.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Bugün bu dinî ilimler medreselerinde tahsil eden ve yarın toplumun liderlik ve hidayetini üstlenmek isteyen sizler, yegane görevinizin bir avuç terim ve kelime öğrenmek olduğunu zannetmeyin, sizin başkaca vazifeleriniz de var. Bu ilmiye medreselerinde kendinizi öyle eğitip yetiştirmelisiniz ki bir şehir veya köye -âlim olarak- gittiğinizde oranın ahalisini hidayet edip düzeltebilesiniz. Halkı düzeltip İslamî ahlâk emir ve âdâbı çerçevesinde onları yetiştirebilmeniz için, fıkıh merkezinden giden sizlerin ahlâken düzelmiş ve gereğince yetişmiş olması beklenir. Ama, Allah korusun, ilim merkezinde -olduğunuz halde- kendinizi düzeltip ıslah etmez ve maneviyat sahibi olamazsanız gittiğiniz yerde, Allah korusun, insanları saptırır, onların İslam’a ve İslam ulemasına karşı kötümser olmalarına sebebiyet vermiş olursunuz.

Sizin ağır vazifeleriniz var. Dinî ilimler medreselerinde üzerinize düşen vazifeleri yerine getirmez, kendinizi düzeltip ıslah etmeye çalışmaz ve birkaç deyimi öğrenmekten başka bir şey yapmayıp usul ve fıkıhtan başka şeyle meşgul olmazsanız gelecekte Allah göstermesin, İslam ve İslam toplumu için zararlı olursunuz, -bu durumda- maazallah, insanların sapmasına sebebiyet vermeniz de mümkündür. Sizin yakışıksız davranış, tavır ve tutumunuz neticesinde birisi yolunu yitirir de İslam’dan dönecek olursa günahların en büyüğünü işlemiş olursunuz, bu durumda tevbenizin kabulü zordur... Nitekim -sizin vasıtanızla- bir kişinin hidayet bulması da, rivayette de geçtiği üzere, -sizin için- güneşin vurduğu her şeyden daha hayırlıdır![1]

Sizin mesuliyetiniz çok ağırdır... Size vazife olan şeyler, avam halkın vazifelerinden çok farklıdır; nitekim âlalede bir insan için mubah olan nice şeyler vardır ki sizin için hiç de uygun değildir, hatta size haram bile olabilir. Halk, sizden birçok mubah şeyi dahi yapmamanızı beklemekteyken meşru olmayan çirkin şeyleri varın siz düşünün artık! Allah korusun, o gibi şeylerin sizler tarafından yapılması halinde halk İslam’a ve din adamları kesimine karşı kötümser olacaktır.

Esas mesele şudur: Halk sizden umulmadık -size yakıştırmadığı- bir davranış görecek olursa dinden çıkar, din adamlarına sırt çevirir, ferde değil! Evet, keşke bir bireye sırt çevirse, keşke sadece o uygunsuz davranışta bulunan şahıs için kötü düşünse! Ama halk bir din adamından münasebetsiz ve nezakete aykırı bir davranış görünce meseleyi sağlıklı bir şekilde değerlendiremiyor. Nitekim mesela esnaf kesimi arasında nasıl dürüst olmayan bozuk kimseler varsa veya memur kesimi arasında nasıl bozuk ve münasebetsiz insanlar varsa din adamları arasında da dürüst olmayan bir veya birkaç bozuk insan pekâlâ olabilir. Bir bakkal ters bir şey yapacak olsa “falan bakkal doğru adam değil” derler; bir attar yanlış bir şey yapacak olsa falan attar kötü adammış derler; ama bir din adamı münasebetsiz bir şey yaparsa falan din adamı kötüdür demezler, “din adamları kötü!” derler!

İlim ehlinin vazifeleri çok ağırdır; âlimlerin sorumluluğu halkın diğer kesiminden daha fazladır. Usul-u Kâfi’yle[2]Vesail’deki[3]ulemanın görevleriyle ilgili kısma bakacak olursanız ilim ehli için bir hayli ciddi sorumluluklar ve ağır vazifeler bulunduğunu görürsünüz. Rivayette, “canın boğaza dayandığı ve son nefesin verilmek üzere olduğu sırada” âlim için artık tevbe fırsatı tanınmayacağı belirtilmiştir, iş bu raddeye vardıktan sonra âlimin tevbesi kabul edilmez; çünkü Allah Teâlâ Hazretleri (c.c) sadece “cahil”lerin tevbesini son nefeslerine kadar kabul eder[4].

Yine bir başka rivayette âlimin bir günahı affedilmeden önce cahilin yetmiş günahının affedileceği geçer[5]. Çünkü âlimin günahı İslam ve İslam toplumu için çok zararlıdır. Bir cahil veya alelâde bir insan bir günah işlerse kendisine yazık etmiş, kendisine zarar vermiş olur; ama bir âlim yoldan çıkar da çirkin bir amel işlerse bütün bir âlemi saptırmış, İslam’a ve İslam ulemâsına zarar vermiş olur[6]. Rivayette, cehennem ehlinin, ilmiyle amel etmeyen âlimin kötü kokusundan rahatsızlık duyacağının bildirilmesinin[7]nedeni de budur; dünya hayatında, İslam’a ve İslam toplumuna yarar veya zarar verme hususunda âlimle cahil arasında çok büyük bir fark vardır. Bir âlim sapacak ve bozulacak olursa koca bir ümmeti saptırıp bozabilir. Yine bir âlim kendisini iyi terbiye etmiş olursa, İslamî ahlâk ve edebi huy edinirse koca bir toplumu terbiye ve hidayet edebilir.

Yaz aylarında gittiğim bazı taşra şehirlerinde ahalinin fevkalade bir İslamî terbiyeye sahip olduğunu görüyordum. Bunun nedeni salih ve takva sahibi âlimlerinin olmasıydı. Bir toplumda, bir şehir veya bir eyalette dürüst ve imanlı bir âlimin yaşaması bile, sözle irşad ve tebliğde bulunmasa da, içinde yaşadığı muhitin düzelmesine ve hidayete kavuşmasına neden olabilmektedir[8]. Sırf varlığı bile başlı başına bir öğüt ve ibret kaynağı olan insanlar gördük biz; onları sadece görmek ve bakmak bile terbiye kazandırıyordu insana. İşte, benim bildiğim şu Tahran’ın mahalleleri birbirinden farklı!.. İslamî ahlâk ve edebe sahip temiz bir âlimin yaşadığı bir mahallenin halkı da salih ve imanlı insanlar oluyor. Buna karşılık bozuk ve ahlâksız birinin din adamı elbisesine bürünüp cemaat imamı adıyla işi ekmek kapısına çevirmiş olduğu bir diğer mahallede bir bakıyorsunuz o adam koca bir mahalleyi kandırıp yoldan çıkarmış, hepsinin ahlâkını bozuvermiş... Kokusundan cehennem ehlinin bile rahatsız olduğu şey bu bozulmadır işte.

Kötü âlimin, amelsiz âlimin, yoldan çıkmış âlimin bizzat bu dünyada meydana getirmiş olduğu bozulma ve kokuşmadır bu; bunun kötü kokusu öbür dünyada cehennem ehlinin burnunun direğini sızlatmaktadır. Orada ona bir şey eklenmiş değildir asla, ahiret âleminde vuku bulan her şey bu dünyada hazırlanmış olan şeydir. Amelimizden başka bir şey verilmez bize orada. Bir âlim fesat peşinde koşup da habislik etti mi koca bir toplumun bozulup kokuşmasına sebep olur; ne var ki bu kokuşmuşluğun leş kokusunu bu dünyadaki burunlar almazlar, ama ahiret dünyasında bu koku anlaşılır. Alelâde ve cahil bir insanın İslam toplumunda böylesine bir bozulma ve kokuşma yaratabilmesi mümkün değildir. Avamdan cahil biri hiçbir zaman imamlık ve Mehdilik iddiasında bulunmaya kalkışmaz, peygamberlik veya tanrılık iddiasına yeltenemez, ancak bozuk bir âlim bütün bir dünyayı bozup fesada gömebilir: Âlimin bozulması âlemin bozulması demektir[9].

Nefsin Terbiye ve Arıtılmasının Önemi

Kendi kendilerine din uydurarak -din kisvesi altında- kalabalık kitlelerin yoldan çıkıp sapmasına neden olanların çoğu ilim ehli insanlardı, bunlardan bazısı ilim mahfillerinde ilim öğrenmiş, çileler çekmiş kimselerdi[10]. Batıl fırkalardan birinin kurucusu, bizim okuduğumuz bu ilmiye medreselerinde okumuştur. Ama ilim öğrenmenin yanı sıra nefsini ve ahlâkını düzeltmekle de uğraşmadığından Allah yolunda adım atamamış, habislik ve kötülüğü kendisinden uzaklaştıramamış ve neticede onca rezilliği işlemiştir. İnsan habisliği kendisinden uzaklaştırmazsa ne kadar okur ve tahsil ederse etsin bunun hiçbir yararı olmayacağı gibi, zararı da vardır. İlim bu habis merkeze -kötü insanın beynine- girdi mi, habis dallarla budaklar verir, kökünden kötü bir ağaç -şecere-i habise- oluverir. Arınmamış kara bir kalbe bu tür mefhumlar yığıldıkça perdeler artar, kendisini temizleyip düzeltmemiş bir nefis için ilim karanlık bir perdedir: “İlim en büyük örtü, en büyük hicaptır”, bu nedenledir ki fasid bir âlimin İslam’a vereceği zarar ve kötülük, bütün zarar ve kötülüklerden daha fazla ve daha tehlikelidir.

İlim, nurdur; ama siyah bir yürek ve kokuşmuş bir gönülde sadece zulmeti artırır, karanlıkları çoğaltır. İnsanı Allah’a yakın kılan ilim, dünya düşkünü bir nefiste o Yüceler Yücesi’nden daha fazla uzak düşmeye neden olur. Tevhid ilmi bile, Allah’tan başka bir şey için olursa karanlık perdelerden biri olur; çünkü “Allah’tan başka şeyle uğraşmak”tır. Birisi Kur’an-ı Kerim’i Allah’tan başka bir gaye için on dört kıraatiyle ezberler ve okursa Hak Teâlâ hazretlerinden uzaklaşma ve O’nunla kendisi arasına perde germekten başka şey geçmez eline. Siz ders çalışır ve zahmet çekerseniz âlim olabilirsiniz; ama şunu bilmeniz gerekir ki “âlim”le “nefsini temizlemiş insan” arasında çok fark vardır. Bizim üstadımız Rahmetli Şeyh[11]rızvanullah Teâlâ aleyh derdi ki; “Molla olmak kolay adam olmaksa pek zor, sözü yanlıştır; molla olmak pek zor, adam olmaksa imkansız demek gerekir aslında!”

İnsani erdem ve faziletler kazanıp insanî ölçülerle donanmak, sizin üzerinize düşen pek büyük ve pek zor vazifelerden biridir. Şer’i ilimleri öğrenmekte olduğunuz ve ilimlerin en üstünü olan fıkhı tahsil etmekte bulunduğunuz şu sırada, böylece vazifeleriniz ve mükellefiyetlerinizi tamamen yerine getirdiğinizi ve artık rahat olduğunuzu zannetmeyin, Allah rızası için olmaz ve ihlas taşımazsa bu ilimlerin hiçbir faydası yoktur. Eğer tahsiliniz, Allah göstermesin, Allah için olmaz da nefsanî istekleriniz için olursa, makam, mevki, şöhret ve prestij gibi şeyler için bu ilimleri öğrenirseniz kendinizi vebal altında bırakmış, günah altına sokmuş olursunuz. Bu terimleri -dinî ilimleri- öğrenmek Allah rızasından başka bir şey için olursa sadece vebal ve suç getirir... Bu terim ve kelimeleri ne kadar fazla öğrenirseniz öğrenin, nefsin ıslahı ve takvayla iç içe olmazsa Müslümanların dünya ve ahiret hayatının zararına olacak şekilde netice verecektir. Sırf bu kelimeleri bilmenin tesiri yoktur; tevhid ilmi dahi olsa, nefsî bir ihlas ve temizlikle iç içe olmadığı sürece sadece vebaldir. Tevhid ilmine âlim olup da kitleleri saptıran niceleri vardır...

Niceleri, sizin sahip olduğunuz şu bilgileri sizden daha iyi bildiği halde, sapmaları olduğu ve kendilerini henüz düzeltmemiş bulundukları için, toplum içine girince birçok insanın sapmasına ve yoldan çıkmasına neden olurlar. Bu kuru deyim ve kelimeler takva ve nefsin terbiyesiyle iç içe olmazsa, zihinde ne kadar üst üste yığılırsa nefsin çevresinde bir o kadar kibir ve kendini beğenmişlik halesi oluşturur. Kendini beğenmişlik belasına müptelâ olan bedbaht bir âlim kendisini ve toplumu ıslah edemez artık, İslam ve Müslümanlara zarardan başka netice hâsıl olmaz böylelerinden. Yıllarca ilim öğrenip şer’i gelir kaynaklarını harcadıktan ve İslamî hak ve ayrıcalıklardan onca faydalandıktan sonra sonunda İslam’ın ve Müslümanların ilerleme ve kalkınmaları yolunda bir engel teşkil eder, milletleri şaşırtıp yolundan saptırır. Bu dersler, bu eğitim ve öğretimler ve dinî ilimler medreselerinde bunca sene okumuş olmanın semeresi şu olur: İslam’ın tanınmasına ve tanıtılmasına engel olur, Kur’an hakikatinin dünyaya takdim edilmesini önler, hatta kimi zaman böylelerinin varlığı, toplumun İslam’ı ve İslam âlimlerini gereğince tanımasına engel bile teşkil edebilir!

Ben okumayın, tahsil etmeyin demiyorum; şuna dikkat etmeniz gerekir diyorum: İslam ve toplum için faydalı ve etkili olmak istiyorsanız, bir milletin başına geçip onları İslam’a yöneltmek ve İslam’ın temelini savunmak istiyorsanız elbette ki fakihliğin temelini pekiştirmeniz ve bu konuda görüş sahibi olmanız gerekir. Allah göstermesin, derslerinize çalışmazsanız medresede kalmanız haram olur, bu durumda İslamî ilimleri öğrenmek isteyen öğrencilere ayrılan şer’i hak ve gelirlerden faydalanamazsınız. İlim öğrenmek elbette ki lazımdır, ama fıkıh ve usul konularında nasıl zahmet çekip öğrenmek için uğraşıyorsanız, kendinizi düzeltme ve ıslah etme yolunda da bir o kadar zahmet çekip uğraşın. İlim için bir adım atınca, nefsanî isteklerinizi ezme, ruhanî güçlerinizi takviye, ahlakınızı güzelleştirme, maneviyat ve takvanızı artırma yolunda da bir adım atın.

Bu ilimleri öğrenmek aslında nefsin arıtılıp terbiye edilmesi ve erdem ve fazilet kazanma, ilahî adab ve maneviyatlar edinme yolunda bir başlangıçtır bu, başlangıca takılıp kalmayın, yoksa sonucu elde edememiş olursunuz. Sizler Allah’ı tanımak ve nefsinizi terbiye etmekten ibaret olan pek yüce ve mukaddes bir gaye için bu ilimleri tahsil edip öğrenmektesiniz, bu çalışma ve uğraşınızı sonuçlandırmaya çalışmanız gerekir, asıl ve önemli gayenize ulaşmak için ciddiyet gösterin.

Dinî ilimler medresesine adım attığınızda ilk işiniz, kendinizi düzeltip ıslah etmek olmalıdır. Medresede bulunduğunuz sürece ilim tahsilinin yan ısıra kendi nefsinizi de terbiye edip temizlemelisiniz. Böylece medreseden çıkıp da bir şehir veya bir bölgede millete rehberlikte bulunma sorumluluğunu üstlendiğinizde insanlar sizin davranışlarınıza bakarak yetişecek, sizin ahlakî faziletlerinizden istifade edip öğüt alacak ve size bakarak kendisini ıslah edip düzeltebilecektir. Topluma girmeden önce kendinizi eğitip yetiştirmeye, ahlâkınızı ve kişiliğinizi sağlamlaştırmaya bakın. Bugün şu rahat haliniz ve elverişli ortamda nefsinizi ıslah edip ahlâkî yapınızı sağlamlaştırmakla uğraşmazsanız, yarın toplum size yöneldiğinde bunu hiç yapamayacak ve kendinizi düzeltemeyeceksiniz.

İnsanı mahveden, tahsilden ve nefsini terbiye etmekten alıkoyan pek çok şey vardır. Bunlardan biri de, bazıları için, şu sakalla sarıktır! Sarık biraz büyüyüp de sakal birazcık uzun kesilmeye başlandı mı o din adamı nefsini gereğince terbiye edememişse tahsilden geri kalır artık, eli kolu bağlanır, ondan sonra nefs-i emmareyi ayaklar altına alıp bir üstadın sınıfına öğrenci olarak girmek zor gelir ona. Rahmetli Şeyh Tusi [12]elli iki yaşında sınıfa girip ders almıştır, halbuki bu kitaplardan bazısını yirmili otuzlu yaşlarındayken yazdığını biliyoruz[13]! İşte bu insan elli iki yaşındayken rahmetli Seyyid Murtaza’nın[14]derslerine girerek o makama ulaşabilmiştir. Fazilet ve erdem kazanmadan, manevî ve ruhânî güçlerini gereğince pekiştirip sağlamlaştırmadan insanın sakalı azıcık ağarmaya, sarığı birazcık büyümeye görsün; ilmî ve manevî faydalardan, bütün bereketlerden mahrum kalıverir.

Saç sakalınız ağarmadan bir şeyler yapın, insanların ilgisini kazanmamış ve henüz dikkatleri üzerinize çekmemişken kendi halinizi düzeltmeye bakın. İnsan kendisini terbiye edip yetiştirmeden önce toplumun ilgisini kazanmaya görsün; insanların nazarında nüfuz ve prestij sahibi olmayagörsün, kendisini yitiriverir, kendisini kaybeder... İpin ucu elinizden çıkmadan kendinizi düzeltip ıslah edin, güzel ahlakla güzelleşmeye çalışın, ahlâkî rezillikleri kendinizden silkeleyip atın, ders ve öğrenimde ihlaslı olun ki sizi Allah’a yaklaştırsın. Yapılan işlerde niyet temiz ve halis olmazsa o iş insanı Allah’ın katından uzaklaştırır. Yetmiş yıl sonra amel defteriniz elinize verildiğinde, yetmiş yıl boyunca -Allah göstermesin- Allah Azze ve Celle Hazretlerinden hep uzaklaşmış olduğunuzu görmeyesiniz sakın!

Cehenneme yuvarlanan o taş hikayesini duymuşsunuzdur. Yetmiş yıl sonra cehennemin tâ dibinden geldi sesi... Anlatılana göre, Hz. Resul (s.a.a) “Yetmiş yaşındaki bir ihtiyar öldü” buyurdular. Bu yetmiş yıl boyunca hep cehenneme doğru yürümüş![15]Aman dikkat edin; ilmiye medreselerinde elli yıl veya daha az ya da daha çok sene boyunca zahmetler çekip alın teri döktükten sonra cehennemi kazanmış olmayasınız sakın! Şimdiden bunu düşünmeniz gerekir; nefsinizi arıtıp terbiye etmek, kendinizi yetiştirip ahlâkınızı sağlamlaştırmak için belli bir program yapmalısınız, kendinize belli bir ahlâk hocası seçin, vaaz ve hitabe toplantıları tertipleyin, öğüt ve nasihat toplantıları düzenleyin. İnsanın kendi başına ve kendiliğinden nefsinin ıslahı ve terbiyesi mümkün değildir.

Dinî ilimler medreseleri böyle gider de ahlâk dersleri verecek hocalardan, öğüt ve nasihat toplantılarından mahrum bırakılırsa yok olmaya mahkum demektir. Fıkıh ve usul ilimlerini öğrenmek için bir üstad ve öğretmene ihtiyaç varken ve bunun için ille de ders ve müzakere gerekiyorken; dünyada bütün bilim ve teknikler için öğretmen ve eğitimci lazımken ve hiç kimse kendiliğinden ve kendi başına bir eğitimle herhangi bir dalda uzman olamazken, fakih ve âlim olamazken, nasıl oluyor da ilimlerin en önemlisi ve en kritiği olan ve peygamberlerin peygamberlikle görevlendiriliş nedenini teşkil eden maneviyat ve ahlâk ilimleri için belli bir eğitim ve öğretime, bir üstad ve öğretene gerek duyulmuyor? Nasıl oluyor da bunun -maneviyat ve ahlak- kendiliğinden elde edilebileceği düşünülebiliyor? Seyyid Celili’nin[16]ünlü fıkıh ve usul üstadı merhum Şeyh Ensari’nin[17]ahlak ve maneviyat hocası olduğunu defalarca duymuşumdur.

Allah’ın gönderdiği peygamberler adam yetiştirmek, insan terbiye etmek için görevlendirilmişlerdi, insanoğlunu kötülüklerden, çirkinliklerden, fesatlardan ve ahlakî rezilliklerden uzaklaştırıp güzel ahlak ve erdemlerle tanıştırmak için gönderilmişlerdi:

“Ben, iyi ahlakı tamamlamak ve güzel ahlakları mükemmelleştirmek için peygamberlikle görevlendirildim.”[18]

Yüce Allah’ın öğrenilmesi için peygamberleri gönderecek kadar önem verdiği böyle bir ilim bizim medreselerimizde pek yaygın değil şimdi, ona gereğince önem veren kimse de yok. İlmiye medreselerinde manevî ilimlerle maarif biliminin eksikliği neticesinde iş öyle bir noktaya varmış ki din adamları arasında maddî ve dünyevî meseleler önemli sayılır olmuş; birçoğunu maneviyat ve ruhaniyetten uzaklaştırmıştır, öyle ki, ruhaniyetin (din adamı olmanın) ne olduğunu bilmiyorlar bile! Bir ruhaninin (din adamının) ne gibi vazifeleri olduğu, ne tür bir programı olması gerektiği bilinmiyor bile! Bazıları birkaç kelime öğrenip kendi bölgesine veya başka yere gitmek ve bir yer, bir makam elde edip şunu veya bunu alt etmek fikrinde... Tıpkı “Şu Lü’ma şerhini okuyup molla olduktan sonra muhtara ne yapacağımı bilirim ben!” diyen o adam gibi... Daha işin başından itibaren niyetiniz din adamı olunca falan makam veya filan mevkiyi ele geçirmek olmasın, falan şehrin veya filan köyün efendiliği olmasın! Bu nefsanî istekler ve şeytanî emellerinizi elde edebilirsiniz, ama kendiniz ve İslam toplumu için zarar ve bedbahtlıktan başka şey kazandırmış olmazsınız. Muaviye de epey bir süre reis oldu, ama kendisi için lanet ve nefret toplayıp ahiret azabı kazanmaktan başka bir sonuç elde edemedi.

Kendinizi terbiye edip nefsinizi eğitmeniz gerekir ki bir toplumun veya bir grubun başına geçtiğinizde onları da eğitip terbiye edebilesiniz. Toplumun ıslahı ve yetişmesi için adım atın, gayeniz İslam’a ve Müslümanlara hizmet etmek olsun. Allah için adım atacak olursanız, kalpleri değiştirici olan Yüce Allah insanların kalplerini size doğru yöneltir:

“İman edenler ve salih amelde bulunanlar ise, Rahman onlar için bir sevgi kılacaktır.”[19]

Siz Allah yolunda zahmet çekmeye, fedakarlıkta bulunmaya bakın, Yüce Allah sizi ecirsiz ve ödülsüz bırakmaz, bu dünyada olmazsa ahirette ödüllendirecektir. Ödül ve ecrinizi bu dünyada vermezse ki böylesi daha iyi, dünya hiçbir şey değildir. Bütün bu velveleler, gürültü patırtı ve prestijler günün birinde sona erecek ve bir rüya gibi insanın gözleri önünden geçip gidecektir, ama ahiret ödülü sonsuz ve tükenmezdir.

[1]     Hz. Ali’den (a.s) şu rivayet naklolunur: Hz. Resulullah (s.a.a) beni Yemen’e gönderdiğinde şöyle buyurdu: “Ya Ali, İslam’a davet edip de mecbur kalmadığın hiç kimseyle savaşma! Allah’a yemin ederim ki Allah Teâlâ’nın bir insanı senin elinle hidayete kavuşturması, senin için üzerine güneşin doğup battığı herşeyden daha değerlidir ve sen o insanın ‘vila’ (miras hakkı vs.) haklarını elde etmiş olursun!” Bk: Furu-i Kâfi c: 5 s: 36 ve: Kitab’ul Cihad, “Dua ilâ’l İslam Gabl’el Kıtâl” bâbı, 2. hadis.

[2]     Usul-u Kâfi, “Fazl’ul ilim Kitabı, “Sıfat’ul Ulemâ, Bezl’ul İlim, en Nehâ an’il Ukuul Bigayr-i İlm...ve Nevâdir” bapları.

[3]     Vesail’uşşia c: 18 s: 9-17 ve 97- 129 ve Kitab’ul Kazâ’da Sıfât’ul Kâazi bapları, 4, 11 ve 12. baplarda.

[4]     Türkçe tercümesi şöyle: Cemil bin Durrâc, İmam Sâdık’tan (a.s) şöyle rivayet eder: -Boğazına işaret ederek “Canı şuraya varınca âlim için tevbe fırsatı kalmaz artık.” Hazret bunu buyurduktan sonra Nisa suresinin 17. ayetini okudu: “Şüphesiz tevbe, bilmeyerek ve cahilliğinden kötü iş işleyen kimseler için geçerlidir” Bkz. Usul-u Kâfi c. 1 s: 59, Kitab-u Fazl’ul Ulm”, “Lüzum’ul Hücce İl’el Âlim...” babı, 3. hadis.

[5]     Hafs bin Kıyâs, İmam Sadık’tan şöyle nakleder: “Ey Hıfs! Âlimin bir günahı bağışlanıncaya kadar cahilin yetmiş günahı bağışlanır!” Bkz: Usul-i Kafi c:1 s:59 “Fazl’ul İlm” kitabı “Lüzum’ul Hücce İl’el Âlim...” babı 1. hadis.

[6]     Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: “Ümmetim arasında iki güruh vardır ki onlar salih olursa ümmetim de salih olur, onların bozulması ise bütün ümmetin bozulmasına neden olur!” Bunların kim olduğu sorulduğunda hazret “Âlimlerle yöneticiler!” buyurdular.” Bkz: Hısâl, “Isneyn” babı, s. 37, Tuhef’il Ukul, s: 50.

[7]     Arapça verilen metnin türkçesi şöyle: Süleym bin Kays-ı Hilâlî hz. Ali’nin (a.s) Hz. Resulullah’tan (s.a.a) şöyle aktardığını nakleder: Âlimler iki gruptur; birincisi, ilmiyle amel eden âlimdir ki, böyle âlimler kurtuluşa ermişlerdir. İkinci grupsa, ilmiyle amel etmeyen âlimdir, böylesiyse helak olur gider! Doğrusu, ilmiyle amel etmeyen âlimin kötü kokusu cehennem ehlini pek rahatsız eder!” Bk: Usul-u Kâfî c:1 s. 55 ve “Fazl’ul Âlim” kitabında “İlmin Kullanımı” bâbı, 1. hadis.

[8]     İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuşlardır: “İnsanları iyiliğe davet edin; ama dilinizle değil! İnsanlar sizin bilfiil sevap peşinde olduğunuzu; dürüst, takvalı ve doğru sözlü olduğunuzu görmelidir.” Bk: Usul-u Kafi c: 3, s. 164 “İman ve Küfür” kitabında “Sadakat ve Emanete Riayet” babı, 10. hadis.

[9]     Gurer’ul Hikem c: 7, s. 269.

[10]    Vahhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdulvahhab, Şeyh Ahmed İhsâi, Seyyid Kazım Reştî (Şeyhiyye firkasının kurucuları), Ahmed Kesrevi’yle Kadıyâniliğin kurucusu Gulam Ahmed... gibi isimler örnek verilebilir.

[11]    Ayetullah’il Uzmâ Hacı Şeyh Abdulkerim Hayri Yezdi (h.k: 1276- 1355) hicri 14. yy.’ın tanınmış Şia âlimi ve döneminin taklid merciiydi. Necef ve Samerra şehirlerinde Mirza Bozorg Şirazi, Mirza Muhammed Taki Şirazi, Ahund Horasani, Seyyid Kazım Yezdî, Seyyid Muhammed İsfehani Feşareki gibi tanınmış üstatların elinde yetişti. H.k. 1340’da Kum ulemasının ısrarıyla, istihareden sonra bu şehre gelip yerleşti ve Kum Dini İlmiye Medresesi’ni kurdu. Usulde “Durer’ul Fevâid” ve fıkıhta “Esselatu, En-Nikah, Er-Rıza, El- Mevâris gibi tanınmış eserleri vardır.

[12]    Ebu Cafer Muhammed bin Hasan Tusi (hk: 385- 460): Şeyh’uttaife lakabıyla ünlü olup İmamiye’nin tanınmış alimlerindendir. Yaşadığı çağın fakih, kelamcı ve edebiyat bilginlerinin başıydı; rical, hadis ve tefsirde de çok ileriydi. Şeyh Müfid, Seyyid Murtaza İbni Ğezâerî, İbni Abdun gibi üstatlar tarafından yetiştirilmiştir. Şia’nın pek ünlü eserlerinden olan İstibsar’la Tehzîb onun olup İmamiye’nin 4 büyük kitabındandır. Şeyh Tusi, Necef’i Şia’nın ilmî merkezi haline getirmiştir.

[13]    Şeyh Tusi; Şeyh Müfid’in Muğni’sine şerhi olan “Tehzib” adlı eserini, üstadı Şeyh Müfid’in (vef: 413 h.k) hayatta olduğu yıllarda yazdı, kendisi bu sırada 26 yaşındaydı.

[14]    Ali bin Hüseyin bin Musa “Seyyid Murtaza” ve “Alem’ul Hüdâ” lâkaplarıyla ünlüdür (hk:355- 436). Şia âlimlerinin en tanınmışlarındandır. Şeyh Tusi vb. birçok tanınmış İslam uleması ondan ders almıştır. Tanınmış eserlerinden bazıları şunlardır: “Emâlî, Ezzeriy’e ilâ Usul-işşeriâ, Ennâsıriyat, El-İntisâr, Eşşâfî.

[15]    Tibyan Tefsiri mukaddemesi: Şeyh Ağa Bozorg Tahrani ve Kelamat-ı Mekrure: Feyz Kaşani s. 123.

[16]    Seyyid Ali bin Seyyid Muhammed (vef: hk. 1283) devrinin zühd ve irfanda en ileri âlimiydi. Şeyh Ensari’yle Şuşter Cuma imamı Seyyid Hüseyin’den icazet almıştır. Şuşter’de uzun yıllar kadılıkta bulunmuş, fetva vermiştir. Oradan Necef-i Eşref’e muhacerette bulunmuş, orada Şeyh Ensari’nin derslerine katılmıştır. Şeyh’in de, onun ahlâk derslerine katıldığı bilinmektedir. Şeyh Ensari’nin vasisiydi. Nitekim vefatından sonra onun yerine tedriste bulunup onun öğrencilerine ders vermiştir. Merhum Seyyid Ali döneminin üstatlarından olan Ahund Molla Hüseyingulu Hemedani’nin de üstadı ve hocasıdır; Mirza Cevad Meleki Tebrîzî, Seyyid Ahmed Kerbelâi, Şeyh Muhammed Baharî, Seyyid Ali Gâzi Tebrizî, Allame Tabatabâi... vb. büyük âlimler onun yetiştirmiş olduğu nice öğrenciden birkaçıdır.

[17]    Şeyh Murtaza Ensari (hk. 1214- 1281) “Hatem’ul Fukehâ ve’l Müçtehîdin” lakabıyla ünlü olup ensardan Cabir bin Abdullah’ın torunlarındandır. Usul ilminin en seçkin isimlerinden biri olup bu dalda büyük değişmeler yaratmıştır. Ders aldığı bazı üstatlar şunlardır: Şeyh Musa Kâşiful Gıtâ, Şeyh Ali Kâşiful Gatâ Molla Ahmed Nerâki ve Seyyid Muhamded Mücahid. Şeyh Ensari’nin yetiştirdiği ünlü fakihler arasında Ahund Horasâni, Mirza Şirazi Muhammed Hüseyin Aştiyâni gibi isimler de vardır. Resâil adıyla tanınan Ferâid’ul Usul ve Mekâsıb adlı eserler onun telif etmiş olduğu tanınmış medrese ders kitapları arasındadır.

[18]    Mecma’ul Beyan, Kalem, 4. ayetin tefsiri bölümünde.

[19]    Meryem, 96.