.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İnsanoğlu can, mal, din, vatan, ırz, namus vb. gibi değerlere sahiptir. Her ne kadar bu saydıklarımızın önem derecesi milletlere ve kavimlere göre değişse ve eskiden bu kavramların güçlü olduğu toplumlarda (bizim toplumumuz gibi) çeşitli sebeplerden dolayı günümüzde zayıflamış olsa da yine de bunları korumak için gerektiğinde fedakarlıkta bulunacak kimselerin bulunabileceğini düşünmekteyim.

İnsanın sahip olduğu değerlerden bir diğeri onun onuru ve haysiyetidir. Herkesin bir onuru, haysiyeti ve saygınlığı vardır ve herkesin onuru değerlidir. Nitekim Allah Teala da insanı yaratırken onu izzetli ve saygın yaratmıştır: 

‘Andolsun biz Âdemoğullarını yücelttik... Ve yarattıklarımızın çoğundan üstün ettik.’  (İsra/70)

Bu da insanoğlunun yüce değerini ortaya koymaktadır. Değeri böyle yüce olan birinin onuruyla oynamak büyük günahlardandır. Onurlu olma konusunda sınıf ayırımı da yoktur. Eğer okumuş, makam sahibi olmuş kimsenin onuru varsa çobanında onuru vardır. Kim, hangi konumda olursa olsun herkesin kendisine göre bir onuru, bir şahsiyeti olduğunu unutmamalıyız. Bu konuda ne samimiyet, ne de kan bağı ölçünün kaçırılmasına neden teşkil edemezler. Samimi bir dostunuza aranızdaki samimiyete dayanarak kırıcı davranamazsınız veya bir baba çocuğunun -küçük bile olsa- onurunu kıramaz.

Ama insanların bazen rahat bir şekilde birbirlerinin onurunu kırdıklarını görmekteyiz. En küçük bir bahanede insan onuru kırılabilmektedir. Kimisi bunu bilerek yaparken kimisi de bilmeden bu hataya düşer. Ama her iki durumda da insan onuru rencide olmaktadır.

Onur kırmanın çeşitli sebepleri vardır. Benim ilk bakışta tespit edebildiğim sebeplerden birkaçı şunlardır:

1- İstikbar ruhu: Kendini büyük görmek, insanlara yukarıdan bakmak onur kırmanın belkide ilk nedenidir. Bu ruha sahip olanlar başkalarını küçük, kendilerini de büyük görürler. Bu hastalığa tutulanların gözünde kimsenin değeri olmadığı için insanların onurlarıyla rahatlıkla oynayabilmekteler. Yaptıkları ibadet bile onlarda etki etmez. Çünkü ibadetlerini teslimiyet bilinciyle yapmazlar. Nitekim İblisinde ibadeti bu türdendi. O, cin olduğu halde meleklerle namaz kılan biriydi. Ama teslimiyeti olmadığı için ayağı hemen kaydı ve hatta Allah’a düşman bile oldu.

Ancak burada dikkat çeken (ya da dikkatlerden kaçan) nokta şudur: Biz zannediyoruz ki istikbar ruhu sadece güç, kudret ve makam sahibi kimselerde var. Oysa istikbar ruhu her ne kadar onlarda daha çok görülse de, aslında hemen herkeste bu ruh az çok vardır.  Başka bir ifadeyle insan, büyük olsun küçük olsun bulunduğu her konum ve makamda istikbar ruhuna sahip olabilir. Mesela, askerlikte bir üst devre olmak gibi zaman açısından biraz önde gelmenin verdiği geçici avantajla bile, birileri kendilerini büyük görmekte, kendisinden altta olan devrelere büyüklük taslayabilmekteler. Veya insan evde eşine ve çocuklarına karşı istikbar tavırları sergileyebilmektedir. Çoğu kişi bunun farkında değil ama bunlar müstekbir olmanın alametleridir. Ne var ki büyük olsun küçük olsun istikbar ruhuna sahip olan herkes Allah’ı karşısına almış olur. Allah’ı karşısına alan da Onunla (c.c) savaşa girişir. Çünkü böyle biri Allah’ın üstün ettiği, değer verdiği varlığı aşağılamaktadır. Sizce Allah’la savaşta galip gelen kim olur? 

‘Kulluktan çekinip büyüklenenleri elemli bir azapla azaplandıracaktır ve onlar, Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulurlar.’  (Nisa/173) 

2- Kıskançlık: İnsanın başarı elde etmesi, isteğine ulaşması her zaman birilerini rahatsız edebilmiştir. Kendi çevresindeki insanlarla aynı veya benzeri alanlarda, hatta başka alanlarda başarı elde edemeyenler bunun acısını başarılı kimselerden çıkarlar. Arkasından konuşmak, varsa bildiği açıkları ortaya dökmek, vb. gibi şekillerle onun gururunu rencide edici davranışlarda bulunur, itibarsızlaştırmaya çalışırlar. Aşağılık duygusu, başarısızlığın verdiği hırçınlık onları deli eder. Başarısızlıklarına daha çok kendileri sebep olmuş olsalar da, kendi ellerinde olmayan nedenlerden dolayı başarısız olduklarında da ‘Belkide hayırıma böyledir’ deyip hallerine şükretmek yerine başkalarıyla uğraşıp dururlar. 

Burada da işin tersi geçerli olabilmektedir. Yani bazen başarılı kimselerde (veya kendini öyle zannedenler) diğer başarılı veya başarılı olabilecek kimseleri kıskanmaktalar. Böyleleri ister ki sadece kendileri gündem olsunlar, kendilerinden başka kimse sahnede olmasın, başkalarına fırsat verilmesin. Yetenekli gördükleri, en az kendileri kadar faydalı olabilecek kimseleri, aynı ortamlarda hep ikinci planda tutulmalarını, onlara meydan verilmemesini isterler. Onur kırmak onların bu iş için uyguladıkları metotlardandır. Sırf kendi egolarını tatmin etmek için eldeki dinamiklerden faydalanmayarak bulundukları toplumun ilerlemesine engel olan bu türü, hilkat garibesi saymak gerekir.

3- Maddiyat: Ekonomik durumları iyi olan bazı kimseler de maddiyattan aldıkları güçle insanları aşağılayıp onurlarıyla oynamaktalar. Hareketleriyle insanları kırabileceklerini asla düşünmezler. İnsanlara sadece maddiyatları ölçüsünde değer verir,  özellikle maddi eksiklikleri olanları -kendi kafalarınca- pek saymazlar. Maddiyatlarına dayanarak kibirlenenler maddiyatın kendilerine ayrıcalık tanıdığını zannederler. Eğer geçmişlerinde sıkıntı çekmiş ve aşağılanmışlarsa onun acısını bugün suçu günahı olmayanları aşağılayarak çıkarır ve bundan keyif alırlar...

Yukarıdaki maddelere eklenecek daha başka çok şey var. Ancak bundan sonrasına Kur’an’ın ve sünnetin (Peygamber Efendimizin (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’inin (a.s) sünneti) penceresinden bakmak istiyorum. Çünkü insan her konuda olduğu gibi bu konuda da Kur’an ve sünnetten daha çarpıcı, daha etkileyici ve daha detaylı tespitlerde bulunamaz. Kur’an ve Sünnet öyle konuları ele almış ki onlar bize göre çoğu zaman önemsiz ve normal, ama yüce yaratıcıya göre önemli ve O'nun gazaplanmasına neden olan davranışlardır. Aşağıdaki ayete dikkat edin:

‘Ey iman edenler! Bir kavim başka bir kavimle alay etmesin, alay edilenler öbürlerinden daha hayırlı olabilirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar, alay edilen kadınlar belki öbürlerinden daha hayırlıdır. Birbirinizi ayıplamayın ve kötü lakaplarla çağırmayın İmandan sonra fasıklık ne de kötü bir isimdir! Kim de tövbe etmezse işte onlar zalimlerdir.’  (Hucurat/11)

Ayet her ne kadar açık olup fazla yorum yapmayı gerektirmiyorsa da biz biraz açmaya çalışalım: 

1- Ayet ‘Ey İman Edenler’ diye hitap ederken bütün Müslümanları muhatap almaktadır. Yani belli bir kesim ve sınıfı değil Müslümanların tümünü kastetmektedir; alim, cahil, köylü, şehirli, zengin, fakir  vs. herkes bu hitabın içine girer. Kimse: ‘Ayet beni istisna ediyor’ diyemez.

2- Hitap genel olduğu için ayette sakındırılan konuların yanlışlığıda geneldir. Yani alim, alimliğine dayanarak cahille, şehirli, şehirde yaşadığı için köylüyle, zengin parasına bakarak fakirle alay edemez, lakap takamaz...

3- Ayetin iman edenleri muhatap alması, imanla alayın uyuşmadığını göstermektedir. Yani imanlı kimse başkalarıyla alay etmez, ederse imanlı değildir.

4- ‘Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin.’ Alay etmek ayetin ilk yasakladığı şeydir. Başkalarıyla alay etmek, kafa bulmak, dalga geçmek doğru değildir. Çoğu insan alay edilmekten hoşlanmaz. Kendileriyle alay edilen bazı kimselerinde buna engel olma güçleri yetmediği için bu durum içlerinde bir dert olarak kalır. Ama mağdur kulların sahibi Allah olduğu için alay edenleri, eğer tövbe etmezlerse önce dünyada çeşitli şekillerde cezalandırır, ardından da  ahirette cezalandırır. Allah Resulü’nden (s.a.a) rivayet edilen şu hadise bakın: 

‘İnsanlarla alay edene, cennetten bir kapı açılır, ona ‘haydi gir, hadi gir’ denir. O da, hüzün ve kederle kapıya gider, fakat kapı hemen kapanır. Sonra başka bir kapı açılır. O yine üzgün olarak kapıya gider. Kapı yine kapanır. Bu durum, defalarca tekrar eder, artık gel denildiği halde gitmez.’ (Nerakî, Camiu’s-Saadet, c.2, s.298)

5- Alay edenler cahil kimselerdir. Cahilden maksat okumamış kimse değildir. Okumuş bir insan da eğer birileriyle alay ediyorsa cahildir. Alay edenin cahil olduğunun delili şudur: Hz. Musa (a.s), Benî İsrail’in arasında uzun süreden beri devam eden çatışmanın halledilmesi için onlardan bir sığır kesmelerini ister. Ama onlar Hz. Musa’ya (a.s) ‘Sen bizimle alay mı ediyorsun?’ diyerek (Bakara/67) bu öneriyi reddetmek isterler. Hz. Musa da (a.s) onlara: ‘Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.’ (Bakara/67) diye cevap vererek alay etmenin cahillerin işi olduğunu ve kendisinin bundan uzak olduğunu belirtir.

6- Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin, alay edilenler öbürlerinden daha hayırlı olabilirler: Ayet, alay edilenin daha hayırlı olabileceğine dikkat çekiyor. İnsanlar genellikle  birbirlerinin dış görünüşüne baktıklarından başkalarının iç dünyasından kimsenin pek haberi olmaz, bu yüzden yanılgılar çok olur. Oysa alaya alınan kimsenin hayırlı olabileceği asla göz ardı edilmemelidir. Hani bir söz vardır ‘Parayla imanın kimde olduğu belli olmaz’ diye. Bu da onun benzeri bir şeydir.

Ayetin bu bölümü erkekleri alay etmekten sakındırmıştır. Çünkü müfessirlere göre ayette geçen ‘Kavim’den maksat erkeklerdir. Zaten bir sonraki cümlede, kadınlarında bu işten ayrıca sakındırılmaları bunu göstermektedir. Ayetin nüzul sebebide buna delildir. Sabit b. Kays b. Şemmas adlı sahabe kulaklarında ağırlıklık olan biriydi. Resulullah’ın yanına gelince onun (s.a.a) konuştuklarını işitebilsin diye Resulullah’ın yanında yer verilirdi. Bir gün yine bu zat geldi. İnsanlar yerlerini almışlardı. O, insanların omuzlarından aşa aşa ilerliyor ve bir taraftan da: ‘Yer verin yer verin.’ diyordu. Biri ona: ‘Oturacak bir yer buldun gel otur.’ dedi. Sabitte kızgın bir vaziyette oturdu ve o adama bir göz işareti yaparak: ‘Bu adam da kim?’ diye sordu. O kişi: ‘Ben falan kimseyim.’ dedi. Sabit de: ‘Falan kadının oğlusun öyle mi?’ diyerek cahiliye döneminde iken o kadının ayıplandığı bir şeyle o kişinin annesine işaret etti. Adam bu söz üzerine utanıp başını öne eğdi. Bunun üzerine Allah Teala da bu ayeti nazil etti. (Vahî, Esbab-ı Nüzul)

7- ‘Kadınlar da kadınları alaya almasınlar, alay edilen kadınlar, belki öbürlerinden daha hayırlıdır.’ Ayetin bu bölümü Rasulullah’ın, Ümmü Seleme ile alay eden iki hanımı hakkında nazil olmuştur. Ümmü Seleme iki taraftan böğrüne ‘Sebeniyye’ denilen beyaz bir şal bağlar, bir ucunu arka tarafından sarkıtırdı. Böylece yürürken peşinden sürüklenirdi. Bunu gören Aişe, Hafsa’ya: ‘şunun arkasından sürüklediği şeye bak, sanki köpeğin dili gibi.’ diyerek onunla alay etmiştir. (Vahidî, Esbab-ı Nüzul).

Böyle şeyler bizlere göre önemsiz olsa da ve onları normal görsekte bunlar Allah’ın gücüne giden davranışlardır. Allah yarattığı hiç bir kulunun rencide edilmesini istemez. Bunu yapan sahabede olsa bir sahabenin başka bir sahabeyi rencide etmesine izin vermemiştir. Allah, bir sahabe hata yaptığı zaman ona müsmaha etmemiş, sahabedir diye yanlışına göz yummamıştır. Üstelik alay edilenin alay edenden daha hayırlı olabileceğini konusuna da ayrıca vurgu yapmıştır. Yani alay edilenlerin alay edenlerden daha hayırlı olma durumuda vardır. Sabit’in alay etmesi, alay edilen kişinin değerinin düşük olduğunu göstermediği gibi, Peygamberimizin alay edilen eşinin de değerinin, kendisiyle alay edenlerden daha düşük olduğu manasına gelmez.

8- ‘Birbirinizin ayıplamayın.’ Ayetin bu kısmı topluma verilecek zararı önlemeyi hedeflemektedir. Eğer herkes birbirini ayıplar, birbirinin açığını bulmaya çalışırsa o zaman kimsenin kimseye güveni kalmaz, toplumda bir güvensizlik baş gösterir. Bu da başta evlilik, ticaret, siyaset, vb. olmak üzere hemen her alanda ilişkileri olumsuz yönde etkiler.

9- ‘Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın' Lakaplar iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Güzel lakaplar insanı onurlandırırken kötü lakaplarda insanı inciterek onurunu kırar. Kimse kimseye beğenmediği, üzüleceği bir lakap veremez, verirse günah işlemiş olur. Birçok kişi karşı tarafın onurunun zedeleneceğini  düşünmeden kötü lakap takarlar. Mesela: Dozer Cemil, İngiliz Yaşar, Portatif Haluk, Parmaksız Nazım, Pire Yılmaz, Çamur şevket, İblis Metin, Köstebek Niyazi gibi kimsenin razı olmayacağı lakapların takılması veya İbrahim’e İbo, Süleyman’a Sülo, Hüseyine Hüso denilmesi gibi

İnsanlar hangi konumda olursa olsunlar onların istemediği ve beğenmediği lakapları takmak caiz değildir. Hele bunları kabullendirmeye çalışmak hiç caiz değildir. Hacı, Doktor, Mühendis, Beyefendi, Hanımefendi gibi güzel lakaplar varken insanlara kötü lakaplar vermek ya cahilliktendir ya da onların onurunu zedelemek için yapılmış maksatlı eylemlerdir.

Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve Masum İmamlar (a.s) güzel lakaplara sahiptiler. Peygamberimizin lakabı Muhammedu’l-Emin, Hz. Ali’nin ‘Ebu Turab’, İmam Hüseyin’in ‘Seyyidi’ş-Şüheda’ idi.

10- ‘İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir’ Ayet geçmişte kötü işleri olupta bugün onları terkeden kimselere geçmişleri yüzlerine vurulacak şekilde hitap edilmesini yasaklamıştır. Örneğin daha önce günahkar olupta bugün mümin olan insanlara geçmişlerinden dolayı ‘şarapçı’ ‘kumarcı’ ‘faizci’ diye seslenmek onların gururunu incitecektir. Tövbe ederek Rabbine dönmüş insanlara geçmiş günahlarını hatırlatacak hitaplarda bulunmak kalplerdeki hastalığa işarettir.

11- ‘Kim de tevbe etmezse işte onlardır zalimler.’ Müslüman zalim olur mu? Saddamlar, Mübarekler, Kaddafiler, şah Pehleviler neydiler? Yahudi mi, Hıristiyan mı? Demek ki Müslümanda pekâlâ zalim olabilirmiş. Zalim olmak için adam öldürmeye, zina etmeye vs. günahları işlemeye de gerek yoktur. Allah Teala, başkasıyla alay eden, başkalarının ayıplarını arayan, onlara kötü lakaplar takan, geçmişini yüzlerine vuran Müslümana da -eğer tövbe etmezse- zalim demektedir. Zalim olmak o kadar da zor bir şey değildir. Kırıcı bir söz, haksız yere ters bir bakış ve bunlardan daha küçük şeylerde insanı zalim yapar ve tabi karşılığını görür:

‘Kim, zerre ağırlığı kadar kötülük yaparsa onu(n karşılığını) görür.’ (Zilzal/8) 

Ayet hakkında söylenecek çok şey var, ama sözü daha fazla uzatmamak için bu kadarla yetinelim.

Kısacası herkesin bir onuru ve haysiyeti vardır ve herkesin onuru kendisine değerlidir. Bu yüzden herkes birbirinin onuruna, kişiliğine saygı göstermelidir. Göstermezse dünya ve ahiret sonuçlarına katlanır.

Son olarak Ehl-i Beyt İmamlarından mevlamız İmam Sadık’ın (a.s) şu hadisiyle yazımızı noktalıyoruz:

‘Müminin saygınlığı Kabe’nin saygınlığından da üstündür!’ (Şeyh Saduk, Hisal, s.27)

İnsan Onuru başlığı altında ele aldığımız konunun hafife alınmaması gerekir. Onur kırmak, gurur incitmek kolay bir mesele değildir. Onuru kırılan insanın kalbini yeniden kazanmak zordur ve o helal etmediği sürece kul hakkı insanın boynunda kalır.

Burada dikkat çeken nokta insan onurunun büyük davranışların yanı sıra küçük davranışlarla da kırılabildiğidir.

Birçoğumuz küçük hataların insanları rahatsız etmeyeceğini düşünürüz. Oysa bize göre küçük sayılabilecek davranışlar başkalarına göre küçük sayılmayabilir veya insanların kişilikleri farklı olduğundan yapılan her hareket kabul görmeyebilir. Evet ‘Çıt kırıldım’ da olmamak gerek ama kimin neye önem verdiği konularına da dikkat etmeliyiz. Allah katında ise bunlar asla küçük görülmezler. Allah zerre kadarda olsa yapılacak iyilik ve kötülüklerin karşılığını verecek (Zilzal/7-8), hem bu dünyada hem de ahirette kim ne yaptıysa karşısına çıkaracaktır:

‘Kitap konmuştur önlerine, suçluların o kitapta yazılı olan şeyler yüzünden dehşetle korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: ‘Eyvahlar olsun bize, ne biçim kitaptır bu, ne küçük bir şey bırakmış, ne büyük, hepsini sayıp dökmüş.’ Ne yaptılarsa hepsini karşılarında bulurlar ve Rabbin hiç kimseye zulmetmez.’ (Kehf/49)

Allah katında hiç bir ayrıntı gözden kaçmaz, hiç bir ayrıntıya müsamaha edilmez. Her şey ince örülüp sık dokunur. Büyük küçük her şey insanın karşısına çıkar ve hesabı sorulur. Çünkü din ayrıntıdır. şu hatıraya dikkat edin:

İmam Humeynî’nin (r.a) vefatından sonra oğlu Merhum Ahmed Humeynî’nin şöyle bir rüya gördüğü anlatılır:

‘Babam vefat ettikten sonra onu rüyamda gördüm. Kendisinden o tarafta neler olduğunu, nasıl geçtiğini sorduğumda şöyle dedi: ‘Ben geçtim ama çok zor oldu. Halkı selamladığım zaman elimi kaldırdığımda onun bile hesabını bana sordular.’ Yani elini kaldırırken hangi amaçla kaldırdın? Allah rızası için mi yoksa güç ve iktidar göstergesi olsun diye mi?'

Bundan şu sonucu da rahatlıkla çıkarabiliriz: Asrımızda kimse İmam Humeynî (r.a) kadar İslam’a hizmet etmemiş, kimse onun kadar İslam’ın izzetini yüceltmemiştir. Şii, Sünni bütün Müslümanların üzerinde ödenmeyecek hakkı vardır. İmam Humeynî gibi İslama böylesine hizmet eden birinden bile kılı kırk yararak hesap soruluyorsa varın gerisini siz düşünün.

Dönelim konuya. İnsan onurunun sadece hakaret kabul edilen bildik şekillerde değil aynı zamanda yersiz bir şakayla, el, kol, kaş, göz hareketleri ile bile kırılabileceğini unutmayalım.

Söze yine ayet ve hadislerle devam edelim:

‘Birbirinizin gıybetini yapmayın; biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? Tiksindiniz değil mi?’ (Hucurat/12)

Her ne kadar gıybetin (birini arkasından çekiştirmek, dedikodusunu yapmak, kötülüğünü söylemek) çirkinliğini herkes bilse de ancak onun batınını/iç yüzünü vahyin kaynağından başka kimse bu şekilde ortaya koyamaz: Ölü eti yemek! Evet, hemde insan ölüsü! İğrenç değil mi? Siz ölü bir insanın etini yiyebilir misiniz? Hem de tanıdığınız bildiğiniz birinin? Bir dostunuzun, arkadaşınızın ya da bir akrabanızın? Çünkü gıybet tanıdıklar arasında olur.

Peki gıybet neden böylesine çirkin bir ameldir? Burada akla gelen ilk cevap insan onurunun kırılması, zedelenmesi ve incinmesidir. İnsan tabiatı gereği hatalarını gizler, kimsenin onları bilmesini istemez. Hata ve günahlarının bilinmesi neticesinde kırılacak gururunu, kaybedeceği itibarını yitirmemek için çaba sarfeder. Bunun için maddi menfaatlerini bile gözden çıkardığı olur. Doğal bir tutumdur bu, hatta yeri geldiğinde takdire değer.

Bütün bunlara karşın birinin hatasını, günahını, açığını bulan kimse kalkıpta onu başkalarına söylerse onun itibarını düşürür, onurunu zedeler ve o zavallının yıllarca çaba sarfederek toplum içinde koruduğu itibarını bir anda yerle bir eder. Değer mi buna? Çok mu zor bir insanın onurunu ve itibarını korumak? Hele gıybetini ettiğimiz kişi arkadaşımız, dostumuz vb. ise bu yaptığımız samimiyete uyar mı? Dostluk bu mudur? Mertlik bu mudur?

Allah Teala gıybeti haram ederek gerçekte kulunun onurunu korumaktadır. O (c.c), insan onurunun en büyük koryucusudur. İnsanların yüzlerce hatasını, günahını bildiği halde onların üstünü örter, açığa çıkarmaz, başkaları tarafından bilinmesine izin vermez. Bazen bunların ortaya çıkma tehlikesi doğduğunda ya  kendisi veya bizim isteğimiz üzerine onları gizler. Bunu hemen hemen herkes hem de defalarca yaşamıştır.

Üstad Hüseyin Ensariyan şöyle bir kıssa anlatıyordu:

'Hz. Musa’nın (a.s) zamanında bir dönem kuraklık baş göstermişti. Hz. Musa (a.s) halkı yağmur duası için Tur dağına gitmeye davet etti. Hakkı tanıyanlardan, ariflerden ve halktan birçok kişi Onunla (a.s) beraber gidip dua etmeye başladılar. Uzunca bir süre dua ve raz u niyaz etmelerine rağmen bir damla yağmur yağmadı. Hz. Musa (a.s), Allah Teala’dan ‘Bunların duası neden kabul olmuyor?’ diye sorduğunda şöyle hitap geldi: ‘Sizin aranızda gıybet eden günahkar biri var, o kalkıp gitmedikçe duanızı kabul etmeyeceğim.’ Hz. Musa da (a.s) orada olanlara dönüp: ‘Allah, aramızda gıybet eden birinin olduğunu ve o kalkıp gitmedikçe dualarımızı kabul etmeyeceğini söylüyor. O günahkâr kalkıp gitsin ki bizim de duamız kabul olsun.’ Gıybet eden şahıs bunu duyunca başını öne eğdi ve gizlice Allah’a yalvarmaya başladı. Dedi ki: ‘Rabbim! Eğer kalkıp gidersem herkes beni tanıyacak ve ben rezil olacağım. Rabbim, beni rezil etme. Artık tövbe ediyorum. İşlediğim günahı terkedeceğim.’ O anda yağmur yağmaya başladı.


Hz. Musa (a.s), Allah’a ‘Rabbim, kimse aramızdan kalkıp gitmediği halde neden yağmur yağmaya başladı?’ diye arzettiğinde şöyle hitap geldi: ‘Ey Musa!Sen benim sözümü onlara söylediğinde o günahkâr yaptığından pişman oldu ve öyle içten tövbe etti ki ben de onun tövbesinin hatırına yağmur gönderdim.’ Hz. Musa (a.s) ‘Rabbim, o tövbekâr kulunu bana tanıtabilir misin?’ dediğinde Allah Teala buyurdu ki: ‘Musa, o tövbe etmeden önce onu sana tanıtmadım, şimdi tövbe etmişken hiç tanıtmam.’

(Hadis, Allame Meclisi’nin eseri Biharu’l-Envar (c.72, s.268)’da ve Vaiz-i Beyhaki’nin Mesabihu’l-Kulub (s.212) eserinde az bir değişiklikle rivayet edilmiştir.)

Biz başkalarının hatalarını gizlersek Allah’ta bizim hatalarımızı gizler, bu konuda yardım eder ve neticede bizi rezil olmaktan kurtarır. Allah’ın bize yaptığı inayetlerin şükrünü Onun kullarına değer vererek yerine getirmeliyiz. 

Son olarak İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin’den (a.s) şu macerayı naklederek sözümüzü noktalayalım:

‘Yaşlı bir adam abdest alıyordu. Ama aldığı abdest yanlıştı. İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin (a.s) henüz çocuktular ve bunu görüyorlardı. Eğer ona abdestinin yanlış olduğunu söyleseler utanır ve gururuna dokunabilirdi. En iyisi ona dolaylı yoldan hatasını bildirmekti. Önce kendi aralarında yaşlı adamın duyacağı şekilde abdest üzerinde anlaşamıyorlarmış gibi yaptılar. Biri ‘Benim aldığım abdest doğrudur.’ diyordu, öteki ‘Benim aldığım abdest doğrudur.’ diyordu. ‘O zaman.’ dediler, ‘Gidip şu amcaya soralım, kimin abdestinin doğru olduğuna o karar versin.’ Sonra onun yanına giderek dediler ki: ‘Amca, biz şimdi abdest alacağız, hangimizin abdestinin doğru olduğunu bize söyler misin?’ Onlar abdest aldıktan sonra yaşlı adam dedi ki: ‘Evlatlarım, ikinizinde abdesti doğrudur. Asıl ben cahil yaşlının abdesti yanlıştır. Siz benim bu hatamın farkına varmamı sağladınız. Ceddinizin ümmetine olan sevginizden dolayı beni uyardınız, teşekkür ederim.’ (Allame Meclisi, Bihar’ul Envar, c. 43, s. 319; Menakıb-i İbn-i Şehraşub)

İnsanların hatalarını gidermenin (emr-i maruf ve nehy-i münker’in) en güzel yolu onların onurunu, gururunu incitmeden bunu yapmaktır.

Allah bizleri her türlü sürçmeden korusun, işlerimizi ıslah ve bizlere yardım eylesin.