.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Geçtiğimiz yıl, İslam İnkılabının 40. Yıldönümü münasebetiyle Ayetullah Hamaneî tarafından özellikle gençlere yönelik “İslam İnkılabının İkinci Adımı” başlığıyla bir bildiri yayınlanmıştı. Bildiride en dikkat çeken konulardan biri de “artık devlet tecrübesinden sonra dünya çapında İslam medeniyetini inşaa etmeliyiz” yaklaşımı idi.

Hem bu bildiriyi ve hem de “İslam Medeniyeti” mefkuresini Bartın Üniversitesi Tarih bölümü öğretim üyelerinden sayın Doç. Dr. Hasan Hüseyin Güneş ile konuştuk.

* * * 

1. Ayetullah Seyyid Ali Hamaneî’nin 2019 yılında yayınlamış olduğu “İnkılabın 2. Adımı Beyannamesi” hakkında genel değerlendirmeniz nedir?

Hasan Hüseyin Güneş:

Bismillahirrahmanirrahim

Öncelikle şunu arz etmek isterim; Günümüz dünyasının Müslüman olsun olmasın birçok halkı, zulüm altında olduğunu kabul etmektedir. Bugün farklı ülkelerde birçok sokak hareketlerinin olduğunu müşahede etmekteyiz. Burada kasıtlı olarak sokak hareketleri tabirini kullandım. Çünkü Ayetullah Hamaneî’nin zikrettiğiniz beyannâmede ilk vurguladığı hususta görüleceği üzere, zulüm altındaki halklar arasında çok azı inkılabî bir kıyama girişir. Bunların çok azı ise inkılabî bir kıyamı başarıya ulaştırır. Başarıya ulaştıranların ise ayakta kalabilenleri ehlinin malumudur.

Arap Baharı Mısır’da kendini hissettirip meydanlar dolduğu zaman İslam coğrafyasının bu önemli merkezinde inkılabî bir kıyam beklendi. Çok iyi hatırlıyorum: Mısır’daki hareketlenme başladığı hafta Ayetullah Hamaneî Tahran’da Arapça bir Cuma hutbesi irad etti. Ayetullah Hamaneî açıkça Mısır mazlumlarına seslenerek şu mesajı vermişti: Devrim yapmak zor ancak onu devam ettirmek daha zordur. Biz tüm tecrübelerimizi sizinle paylaşmak ve sizlerin yanında olmak istiyoruz. Bu gerçekleşmedi, burada uzun uzadıya açıklayamayacağımız sebeplerden ötürü bu teklife sıcak bakılmadı. İhvan hareketi kısa bir süre için parladı ve söndü. Bu hadise tarihe bir inkılap olarak değil, bir sokak hareketi olarak geçecektir, hatta geçti bile. Bu nedenle Arap Baharı deniliyor.

İmam Humeynî rehberliğinde 1979 yılında İran’da gerçekleşen hadiseye ise inkılap diyoruz. Esasında dünya literatürüne göz attığınızda dost-düşman herkesin bu tanımlamaya uyduğunu görmeniz mümkündür. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Ayetullah Hamaneî’nin beyannâmede işaret ettiği devrimin ülkülerine bağlılıktır. Tabii bağlılık da tek başına yeterli değil; bu bağlamda ülkülerin evrensel olması, zulmün her çeşidine karşı durması, ülke halkını ve başka mazlum halkları kucaklaması vb. özelliklerin, devrimin ilk merhalesinden itibaren teşekkül etmesi gerekmektedir. Aksi halde zulmün bir kısmına göz yuman, evrensel olmayan ve belirli bir coğrafya ve millete sıkışan bir kıyam başarılı olsa ve ülkülerine sımsıkı sarılsa bile devam etmesi mümkün değildir. Bendeniz Sudan Ömer Beşir hareketini de bu çerçevede değerlendiriyorum. Bu minvalde, inkılap bir askeri darbe olmamalı, bir halk hareketi olmalı ve zikrettiğimiz ülküler çerçevesinde kendini revize etmeyi becermelidir. Bu nedenle bendeniz başarıya ulaşan halk kıyamlarının inkılap, askeri hareketlerin ise sadece darbe olarak kavramsallaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Zira halklar kıyam eder ama askerler sadece emre itaat ederler. Dolayısıyla inkılaplarda gönüllü bir toplumsallık var iken, darbelerde gönülsüz neferler vardır ve her an başkasının komutasına girmeleri mümkündür.

Yeri gelmişken bu mevzuya beyannâmdeki bir diğer hususu bağlamak istiyorum. Ayetullah Hamaneî İran inkılabının eleştiriye açık olduğunu vurgulamıştır. Burada belki de altı çizilmesi gereken husus, inkılabın İslamî özelliğinin bunu sağladığıdır. Bendeniz Rehberiyet makamının açıklamalarından bunu anladım. Bu da adeta inkılabın yapılan eleştirilerden dolayı kendine dönüp bakmasını ve kusurlarını telafi etmesini gerektirir. Bunu tövbeye benzetmeyi tercih edebiliriz. İnsanın kendi yaptıklarına yönelmesi misali, İslamî İran da eleştirilere açıktır diyor. Sosyal bilimlerin kavramlaştırmasıyla ifade etmek gerekirse, biz buna düşünümsellik diyoruz. İçerisinde olduğun iş ne ise, onu tekrar tekrar yeniden düşünmek ve ileri daha taze ve sağlıklı bir şekilde aktarabilmek. Bu yapıldığında yine beyannâmede işaret edildiği üzere, devrim ülküleri ve onu ayakta tutan diğer etkenlerin pasifleşmesi söz konusu olmaz. Pasifleşiyorsa orada bir şeyler ters gidiyor demektir.

Pasifleşmeyen, kendini yenileyen ve sorgulayan bir yapıdan doğacak şey ise medeniyettir. Ayetullah Hamaneî, “sıfır noktasından başladık” diyor beyannâmde ki bu gerçekten öyledir. Ancak buradaki sıfır noktası maddi bir sıfır noktasıdır. Devrimin akabinde Irak ordusuna karşı verilen savaşta tanklara karşı pikap arabalar üzerinde verilen mücadele bu sıfır noktasının en büyük nişanelerinden biridir benim için. Ancak inkılabın Hüseynî şiarları, manevi kazanımların sıfır noktasında olmadığını bildiriyor. Rehberiyet makamı, sıfır noktasını 40 yılda çoktan geçmiş olan gerek maddi ve gerekse manevi noktaların ileri bir düzeye taşınıp orada birleştirilmesini istiyor ki medeniyet denilen fenomen bu şekilde hayat bulur.

Beyannâme üzerinde daha fazla söz söylemek mümkün, ancak bendenizin önemli gördüğü hususlar bunlardı.

2. Medeniyet ve özellikle İslam medeniyetinden maksat nedir?

Hasan Hüseyin Güneş:

Medeniyyetin terim olarak kullanılması daha çok Abbasi dönemi tercüme faaliyetleri döneminde başlamıştır. Bu çalışmalar esnasında Grekçe’de “şehir ve şehir devleti” mânasındaki polis kelimesi medîne, “devlet ve yönetim” anlamlarında kullanılmıştır. Batı dillerinde “medeniyet” karşılığı olan civilisation tabiri de Latince’de “şehirli” anlamına gelen civilis kelimesinden türetilmiştir. “Civilisation” teriminin modern Batı düşüncesi içinde kazandığı anlamları karşılamak üzere son devir Osmanlı Türkçesi’nde medeniyyet kelimesi kullanılmış, modern Arapça’da ise daha ziyade hadâre yaygınlık kazanmıştır. Medeniyet kelimesi Farsça’da tıpkı Türkçe’de olduğu gibi kullanılmaktadır. Kelimenin Arapça ve Grekçe kökenleri şehre ilişkindir. Bunun nedeni belli yasalara uyarak şehirde yaşayan toplumu işaret etmesidir. Bu tabire karşılık olarak kullanılan kelimelere baktığımızda hepsinin şehir hayatının sosyal, siyasal, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik alanlarda meydana getirdiği birikim ve fırsatları ifade etmelidir.

Anlaşılacağı üzere kelimenin kanun, siyaset ve yönetimle sıkı bir ilişkisi bulunmaktadır. Bu nedenle olsa gerektir ki Hz. Peygamber (s.a.a.) Yesrib’e hicret ettikten sonra bu şehre Medînetu’n-Nebî yani peygamber şehri denildi. Neden? Çünkü şehrin yöneticisi artık oydu ve hem şehir hakını hem de şehir etrafındaki toplulukları bağlayıcı kanunlar ihdas etti.

Medeniyetler üzerindeki akademik tartışmalara girmeden sorunuzun ikinci kısmına geçmek istiyorum. “İslam medeniyetinden maksat nedir?” diyorsunuz. Burada medeniyet kavramının önünde İslam tabirini getirerek, İslam dininin tesis ettiği bir medeniyetten söz etmemiz gerekiyor. Ancak tam da burada “hangi İslam?” sorusunu sormadan edemiyorum. IŞİD ve benzerlerinin sahip olduğu İslam anlayışının bir medeniyet üretemeyeceği, ortaya koydukları şeyin ise İslam medeniyeti ile gerçek bir bağının bulunmadığı ortadadır. Zira bırakın medeniyetin haiz olması gereken sosyal, siyasal, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik donanımları ortaya koymayı, bu yanlış İslam tasavvuru mevcut birikimi yok etmeyi en büyük şiarları arasında saymıştır. O halde İslam tasavvurları içerisinde yukarıda zikredilen özellikleri en çok temsil eden anlayış en medeni anlayıştır. Bir başka ifadeyle İslam medeniyetidir. Bu medeniyet kendi bünyesinde birçok etnisiteyi ve kültürü kucaklamış, mezcetmiştir. Üstelik bu imtizaç gerçekleşirken Arap, Fars ve Türk kimlikleri kendi hususiyetlerini muhafaza etmiştir.

3. Bu İslam medeniyetine ulaşmak için neler gereklidir?

Hasan Hüseyin Güneş:

Bu çok önemli bir soru. İrfanî bir nazarla bakacak olursak şunu söylememiz mümkündür: İnsanın kemâlat kapasitesi sonsuz olduğundan İslam medeniyetinin de kemâlatının bila nihaye olduğunu tasavvur etmek mümkün görünmektedir. Nitekim bazı hadislerde İmam Mehdi’nin zuhuruyla oluşacak topluma dair anlatılardan bunu çıkarmak mümkündür. Bu medeniyetin ve onu elde etmenin iki önemli boyutu bulunmaktadır. Maddi ve manevi boyutlardır bunlar. İslam medeniyeti için her iki boyut da çok önemlidir ve adeta birbirinin mütemmimidir. Örneğin Allah kelamı olan Kur’ân’ı en güzel ve hatasız okuma üzerine binlerce sayfaladık bir külliyat oluşmuştur.

Bu devasa külliyatın sadece yüce kelamın kıraatine dair olduğunu lütfen hatırınızdan çıkarmayın. Bunun hat sanatıyla güzel bir maddi boyutla izhar edilmesi, varaklarının altın ile süslenmesi, Mushaf cildinin yapılma aşaması vb. maddi yansımalar İslam medeniyetinin ne kadar ince düşüncelerle geliştiğinin ve letafet kazandığının göstergeleridir. Bununla birlikte odak noktası varlığın odağında ve maddenin merkezinde bulunan insan, olmazsa olmaz unsurdur ve söz konusu incelik ve letafeti onun kazanması, bunların ona kazandırılması istenir. Hz. Peygamberin “ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” sözünü “Seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik” ayeti ile düşünürsek belki bu daha iyi anlaşılacaktır. İmam Zeynelabidin’in Hukuk Risalesi ve Mekârimu’l-Ahlâk gibi eser ve dualarını, diğer imamların kendi dönemlerine uygun faaliyetlerini bu letafetin insanlıkta zuhur etmesi için söz konusu ülkünün bir şerhi kabilinden idrak etmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla İslam medeniyetine ulaşmak için maddi ve manevi kazanımlara gereksinim vardır ve bunları insanın ilahî evrensel saygınlığına yaraşır bir ahlakî zeminde oluşturmak gerekmektedir.

4. İran İslam İnkılabı'nın, dünya İslam medeniyetine ne gibi katkıları olmuştur?

Hasan Hüseyin Güneş:

Ahlâk filozofu İbn Miskeveyh, insanın tabiatı itibariyle topluluk halinde yaşamaya eğilimli bir varlık olduğunu belirtmiştir. Aslında altını çizdiği şey, ahlâkî erdemlerin ancak medenî bir hayat içinde işlerlik kazanabileceğidir. İbn Sînâ da medenî bir hayatın gerçekleşmesini için sosyal ilişkilerin iş birliği içerisinde yürütülmesine bu yürütmenin adalet ilkesine göre sürdürülmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Fârâbî de bir değerler sisteminden söz ederek, bu değerlerin toplumun görüş ve uygulamalarının yönlendirici ilkesi olduğuna işaret etmiştir. Bu bağlamda Fârâbî dikkatini özellikle medinenin kurucu başkanı (er-Reîsü’l-evvel) üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Eğer bir şehrin ahalisi tarafından benimsenen ve kuşaklar boyu izlenen dünya görüşü vahiy alan bir kurucu başkan tarafından şekillendirilmişse bu şehir erdemli şehir (el-Medînetü’l-Fâzıla) adını alacaktır.

Bu açıklamaların sıradan insanlar tarafından yapılmadığını bilmekteyiz. O halde ne söylemek neyi açıklamak istediklerini anlamaya çalışmamız gerekmiyor mu? İmam Humeynî bu meseleleri yeniden İslam toplumunun gündemine taşımış oldu. Tabii önce kendi gündemine aldı ve üzerine düşeni yerine getirip halkın desteğiyle bir inkılap gerçekleştirdi. İran İslam inkılabının, İslam medeniyetinin siyasal boyutunu tekrar gündeme getirdiğini düşünüyorum. Diyeceksiniz ki medeniyet ve siyasetin ne gibi bir ilişkisi olabilir? Arz ettiğim filozofların bayanları bu ilişkiyi aslında gayet net ortaya koymaktadır. Ancak şunu unutmamamız gerekir ki İslâm düşünce literatüründe sık sık tekrarlanan insanın tabiatı itibariyle medenî olduğu (medeniyyün bi’t-tab‘) tanımlaması Aristo’ya ait “siyasal canlı”yı (zoonpolitikon) karşılamaktadır. Bu sebeple insan türünü bir sosyopolitik canlı olarak inceleyen yahut sosyopolitik varlık alanını araştıran felsefî disiplin “el-ilmü’l-medenî, ilmü’s-siyâse, ilmü’s-siyâseti’l-medeniyye” olarak anılır. İran İslam inkılabı, İslam medeniyetinin ancak bu nevi bir siyasal şuur ve kazanımla elde edebileceğini savunmakladır. Bu durum elbette velâyet-i fakîh meselesini de gündeme getirmiştir. Bu mevzuda ister müspet ister menfi düşünen birçok âlim veya bilim adamı, İslam medeniyetini ister istemez bu minvalde çağımızda yeniden düşünmeye başlamıştır. Ben bu tecellinin kendisini başlı başına önemsiyorum.

5. İslam İnkılabı'na bakış genel anlamda nasıl olmuştur?

Hasan Hüseyin Güneş:

Aslında bu soru yukarıdaki soruyla da ilişkin. İran İslam inkılabının Türkiye’deki okuyan yazan Müslümanları ciddi bir şekilde etkiledi. Hem olumlu hem de olumsuz bakanlar oldu. Bence bu durum hâlen aynı şekilde devam ediyor. Elbette bu ikircikli durumun nedenleri ve sonuçları uzun bir bahistir. Ancak kısaca değinmek faydalı olacaktır. Günümüz dünyasının en büyük hastalıklarından olan ırkçılığın inkılabın menfi karşılanmasında büyük payı bulunmaktadır. Birçok Türk aydını, üstelik bunlar kendini seküler olarak tanımlamazlarken, İran’a bir acem diyarı olarak bakmaktadır. Oysa Türkler İslamiyet’i farslardan öğrenmiştir. Bugün namaz, oruç gibi tabirler Türkçe’ye Farsça’dan geçmiştir. Tabii bir de Şiilik konusu var. Osmanlı ve Safaviler arasındaki mücadeleyi günümüze taşıyan bir zihniyet var.

Şiiliğin belli başlı esaslarını bilmeden devrimi karalamak isteyenler bulunuyor. Lisans talebesiyken gençler içerisinde kendini okumuş diye lanse eden biri “İran İslam bayrağını taşıma istidadından yoksundur. Bunu yapabilecek bizleriz. Onlar insanları döverek cuma namazına götürüyorlar, sahabilere hakaret ediyorlar” gibi cümleler kurmaya başlayınca söz isteyip itiraz ettim. İran’a gidip gitmediğini sorduğum hiç gitmediğini söyledi. Bir yıl İran’da kaldığımı ve anlattıklarının gerçekleri yansıtmadığını izah ettim. Gençler çok etkilenmişti; genç yaşta bir lisans talebesi merak ettikleri bir ülkeyi kendi tecrübelerine dayanarak anlatıyor ve Şia fıkhından deliller sunuyordu. Bugün o cahilce cümleler kuran kişinin çok daha cahilleri sosyal medya aracılığıyla aynı mevzulara sıkışmış durumda. Sünni ve Şii ulema ve aydınlar birbirine ilmi kaideler çerçevesinde tenkit ve reddiyeler yazsın. Buna kimsenin itirazı olmaz zaten. Ancak inkılaptan sonra mezhepler arasındaki fer’i konuların gündemi işgal etmemesi ve dünya tağutlarına karşı vahdetin tesisinin en önemli husus olduğu vurgulandı. Bugün önde gelen Şii ve Sünni dini mercilerin fetvalarına baktığınızda bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Bu çok önemli bir kazanımdır. Medeniyetin bir tezahürdür.