tutmuşlardır.
Birinci grup dar ve zahiri bir bakış açısıyla bu âyet ve hadisleri, oldukça basit ve önemsiz manalara taşımış, hatta Hak Teâlâ'ya değişken haletler, cismanî iniş ve çıkışlar öngörmüş ve bu âyet ve hadisleri son derece derin ve yüce muhtevasından soyutlamışlardır. İşte bu zihniyete sahip olanlar İslâmî kaynaklarda, irfân diye bir şeyin varlığını kökten inkar yoluna girmişlerdir.
Bir grup da çeşitli içtimai faktörlerin etkisiyle, başkalarından birtakım yabancı ve ithal unsurları alarak kabullenmiş ve neticede hiçbir dini kaynağa dayanmayan ve Kur'ân ve sünnetten esinlenmeyen, hatta bazen tevil edilemeyecek kadar açık naslara ters düşen birtakım yanlış düşüncelere saplanmışlardır.
Aynı şekilde amelde de, bir taraftan kendi yanlarından birtakım âdâp ve adetler türetmiş veya gayri İslâmî fırkalardan ödünç almışlardır; diğer taraftan da vuslata ermiş âriften her türlü şer'î teklifin kalkığına söyleyebilecek kadar ileri gitmişlerdir.
Bütün ârif ve mutasavvıflara karşın olağanüstü bir hüsn-ü zanna sahip olan kimseler bu görüş ve sözlerin hepsini bir türlü tevcih ve tevil etmeye çalışmışlardır. Ancak, bunların en azından bazıları kabul edilebilecek hiçbir tevil ve tevcihe elverişli değildir.
Hiçbir zaman ilmî ve irfânî şahsiyetlerin büyüklüğünün etkisi altında kalıp, onların bütün söz ve yazılarını, gözü kulağı kapalı bir şekilde kabul edip, onların eserlerini, araştırma ve eleştirme hakkını kendi elimizden almamalıyız. Elbette şunu da bilmeliyiz ki araştırma ve eleştirme hakkına sahip olmak, ham, ölçüsüz, bağnaz ve insafsızca yapılan bütün eleştirileri doğrulamak, müspet ve değerli yönleri görmezlikten gelmek demek değildir.
Her halükârda hak ve hakikat peşinde olup daima adalet ve insaf çizgisini takip etmeye, aşırı ve delilsiz iyimserlik veya kötümserlikten kaçınmaya çalışmalı ve hakkı tanımak ve hak yolunda sebat göstermek için Allah-u Teâlâ'dan yardım dilemeliyiz.
Açıktır ki irfân, tasavvuf, hikmet ve felsefeyle ilgili konuların hepsini ve onların arasındaki ilişkileri ve onların her birinin İslâm ile olan bağlantılarını bir makaleye sığdırabilmek mümkün değildir. Bu yüzden kısa bir şekilde en önemli noktalara değinmeyi yeğleyip konuların geniş bir şekilde incelenmesini daha uygun ve geniş bir fırsata bırakıyoruz.
İRFÂN VE AKIL
İrfân taraftarları ve muhalifleri arasında ihtilaf nedeni olan temel konulardan birisi, irfân ve akıl arası münasebetten ibarettir. İddiaya göre irfânî veriler, batınî keşf ve şuhûd yoluyla elde edilmektedir.
Acaba akıl, bu veriler üzerinde herhangi bir değerlendirme ve yargıda bulunma hakkına sahip midir? Mesela bu mükâşefe ve şuhûdların bazısını reddedebilir mi, yoksa edemez mi?
Bu sorunun cevabını oldukça önemli kılan nokta şudur ki, âriflerden birçoğu, aklî bir yaklaşımla açıklanamayacak birçok görüşler ortaya koyarak, onları bâtın yoluyla keşfettiklerini ve aklın bunları kavrayamayacağını, sonuç itibariyle onları ret ve inkar hakkına sahip olmadığını iddia etmektedirler.
Bu meyanda en çok tartışılan konuların başında "Vahdet-i Vücut" meselesi gelmektedir. Bu konu, çeşitli şekillerde dile getirilmiş ve hakkında çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Bazıları Allah-u Muteâl'den başka hiçbir şeyin varolmadığını ve hiçbir zaman da varolmayacağını ve Allah'tan gayri, varlık adını taşıyan her şeyin bir hayal ürünü olduğunu iddia etmişlerdir! Bazıları ise Allah'ın zâtının dışında veya Allah'ın ilminin dışında bir şey bulunmadığını ve böylece vahdette kesret görüşünü benimsemişlerdir.
Daha çok yaygın olan bir diğer görüş ise şudur ki, sâlik seyrinin sonunda "fenâ" makamına erişerek kendi vücudundan, isimden başka bir şey kalmıyor. Bilâhare bunlardan da itidalli görüş şudur ki, sâlik öyle bir noktaya ulaşıyor ki artık Allah'tan gayri hiçbir şeyi görmüyor; her şey onda kayboluyor. Daha dakik bir deyişle, her şeyin Allah-u Teâlâ'da kaybolduğunu görüyor; tıpkı zayıf bir ışığın güneş ışığında kaybolup gittiği gibi. Bu tür lerde muhalifler genellikle aklî delillerden yararlanıyorlar. Bu görüş sahipleri yine nihâyetinde bu tür konuların akıl sınırını aştığını iddia ederek, iddialarına aklî bir açıklama getirme yükünden kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar.
Bütün bu tartışmaların ardından hemen şu soruyla karşı karşıya kalıyoruz: Acaba aklın idrak edemediği için reddedemeyeceği gerçekler de düşünülebilir mi?
Burada kısaca şunu söyleyebiliriz ki akıl daima kavramlarla alâkadar olur. Bu yüzden hariçte mevcut olan hiçbir varlık ferdinin aynî vücudunun hakikatini ve künhünü tanımak aklın işi değildir; kaldı ki Allah'ın yüce varlığını idrak etsin! Ne var ki aklın verdiği olumlu veya olumsuz hükümlerin, eğer kendisi bedihî (tereddüt edilemeyecek kadar aşikâr) olur veya bedihî olan bir şeyle sonuçlanırsa, eleştirilemez ve bozulamaz. Başka bir değişle gerçekçi aklın işi, künhü tanımak değildir; ama yüzeysel tanımlamalarda, yukarıda bahsettiğimiz şart mevcut olursa aklın verdiği hükümde asla tereddüt edilemez.
Vahdet-i vücut meselesine gelince söylenmesi gereken şudur ki; Allah-u Muteâl'den başka her şeyin varlığını inkar edip, mutlak bir şekilde kesreti nefyetmek, sadece aklın verdiği hükümleri itibarsız kılmakla kalmayıp, aynı zamanda nefse ait olan huzurî bilgilerin ve yine nefse ait olan fiil ve infiallerin de itibarını inkar etmek demektir.
Böyle olunca da bizzat keşf ve şuhûd olgusu da tereddüt altına girmiş olur. Zira, keşf ve şuhûdun tutarlılığının en büyük mesnedi "huzurî ilme" dayanmasıdır. Bu yüzden böyle bir vahdet-i vücüd anlayışı kesinlikle kabul edilemez.
Ancak Mollâ Sadrâ'nın "Hikmet-i Mütealiye"sinde vahdet-i vücuda getirilen yorum kabul edilebilecek niteliktedir.
O yorumun hasılı kısaca şudur ki: Mahlukatın vücudu, Hakk'ın vücuduna nazaran taallukî ve râbitî (bağımlı) vücutlardır ve dikkatle bakıldığında taalluk ve bağımlılığın özüdürler ve kendilerinden hiçbir bağımsızlığa sahip değillerdir.
Ârifin mükâşefe yoluyla bulduğu şey ise, diğer varlıklardan hakikî vücut denilen bu müstakil vücudu nefyetmektir.
Yukarıdaki soruyu bir de şöyle sorabiliriz: Acaba aklın hükmünü vicdan ve keşfe tercih edebilir miyiz? Başka bir değişle; husulî bir ilim (kesbî bir bilgi) olan akıl hükmüyle, huzurî ilim (bilgi) inkar edilebilir mi?
Cevabımız şudur ki, halis bir huzurî ilim, aslında gerçeğin ta kendisini bulmak demektir. Bu yüzden de inkar edilemez. Ne var ki huzurî ilim çoğu zaman zihnî bir yorumu da beraberinde getirir ki bunları birbirinden ayırt edebilmek son derece dikkat ister.
Bu zihnî yorumlar, husulî ilimler kabilinden olduğu için hata da olabilir. Aklî burhanlarla reddedilen şey huzurî ilimler ve şuhûdlar üzerinde zihnin yaptığı bu yanlış yorumlardır; direkt olarak huzurî ve şuhûdî bilginin taalluk ettiği şeyler değildir.
Vahdet-i vücut konusunda da şuhûd edilen şey, istiklâlî ve bağımsız vücudun Hak Teâlâ'ya mahsus olduğudur. Tabirde müsamaha ile bu vücuda hakikî vücut denildiği için diğer varlıklardan hakikî vücut nefyedilmektedir.
Burada hatırlatılması gereken bir nokta da şudur ki; büyük İslâm âriflerinin de açıkça söylediği gibi, bazı mükâşefeler şeytanî ve tutarsızdır ve şâhid ve delillerle teşhis edilebilir. Bilâhare onları yakinî deliller ve Kur'ân ve sünnet ile karşılaştırırsak, hak veya bâtıl olduklarını anlamak pek de zor olmayacaktır.
Ancak takdir edilir ki bu mükâşefe ve müşahede türleri ve çeşitli huzurî ilimler ve onların zihne yansıması ve zihnin onlar üzerinde yaptığı yorumların bazısının yanlışlık nedenleri ve doğruyu yanlıştan ayırt etmenin yollarını incelemek, bu kısa makalenin kapasitesini aşan bir şeydir.
İRFÂN VE ŞERİAT
Bu makalenin sonunda ele alınması gereken bir konu da amelî irfânın şer'î hükümlerle ilişkisi veya şeriat ile tarikat arasındaki münasebettir. Bazılarının zannına göre, "amelî irfân" hakikatlerin keşfinde müstakil bir yoldur ve şer'î hükümlere bağlı kalma zorunluluğu olmadan yararlanılabilir. İslâm da ya bunu teyit etmiş (beğenilen bidat) ya da en azından buna engel olmamıştır. Aşırı giden bazıları ise, herhangi bir dine bağlılığın yeterli olacağını söylemişlerdir.
Ancak İslâmî açılan, irfânî seyr u sulûk yolu, şer'î yoldan müstakil bir olgu değil, onun daha dakik ve daha latif bir bölümüdür.
Eğer şeriatın zâhirî hükümlere ait olduğunu söylersek, o zaman tarikatı da şeriatın bir uzantısı olarak görmeli veya onun bâtınında ona yer vermeliyiz ki bu bâtın ancak zâhirî olan şeriatın hükümlerine riâyet etmekle gerçekleşebilir.
Örneğin şeriat, namazın zahiri hükümlerini belirler, tarikat ise namazı nasıl huzur-i kalp ile kılabileceğimizi ve ibadetlerin kemal şartlarını açıklamayı üstlenir. Şeriatta İlahî azaptan kurtulma ve cennet nimetlerine kavuşmak için ibadetleri yerine getirmek yeterlidir. İrfânda ise niyetin Allah'tan gayrı her şeyden temizlenmesinde ısrar edilir ki bu tür bir ibadet Ehl-i Beyt'in (a.s) rivâyetlerinde "hür insanların ibadeti" diye tanımlanır.
Yine şeriata baktığımızda, şirkten maksat, açık şirk diye nitelendirilen putların vb. şeylerin ibadetidir. Fakat tarikatta, şirkin, gizli ve daha gizli diye daha dakik türlerinin tanıtımı söz konusudur.
Allah'tan gayrisine umut bağlamak, ondan gayrisinden korkmak, ondan başka birisinden yardım dilemek, ondan başkasına sevgi ve aşk beslemek, bütün bunlar asaleten ve müstakil bir şekilde gerçekleşir ve İlahî emirlere itaat amacı taşımazsa bir nevi şirk sayılır. Bu yüzden bid'at sayılan ve insanların kendisi tarafından üretilen âyinler, âdâp ve âdetler, istenilen-beğenilen şeyler olmamasının yanı sıra, insanın hakikî irfâna ulaşmasına da engel olabilir.
Bu âyinlerin durumu böyle olunca, açık ve kesin bir şekilde nehyedilen ve haram kılınan vesilelerden yararlanmanın durumunu kendin anla.
Bazı işlerin, bazı geçici irfânî haletlere yol açabilmesi mümkündür; fakat iyi bir âkıbeti yoktur ve kesin felakete sürükleyecek şeytanî bir tuzak da olabileceği için bu tür şeylere itibar edilmemelidir.
Velhâsıl hak olan, Hak Teâlâ'ın buyurduğu şeydir: "Hak'tan sonra dalaletten başka ne olabilir?" (Yunus, 32)
Allah'ın selamı hakka uyanların üzerine olsun.
DİPNOTLAR: