.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Üçüncü Makam: İtminan Makamı
İtminanın Manası
Sâlik, varlığın hakikatlerini “aklî bürhan” ve “felsefî sülûk” yoluyla bilmeye niyet ettikten ve eşyayı -imkan nispetinde- sahih, gerçekliğe mutabık ve harici profiline uygun biçimde (İmam Humeyni, 1385, c. 3: 343) tanıdıktan (birinci makam) sonra; yine, akılla anladığını çaba, gayret, alıştırma ve riyazetle kalbine ilettikten ve buna inanıp itikat ettikten (ikinci makam) sonra üçüncü menzil olan itminan makamına ayak basar.
İmam Humeyni birçok telifinde itminanı açıklama amacıyla bir dizi eşanlamlı ve aynı anlama gelen kelimeyi kullanmıştır. Bunların dikkatlice incelenmesi, onun açısından itminanın ne manaya geldiğini anlamada bize yardımcı olacaktır. Mesela:
Tesebbüt (Bkz: İmam Humeyni, 1381: 362 ve 498)
Vusuk (Bkz: İmam Humeyni, 1381: 391; 1382: 225)
Arameş (Bkz: İmam Humeyni, 1381: 542)
Sükunet (Bkz: İmam Humeyni, 1381: 391)
Teenni ve karar (Bkz: İmam Humeyni, tarihsiz, c. 15: 149)
Yukarıdaki kelimelere bakılarak kısaca denebilir ki, itminandan maksat, sükunet halinin zirvesi, istikrarın nihayeti ve hiçbir değişiklik, kararsızlık ve sarsıntı meydana gelmeyecek biçimde kalp dinginliğidir.
Kalp İtminanı: İmanın Kâmil Mertebesi
İmam Humeyni’nin bu menzili tavsif ederken sözü şöyledir: “Üçüncü makam, hakikatte imanın kâmil mertebesi olan nefsin itminan ve tatmin makamıdır.” (İmam Humeyni, 1384: 12).
Bu sözden anlaşılacağı gibi, kişinin imanı, şüphe ve tereddüdün o makamın yüksekliğine erişemeyeceği, zaaf ve değişimin vereceği zarar da onun sütun ve temellerine halel getiremeyeceği boyutta nihayetine ve zirveye ulaştıysa “nefsin itminan makamı” vuku bulmuş demektir. Zımnen itminan, “imanın kemali” ve onun yoğunluğu sayıldığından, istikrar kazandığı ve nazil olduğu yerin de “akıl” ve zihin değil, tıpkı iman gibi insanı kalbi olduğu açıklığa kavuşmaktadır. Buna göre kalbin bir meseleye iman etmesi -talep edilen ve gerekli görülen de olsa- asla “kafi” gelmeyecektir. Öyleyse buna razı olunmamalı ve diğer seyir mertebelerinden ve kalbin müteal yürüyüşünden vazgeçilmemelidir. Kalbin, bir hakikate iman ve inancına ilaveten, ona itminan da sağlaması için çok sıkı çalışılmalıdır.
Şerh-i Hadis-i Cünûd-i Akl ve Cehl kitabında bu makamın tarif ve izahı şöyle yapılmıştır: “İman mertebesi tatmin ve itminan seviyesine ulaştığında sallantı ve kaygı tamamen sakıt olur, kalpte Hakk’ın sükuneti ve Hakk’ın tasarrufu zuhur eder.” (İmam Humeyni, 1381: 213).
Bu sözden, kalpte itminanın var olduğunun eseri anlaşılabilmektedir. Şu anlamda ki, eğer insan kalbi, sahih imana ilave olarak itminan derecesine de nail olursa her türlü sallantı, kaygı, tereddüt ve istikrarsızlık kalpten temizlenir; buna mukabil sükunet, dinginlik ve istikrar onun yerini alır.
Dolayısıyla itminanın kalbe girdiğinin belirtisi ve orada derinlik kazandığının nişanesi, mutlak olarak sarsıntının ortadan kalkması ve kaygının son bulmasıdır. Sözün devamında şöyle buyurmaktadır: “İnsan bu hududa varıncaya dek kesret makamındadır ve Hakk dışındaki her şeyin tasarrufuna kaildir.” (İmam Humeyni, 1381: 213).
Yukarıdaki ifadede “Bu hudud”la kastedilen, iman ile onun altındakiler arasındaki sınırdır. Yani insan iman makamına ulaşabilir, hatta birçok hakikatlerle ilgili kalpte itikat da meydana gelebilir ama imanı henüz kaygı, tereddüt ve sarsıntı afetinden masun değildir. Bilakis bu iman, mümkündür ki -gücüne ve zaafına bağlı olarak- kalpte tereddüt ve istikrarsızlık mertebesinde bulunabilir, hatta (gizli) şirk[1]taşıyor olabilir. (Bkz: Amuli, 1386: 595 ve 596). Belki de bu yüzden Kur’an-ı Kerim, imanı bazı kişiler için kesin saydığı ve onlara mümin diye hitap ettiği halde tekrar onları iman etmeye -önceki imanın üstünde ve ondan daha güçlü bir iman- çağırmakta ve bunu emretmektedir.[2]Çünkü iman mertebesi henüz kuşku ve huzursuzluk tehdidi altındadır, havadis ve değişim tufanıyla başı dönmüş haldedir. Ta ki sebatsızlık ve değişimden bir alamet, tereddüt ve sarsıntıdan bir haber kalmayacak seviyeye çıkana dek. İşte bu muhkem makam, İbrahim halilullah gibi peygamberlerin haris oldukları itminan mertebesidir:
“وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي” (Bakara/260)
Öyleyse itminan makamının altı (yani ilim makamı ve iman makamı) kalbin değişkenlik ve kaygı mertebesine yakın ve bitişiktir. İşte bu nedenle müminlerin çoğu ilim ve iman lütfundan yararlandıkları halde bazı durumlarda şüphe ve (gizli) şirk belasına müptela olabilmekte[3], korku ve sallantıya kapılabilmektedir.
İmam Humeyni, başka bir yerde itminanı şöyle tavsif etmektedir: “İtminan ve ayakları sağlam basmak, münafıklar ve ecanibin tavır ve ahlakının insanda gedik açmasına izin vermez. İnsanın hadiselere kapılmasına müsaade etmez.”(İmam Humeyni, 1381: 361). Yine bu konuda şunları söylemiştir:
İnsan, nefsin sebat ve itminan bulmasıyla tek başına millet haline dönüşür. Çirkin ahlak ve dinsizlik seli ahalinin tamamını silip süpürse de o, demirden dağ gibi her şeyin karşısında dimdik ayakta durur ve tek başına kalmaktan korkmaz. (İmam Humeyni, 1381: 361).
Buraya kadar söylenenlerin tamamından çıkarılabilecek sonuç şudur ki, itminan, sâlikin, ulaşması durumunda onda asla gedik açılmayacak ve halel görmeyecek derinlikte ve kökleşmiş bir imandan yararlanmasını sağlayacak aklî ilmin ötesi ve kalbî imanın fevkidir.
İtminan, kalpteki imanın gücü ve kemalidir. O kadar ki, nefsi, mükaşefenin serhaddine ve hakikatleri müşahedenin doruklarına çıkartarak yüceltir. Başka bir deyişle, bu makam kazanılmakla dinin hakikatlerine ve ilahi maarife inanç ve itikad ârifin ruhunu öylesine sarıp sarmalar ve varlık memleketinin ve mevcudiyetinin her yanını öylesine kuşatır ki kalbinde Allah’tan başkasına nazardan en küçük bir eser ve Allah’a muhabbetin ötesinde bir tek zerre kalmaz.
Dördüncü Makam: Şuhûd Makamı
“Dördüncü mertebe müşahede makamıdır.” (İmam Humeyni, 1381: 171). Allah’a yönelmiş sâlik, ilim makamını elde ettikten, iman menziline ulaştıktan ve itminan mertebesinden geçtikten sonra hakikatleri müşahede makamına nail olur.
Şuhûd makamının da kendi içinde üç mertebe ve derecesi vardır: “Fiillerin tecellisi”ni müşahede olan birinci derece; “sıfatlar ve isimlerin tecellesi” olan ikinci derece; Hakk’ın “zâtın tecellisi”ni müşahede olan üçüncü derece. (İmam Humeyni, 1381, 172). Ârifler müşahede için muhtelif tanımlar ortaya koymuşlardır. Nitekim İmam Humeyni de diğer ârifler gibi şuhûdu gözle görme ve vicdanla eşanlamlı kabul etmiş ve genel olarak onu, hakikatin kalp tarafından vasıtasız, huzuri, ayni ve cüz’i ru’yeti ve idraki saymıştır: “Müşahede, kalp gözüyle görmek demektir.” (İmam Humeyni, 1381: 58).
Müşahede Şerh-i Esfar’da şöyle tarif edilmiştir: “Müşahede, insanın, şahit olunanın şahsi suretini hayal suretlerinde bulmasıdır.” (İmam Humeyni, 1385, c. 3: 348). Şerh-i Çehil Hadis’te de şuhûdu, tabii ki dışavurumlarından biri dünyanın bâtınını görmek olan, bâtının suretini görmek şeklinde tanımlamıştır:
Eğer bu makamdan [ilim, iman ve itminan makamı] daha yukarı çıkar, şuhûd ve vicdan makamına ulaşır ve bu âlemin bâtıni suretini [ve o âlemin bâtıni suretini] ve ona alakayı görürse bu âlem onun için güç ve imkansız hale gelir. (İmam Humeyni, 1382: 122).
Dolayısıyla denebilir ki “Şuhûdun manası, gerçekliği vasıtasız, olduğu gibi bulmaktır.” (Hüseyinzade, 1389: 260).
Şuhûd makamı ile önceki üç menzil arasındaki en önemli farklardan ve ayırt edici yönlerden biri, bazı hakikatleri gözle görme ve bizzat huzurda müşahede etmektir. Sâlik müşahede menziline -gerçekte önceki mertebelerin hasılı ve semeresidir- ulaşana dek hicaptan bir mertebede tutuklu bulunmaktadır.
İrfani Müşahedelerin Mevzuu ve Mütealliki
Burada ele alınması gereken diğer bir önemli soru da, sâlikin, müşahede makamına ulaştığında hangi hakikat ve unsurları müşahede edeceğidir. Diğer bir ifadeyle, şuhûduna müteallik olan mevzu ve unsurlar hangileridir?
Cevap olarak söylenmesi gereken şudur ki, ârifin müşahedesine giren müteallikler ve unsurlar, çok sayıda durum ve değişik dışavurumları kapsamaktadır. Bazıları ise şunlardır: Dünyanın bâtınını, berzah âlemini, misal mevcudatını, kıyamet ve bazı hallerini şuhûd, ilahi isimleri müşahede, insanların deruni ve bâtıni sırlarından haberdar olma, fakrın şuhûdu, kendi zâtının Hakk’a tealluku (İmam Humeyni, 1380: 65), kaderin sırrını müşahede (bkz: İmam Humeyni, 1372: 32) ve diğerleri.
Bu arada İmam Humeyni, ilahi isimlerin şuhûdu için sülûkun değişik mertebelerine özel bir önem vermiş ve irfani eserlerinde, hususen Şerh-i Dua-yi Seher, Misahu’l-Hidaye, Ta’likat ber Şerh-i Fususu’l-Hikem ve Misbahu’l-Ünsgibi eserlerinde Hakk’ın sıfatlarını şuhûdun keyfiyetini ve tecellilerin nasıl vuku bulduğunu ve bu çerçevedeki meseleleri epeyce tartışma ve tetkik konusu yapmıştır.
Hatırlatmak gerekir ki, ârif bakışın penceresinden varlık âleminin her yanında Hakk’ın zât ve sıfatlarından başka bir şeyin tahakkuku bulunmadığından (لیس فی الوجود الا هو مظاهره, bkz: Amuli, 1386: 281) bir itibarla, irfani müşahedelerin dışavurumları olarak zikredilen bütün durumların ilahi isimlerin müşahede mertebelerinden sayıldığı söylenebilir: “الذوق السائر فی السنتهم هو بمعنی وجدان السالک اسماٌ من اسمائه تعالی حتی یصیر مظهراً الذلک الإسم و تصرف به ما شاء باذن اللّٰه تعالی” (İbn-i Türke, 1360: 7).
Buna göre irfanın muhkem prensiplerine dayanarak şöyle denebilir: İrfani şuhûd, Allah’ın esma-i hüsnasının çeşitli mertebelerinin hicabında Hakk’ın zâtını müşahedeye münhasırdır (bi’l-veche, bi’l-kunne değil). Çünkü “min haysu hiye” ve sıfatların hicabı olmaksızın zâtı, ne hakimin mefhumundadır, ne de ârifin meşhudunda. “لا یتجلی الحق من حیث ذاته علی الموجودات إلا من وراء حجاب من الحجب الأسمائیة” (Bkz: Kayseri, 1386, c. 1:320).
İmam Humeyni bu konuda, yani şuhûdun Allah’ın isimlere tealluku meselesinde şöyle buyurmaktadır: “Sıddıkîn, zâtı müşahededen, esma ve sıfatları şuhûd ederler. İsimler aynasında a’yanı ve mezâhiri şuhûda koyulurlar.” (İmam Humeyni, 1382: 191). Bu sebepledir ki, İmam Humeyni, ehl-i marifetin müşahedelerini daha ziyade “ilahî zât ve esma leri”ne yoğunlaştırarak devamını şöyle getirmektedir: “Şuhûd makamının da üç derecesi vardır: Birinci derece fiillerin tecellisini müşahededir. İkinci derece, sıfat ve isimleri müşahededir. Üçüncü derece, zâtın tecellesini müşahededir.” (İmam Humeyni, 1381: 172). İmam Humeyni’nin irfani mektebinin bazı şârihleri de bu mesele şöyle değinmiştir:
Müteal mebdeyi mevzu, Hakk’ın fiil ve şe’nini, ilahi isim ve sıfatları ilmin meseleleri olarak tarif eden nazari irfan, insanın keşif ve şuhûdunu da o hakikatleri [ilahi isim ve sıfatlar] avlamanın araçları kabul etmektedir. (Memduhi, 1389:273).
1. Fiil Tecellileri
Başlangıçta “isim”, “tecelli” ve “fiilin isimler”in manasına değinmek zaruridir.
“Tecelli” veya “zuhur”, sıfatlar kisvesinde zâtın vahdetinin aynısı ama mertebeyi koruyarak ve zâtın gaybu’l-guyup makamını terketmeksizin tenezzül, taayyün ve Hakk’ın mutlak zâtının kesretinden ibarettir. “القول بالظهور هیهنا؛ یعنی به صیرورة المطلق متعیناً بشیءمن التعینات” (İbn Türke, 1360: 158).
Diğer bir ifadeyle, “Bu, bütün kemalâtın vasıtasıyla zât makamında mündemiç surette kendisini kesret vatanında çeşitli tecellilerle zâhir eden Hak Teala’nın mutlak ve yegane zâtıdır.” (Yezdanpenah, 1388: 227).
“İsim”, zâtın, taayyünlerden bir taayyün veya vasıflardan bir vasıfla itibarından ibarettir. Kayseri ismi şöyle tarif etmektedir: “الإسم ذات مع صفة معینة” (Kayseri, 1386, c. 1: 264). İmam Humeyni de benzer bir tanımla ismi şöyle tanımlamaktadır: “الإسم عبارة عن الذّات متعیّنة بتعیّن” (İmam Humeyni, 1370: 152)
Marifet ehli, “fiilin ismini” de “Fiilin tecellisinin onda zâhir olduğu, sıfat ve zât tecellisinin ise bâtınında yeraldığı isim kabul edilir.” (İmam Humeyni, 1388: 85).
Kayseri, Allah’ın esma-i hüsnasının bu üç çeşidini tarif ederken şöyle demiştir:
“ینقسم بنوع من القسمة ایضاً إلی أسماء الصفات و أسماء الأفعال؛ و إن کان کلها أسماء الذات لکن باعتبار ظهور الذات فیها یسمی أسماء الذات و بظهور الصفات فیها تسمی أسماء الصفات و بظهور الأفعال فیها تسمی أسماء الأفعال” (Kayseri, 1386, c. 1: 69; yine bkz: İbn Fenari, 1388: 280).
Yukarıdaki irfani ıstılahların manası dikkate alındığında söylenmesi gereken şudur ki, irfan yolunun sâliki, itminan makamına ulaştıktan ve ihlasla, sağlam basarak bu menzili ifa ettikten sonra, ilkin ona fiilin isimler tecellisinin kapısı açılır ve o da kalbiyle ve bütün bir varlığıyla Hakk’ın cemal ve letafetini veya saltanat ve heybetini bazı fiil isimler kisvesinde “müşahede” eder:
Eğer nazar ârifane olursa kalp kapılarının açılması, sülûk adımı ve kalbî riyazat ile Hak Teala fiil, isim ve zât tecellileriyle bazen kesret alametiyle, bazen de vahdet alametiyle onun ashabının kalplerinde tecelli eder.(İmam Humeyni, 1384: 242-243).
Ârif, Hakk’ın fiil tecellilerinin ışığında -ona tecelli eden özellikli isme bağlı olarak- müşahede gözüyle her fiili mutlak olarak ve münhasıran Hakk’ın huzurunda görür ve kesret onu, o fiilleri Hakk’ın zâtına döndürmesine ve Allah’ın o fillerin tam faili olduğuna ilişkin bilgiye karşı perdeleyemeyecektir:
Riyazetler, mücahedeler, devamlı tezekkür, huzur, halvet ve tazarruya aşk ve tam bir inkıtadan sonra sâlik, itminan ve irfan mertebesinden şuhûd ve ayan mertebesine ulaşır ve Hakk, kalbine münasip fiil tecellisiyle kalbinin sırrına tecelli eder.(İmam Humeyni, 1388: 22).
Hakk’ın ârifin kalbine fiil tecellilerinin neticesi, “fiil tevhidi”nin şuhûd idraki makamına vasıl olmasıdır. Sâlik bu haldeyken fiillerin mutlakını, sâdır oldukları her kaynak ve masdardan sadece Hakk’a ait olarak görür. “وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ” (Enfal 17) hakikatinden bir köşenin onun keşfine açılması işte bu makamdadır:
فانه یری بعین البصیرة و التحقیق بلا غشاوة التقلید و حجاب العصبیة... الأفعال الحرکات و التأثیرات کلها منه فی مظاهر الخلق؛ فالحق فاعل بفعل العبد و قوة العبد٬ظهور قوة الحق وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ (İmam Humeyni, 1386a: 104).
İmam Humeyni, Şerh-i Esfar’da da bu meseleyi tabii ki daha küçük çapta ve daha somut olmak üzere şöyle izah etmektedir:
Kalbî müşahede, insanı azar azar zât ve kalp olarak riyaset sevgisinden, makam ve celal sevgisinden, mal sevgisinden, lezzetli yiyecek sevgisinden, tabii mevcudata gönül vermekten ve onları eser sahibi görmekten ve bu tür şeylerden kendini beri tutacak şekilde olmalı; bunları -tesirlerini fiillerinde görecek, onlara tevekkül edecek ve mefhum olarak bile olsa onlar için istiklal düşünecek biçimde- dikkate almaya sırt çevirmeli ve bunlarda istiklal bulunmadığını anlamalı ve bunları yavaş yavaş tevhid-i ef’alin manası olan hakiki müessire irca etmelidir. (İmam Humeyni, 1385, c. 3: 350).
2. Sıfat Tecellileri
Eğer sâlikin ayn-ı sâbiti varlığın genişliğinden daha fazla istifade edebilseydi “isimlerin tecellileri”ni anlama kapasitesi olurdu. Bu durumda da Hakk’ın zâtı, daha yüksek bir varlık yoğunluğuyla sâlikin kalbinde zuhur eder; el-hayy, el-alîm, el-birr, el-hakîm ve diğerleri gibi sıfatlarla (Kayseri, 1386, c. 1: 69 ve 70) ârifin sırrını okşar:
Eğer sâlikin kalbi ezelde feyz-i akdesin ışığından bundan fazla kabiliyeti varsa ‘saak’tan[4]sonra kendine gelir, üns hasıl olur, memleketine geri döner, isimlerin tecellisine muhatap olur, o mertebeleri katederek sıfatların fenâsına ulaşır ve ayn-ı sabitinin münasebetiyle ilahi isimlerden bir isimde fani olurdu. (İmam Humeyni, 1382: 435).
Allame Hüseyni Tehrani, Hakk’ın “sıfat tecellileri”ni izah ederken şöyle buyurmaktadır: “Sıfat tecellilerinden maksat, sâlikin Allah’ın sıfatını kendinde müşahede etmesi, ilim veya kudret ve hayatını Allah’ın hayatı, ilmi ve kudreti olarak görmesidir.” (Hüseyni Tehrani, 1431: 136).
Sâlikin kalbi Hakk’ın isim tecellilerinin konusu olduğunda sıfatların tevhidi makamına nail olur. Şu anlamda ki, varlıklarda müşahede ettiği her sıfatı, Hakk’ın vasıflarında fani görür ve hiçbir vasfı bağımsız olarak kendine veya varlıklara nispet etmez.
Sıfatların tevhidi, “isim tecellileri”ni müşahede sonucunda hasıl olmaktadır: “Eğer bu vasıflar, ilimler, güzellikler, izzetler ve kudretler mesela bir bütüne irca edilirse, yani hakikatte kesretler vahdete irca edilirse bu, sıfatların tevhididir.” (İmam Humeyni, 1385, c. 3: 350).
İmam Humeyni, sıfatların tevhidini tarif ederken şöyle demiştir:
التوحید الصفاتی٬الستهلاک الصفات و الأسماء فی أسمائه و صفاته؛ والتنزیه فی ذلک المقام٬عدم رؤیة صفته و اسم فی دار التحقق إلاّ أسمائه و صفته (İmam Humeyni, 1372: 80).
3. Zât Tecellileri
Ârif, Hakk’ın zâtını fiil ve sıfat isimlerinin hicabı aynasında müşahedeye koyulduktan ve kendi kemale erme seyrini sürdürdükten sonra Allah, el-Rab, el-Melik, el-Kuddüs gibi “zâtın isimleri”nin tecellileri kalbine yansır ve onu külli faniliğe, zâtının fakr şuhûduna, varlık âleminin tamamına nail kılar:
Eğer feyz-i akdesin tecellisinden istidad bundan fazla ölçekteyse şuurunu kaybettikten ve fani olduktan sonra da üns hasıl olur ve sâlik kendine gelir, zâtın fenâsı ve külli saak mertebesinin sonuna kadar seyrin tamamlanması için zât tecellilerine muhatap olur ve tam fenâ hasıl olur. (İmam Humeyni, 1382: 436).
Zât tevhidi de Hakk’ın zâtına has isimlerin tecellilerinin ârifin kalbinde hasıl olmasıdır. İmam Humeyni Misbahu’l-Hidaye’de, zât tevhidini ve onu gayrısından tenzih etmeyi şöyle tanımlamaktadır:
التوحید الذات٬اضمحلال الذوات لدی ذاته؛ و التنزیه فی ذلک المقام٬عدم رؤیة إنّیّة و هویّة٬سوی الهویّة الأحدیّة (İmam Humeyni. 1372: 80).
Ârif, fiil ve sıfatların tevhidi makamına ulaştıktan, fiillerin tamamını ve tüm sıfatları bir tek merci ve masdara dayandırdıktan sonra varlığın her yanında, mevcudatın bütün esma ve a’yanında, -vahdet ve sadeliğin ta kendisi olan- sonsuz hakikatin kesrete dönüştüğü ve tecelli ettiği bir tek mutlak zât-ı vahid görür yalnızca:
Sülûk erbabının bazısı için isim ve sıfatların nurdan hicabı da yanabilir, gayptaki zâti tecellilere nail olabilir ve kendisini zât-ı mukaddese müteallik ve sarılmış görür. Bu müşahedede Hakk’ın kayyum ihatasını ve kendi zâtının fenâsını şuhûd eyler, ayan beyan kendi varlığını ve tüm varlık âlemini Hakk’ın gölgesi olarar görür. (İmam Humeyni, 1382: 454).
Başlangıçta a’yan ve tezahürlerde isimleri tanımaya nail olan ve daha sonra sıfatlar yoluyla zâtın bilgisine ulaşan ârifler dışındakilerin tersine, ârif, zâtın tevhid makamında, sadece, çeşitli isimler ve sıfatlar kisvesinde zâhir olan Hakk’ın zâtını görür. Zâtın aynasında esma ve a’yanın tezahürünü müşahede eder: “Bu, ârifin orada mahv olduğu ve O’nun zuhuru dışında hiçbir şey görmediği zâtın tevhid makamıdır.” (İmam Humeyni, 1385, c. 3: 67).
Sonuç
İmam Humeyni, muasır seçkin âriflerden biri olarak irfani sülûkun makam ve menzilerini -sâlikin idrakindeki tekamül ve yüceliş mertebeleri açısından- dört merhaleye ayırmıştır: İlim menzili, iman menzili, itminan menzili ve müşahede menzili.İlim makamı, felsefi kesin bürhana dayalı -Hikmet-i Mütealiye prensipleri temelinde- bir dünya görüşüne ulaşma yönünde çaba göstermektir. İman makamı, aklî ve fikrî doğrulara inanç, kabullenme ve kalple teslimiyettir. İtminan makamı, kalbî imanın zirvesi ve nihayetidir; hakikatleri keşif ve müşahedenin serhaddi mesabesindedir. Ârif sâlikin, ulaştığı takdirde bazı hakikatleri hazır bulunarak ve hicapsız şekilde idrak edip göreceği son menzil müşahede makamıdır. Şuhûd menzili de kendi içinde Hakk’ın fiil, sıfat ve zât tecellilerini müşahede olarak üç derece veya mertebeye sahiptir.
--------------------------------------------------------
Kaynakça
- Amuli, Seyyid Haydar, (1386), Camiu’l-Esrar ve Menbau’l-Envar, dördüncü baskı, Tahran: İntişarat-i İlmi ve Ferhengi.
- Cevadi Amuli, Abdullah, (1384), Ma’rifetşinasi der Kur’an, üçüncü baskı, Kum: İsra.
- Dehbaşi, Mehdi ve Ali Asgar Mirbâkırîferd, (1384), Tarih-i Tasavvuf, Tehran: Simet.
- Ensari, Hace Abdullah, (1417), Menazilu’s-Sâirin, Tahran: Daru’l-Ulum.
- Fenari, Hamza, (1388), Misbahu’l-Üns, üçüncü baskı, Tahran: Mevla.
- Hüseyinzade, Muhammed, (1389), Ma’rifet-i Dini; Aklaniyyet ve Menâbi (Mecmua-i Ma’rifetşinasi-yi Dini 2), Kum: Müessese-i Amuzeşi ve Pejuheşi-yi İmam Humeyni.
- Hüseyni Tehrani, Muhammed Hüseyin, (1431), Risale-i Lübb-i Elbab der Seyru Sülûk-i Ulu’l-Elbab, onyedinci baskı, Meşhed: Allame Tabatabai.
- İbn Türke, (1360) Temhidu’l-Kavaid, Tahran: Vezaret-i Ferheng ve Amuzeş-i Âli.
- İmam Humeyni, Ruhullah, (1370), Ta’likat ala Şerhi Fususi’l-Hikem ve Misbahu’l-Üns, ikinci baskı, Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
_________________________, (1386), Misbahu’l-Hidaye ile’l-Hilafe ve’l-Velaye, altıncı baskı, Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
_________________________, (tarihsiz), Sahife-i İmam, Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
________________________, (1375), el-Ta’lika ale’l-Fevaidi’r-Radeviyye, Kum: Müessese-i Uruc.
________________________, (1378), Tefsir-i Sure-i Hamd, dördüncü baskı, Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
________________________, (1381), Şerh-i Hadis-i Cünûd-i Akl ve Cehl, altıncı baskı, Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
________________________, (1382), Şerh-i Çehil Hadis, yirmiyedinci baskı, Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
________________________, (1384), Âdâbu’s-Salat, onikinci baskı, Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
________________________, (1385), Takrirat-i Felsefe-i İmam Humeyni, otuzsekizinci baskı, Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
________________________, Sırru’s-Salat, onüçüncü baskı, Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
________________________, Şerh-i Dua-yi Seher, beşinci baskı, Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
- Kayseri, Davud, (1386), Şerh-i Fususu’l-Hikem, tahkik Hasan Hasanzade Amuli, ikinci baskı, Kum: Bustan-i Kitab.
- Meclisi, Muhammedbâkır, (1375), Biharu’l-Envar, ikinci baskı, Tahran: İslamiyye.
- Memduhi, Hasan, (1389), İrfan der Manzar-i Vahy ve Bürhan(İmam Humeyni’nin Misbahu’l-Hidaye’sinin şerhi), Tahran: Müessese-i Tanzim ve Neşr-i Âsâr-i İmam Humeyni (ks).
- Muallimi, Hasan, (1388), İrfan-i Nazari, Kum: Hacer.
- Nesefi, Azizuddin, (1381), Zubdetu’l-Hakaik, ikinci baskı, Tahran: Tahuri.
- Yezdanpenah, Yedullah, (1388), Mebani ve Usül-i İrfan-i Nazari, Kum: Müessese-i Amuzeşi ve Pejuheşi-yi İmam Humeyni.
[1] “الایِمانُ هُوَ إقْراراً باللسانِ و عَقدٌ بِالقَلْبِ و عَمَلٌ بالارکان” (Meclisi 1375, c. 44: 73).
[2] “يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ” (Nisa 136).
[3] “وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ إِلاَّ وَهُم مُّشْرِكُونَ” (Yusuf 106).
[4] Sufilerin ıstılahında Hakk’ta fenâ mertebesi (çev.).