.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Özet

İmam Humeyni’nin en az bilinen özelliklerinden biri ve onun asli yönü irfan alanındaki uzmanlığıdır. İmam nazari irfanda ilk kitabı olan “Şerh-i Dua-yi Seher”i yirmi yedi yaşında yazdı. Sonraki yıllarda yine bu alanda birçok kitabı kaleme aldı, onlardan bazıları şunlardır: Talikat ala'l Fususu'l Hikem, Misbahu'l Uns ve Favidu'r Rezeviye, bu üç kitabın dışında şaheseri olan Misbahu'l Hidaye kitabıdır. Ameli irfan alanında yazmış olduğu eserlerin başlıcaları ise; Akıl ve Cehalet Ordusu Hadisinin Şerhi, Kırk Hadis Şerhi, Namazın Adabı, Sırr-ı Salat kitaplarıdır. İnşallah bu kitaplardan faydalanarak makalemizi tamamlamaya çalışacağız.

Marifet ehli, kendi sülûkları süresince edindikleri pratik tecrübeler ve fikrî prensiplere bağlı olarak “irfanî sülûkun makamları” ve menzillerini değişik yöntemlerle kategorize etmişlerdir. İmam Humeyni de sâliklerin makamlarını, bazı bakımlardan diğer ariflerin düzenleyip ortaya koyduğu tasnife göre daha farklı ve yeni sayılabilecek biçimde düzenlemiştir.Bu çalışmanın asli meselesi, İmam Humeyni’nin irfanî sülûkun menzillerini nasıl aşamalandırdığı ve şematize ettiğini anlamaktır.

Bahsi geçen meseleye cevaben bu makalede İmam Humeyni’nin görüşlerine dayanılarak, irfan yoluna düşmüş sâliklerin sülûkun başından nihayetine kadar kat etmeleri gereken makamlar ele alınmış ve bu aşamaların nitelik ve özellikleri tetkik edilip açıklanmıştır. İmam Humeyni açısından irfanî sülûk -ki nefis yurdundan Allah’a ve Rasulüne bir tür bâtıni hicret, hareket ve yolculuktur- genel olarak “dört makam” veya menzil halinde tanzim edilebilir. Bunlar sırasıyla şöyledir: İlim makamı, iman makamı, itminan makamı ve şuhûd makamı. Şuhûd menzili de üç mertebede tahakkuk eder: Hakk’ın zât, sıfatlar ve fiil tecellilerinin müşahedesi.

Giriş

İrfan ehli arasında sürekli gündemde olan önemli meselelerden biri, sâliklerin Hakk’a doğru seyir ve hareketlerinin niteliği ve aşamalandırılmasıdır. Esasen irfanî sülûkun kimliği -ahlak ilminin aksine- dikey harekete, tekamül seyrine ve bu tarikin yolcularının menzil menzil yol katetmesine tabidir. Her ârif, kendine özgü dünya görüşüne, yaşadığı tecrübe ve bâtınî idrakine bağlı olarak insanın Hakk’a doğru seyrinde bir dizi merhale ve manevi makamın bulunduğunu kabul etmiştir. Öyle ki sâlikin başarı sağlaması ve işin üstesinden gelmesinin şartı, o merhale ve menzillerin muvaffakiyet içinde kat edilmesiyle mümkündür.

İrfani makam ve menzillerin sayısı hakkında âriflerin eserlerinde büyük görüş ayrılıkları gözlemlenmektedir. Şakik-i Belhi gibi kimileri sülûkun menzillerini dört aşamada özetlemiştir(Dehbâşi ve Mirbâkırîferd, 1384, c. 1: 207). Tirmizi gibi kimileri de bu menzilleri ikiyüzkırksekiz bin menzile kadar çıkarmıştır(Dehbâşi ve Mirbâkırîferd, 1384, c.1: 211). Menazilu’s-Sâirin’de Hace Abdullah Ensari gibi bazıları ise sülûkun makamlarını yüz menzil olarak şematize etmiştir.

Seyrü sülûk ve onun muhtelif aşamaları hakkında bazı görüşler ortaya atanların düşünceleri, kişisel muamele ve algılarının güçlü etkisi altındadır. Yani her ârif, sülûk tarzına ve edindiği irfanî tecrübesine uygun olarak sülûk aşamalarını izah etmiştir. Dolayısıyla sâliklerin muameleleri değişik ve birbirinden farklı olduğundan onların sülûk merhaleleriyle ilgili anlayışları da farklı açıklamıştır (Dehbâşi ve Mirbâkırîferd, 1384, c.3: 219 ve 220).

Şimdi, yukarıdaki çerçeve dikkate alındığında makalenin “asıl mesele”si, İmam Humeyni’ye göre bir sâlikin maksada -fenafillah (İmam Humeyni, 1382: 160)- vasıl olmak için başlangıçta hangi aşamaya adım atması ve devamında hangi makamları katetmesi gerektiğini ortaya koymak olacaktır.

Buna binaen bu makalede sülûk menzillerinin sayısı ile her birinin nitelik ve özelliği İmam Humeyni açısından tahkik edilip incelenecektir.

1. İrfanî Sülûkun Manası

Marifet ehli, “sülûk”u, her biri bu azametli manevi hareketin boyutlarından birini ifade eden çeşitli şekillerde tanımlamış ve yorumlamışlardır.

Azizuddin Nesefi, Zübdetu’l-Hakaikkitabında irfan ehli açısından sülûku şöyle nakletmektedir: “Ehl-i tasavvuf nezdinde sülûk, kendine mahsus bir yürüyüşten ibarettir. Bu da seyr-i ilallah ve seyr-i fillah demektir.” (Nesefi, 1381: 103). Başka bir yerde kelimeyi tanımlarken şöyle demektedir: “Sülûk, kötü kavillerden iyi kavillere, kötü fillerden iyi fiillere, kötü ahlaktan iyi ahlaka, kendi varlığından ilahi varlığa doğru yürüyüştür.” (Nesefi, 1381: 103; yine bkz: Hüseyni Tehrani, 1431: 25). İmam Humeyni de, diğer irfan ehlininkine aşağı yukarı benzer bir yorumla ve;

“وَمَن يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ يَجِدْ فِي الأَرْضِ مُرَاغَمًا كَثِيرًا وَسَعَةً وَمَن يَخْرُجْ مِن بَيْتِهِ مُهَاجِرًا إِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلى اللّٰهِ”

(Nisa/100) ayet-i şerifesinden ilhamla irfani sülûku, nefis ve enaniyet menzilinden Hak Teala’ya “hicret” anlamında kabul etmektedir.

İmam Humeyni’nin sülûku “hicret” manasında aldığı yaklaşımı destekleyen de Şerh-i Hadis-i Cünûd-i Akl ve Cehlkitabındaki sözüdür:

O halde nefis evinden huruç edip de enaniyetten çıkmadıkça İlallah seferi ve O’na doğru hicret tahakkuk etmez. Marifet ehli nezdinde bütün riyazetler bâtıl riyazettir. Nefis yurdundan çıkış tahakkuk ettiğinde ise artık sâlik olmuş demektir.

...Sâlik evden çıktıktan ve Allah’a hicrete koyulduktan sonra bütün hareket ve sükunet hallerinin Allah’ın havli ve kuvvetiyle olduğunu, kendisinin hiçbir şeye dahli olmadığını müşahede edecektir (İmam Humeyni, 1381: 418).

Dolayısıyla denilebilir ki İmam Humeyni açısından “sülûk” bir tür “hicret”; nefsaniyet, mahdudiyet, kibir ve bencillik süfliliğinden; tevazu, Allah’ı talep ve mutlak olanı istemenin ulviliğine doğru manevi hareket ve huruç demektir.

2. İrfanî Sülûkun Makam ve Menzilleri

Sülûkun İmam Humeyni açısından mana ve hakikati açıklığa kavuştuktan sonra -bazı muhakkiklerin zannettiğinin tersine[1]- İmam Humeyni’ye göre sâlikin, “fena fillah” ve “beka billah” olan gaye maksada ve nihai matluba ulaşmak için önünde birbiri ardınca katetmesi lazım gelen “dört menzil” ve merhale daha bulunduğunu eklemek gerekmektedir. Bu aşamalar dört tanedir: 1. İlim makamı, 2. İman makamı, 3. İtminan makamı, 4. Şuhûd makamı.

Hatırlatmak gerekir ki, bu makamların yukarıdaki dört merhaleye -”kulun marifet mertebeleri”ne (İmam Humeyni, 1381: 172) veya sâlikin idrakindeki yükselişin merhalelerine göre tanzim edilmiştir- ayrılması diğer âriflerin kategorilendirmesinden tamamen farklı “eşsiz”dir.

İrfanî bakımdan menzil ve makam arasında nüans farkı olduğu düşünülebilir. Fakat İmam Humeyni’nin eserleri dikkatli incelendiğinde kendisinin menzil ve makam kavramlarını eşanlamlı kullandığı, iki kelime arasında farklılık ve ayrılık farzetmediği, bazı yerlerde dört makam ve menzili maksat, kadem (bkz: İmam Humeyni, 1384: 11), mertebe ve derece (bkz: İmam Humeyni, 1381: 170 ve 171) kelimeleriyle de ifade ettiği anlaşılacaktır. Buna göre kastettiği, sadece, sâlikin talep ettiğine ulaşmak için dört merhale veya makam ya da menzil yahut dereceyi kat etmesi gerektiğidir.

Birinci Makam: İlim Makamı (Aklî ve Felsefî Bürhan İlmi)

İmam Humeyni açısından, sâlikin sülûkunda dört merhalenin sonuncu aşaması sayılan “şuhûd menzili”ne ulaşmak ve hakikatleri görmek[2]tesadüfi ve bir defada ortaya çıkacak bir şey değildir. Bilakis sahih ve dakik katedilmiş aşamalı ve dikey bir sürecin neticesinin sâlik için hasıl olmasıdır.

Sâlikin sülûk vadisindeki ilk adımı ilim makamıdır ve bu makam da yeni seyyah ve mahbub sâlikin, başlangıçta ilmî ve felsefî metodla hakikatleri akıl, ilm-i husuli ve bürhan ilmi ile anlamasıdır. Çünkü bir şeye ulaşmak, mantıken, onu doğru tanımanın bir koludur. İnsan eğer “nazar makamı”nda bir şeyi doğru tanımaz ve anlamazsa “amel makamı”nda yıllarca hakiki ve harici karşılığı bulunmayan bir talebin peşinde koşup durmuş olacaktır.

İmam Humeyni’nin sülûkun birinci merhalesini (ilim makamı) tarif ederken kullandığı ifade de aynen böyledir:

Bil ki, sülûk ehlinin bu makamda ve sair makamlarda sayısız mertebe ve dereceleri vardır. Biz o mertebelerin bazılarını genel olarak zikredeceğiz... O mertebelerden biri, ilim mertebesidir. Bu mertebede ilmî sülûk ve felsefî bürhanla ubudiyyetin zilleti ve rububiyyetin izzeti sabit olur. (İmam Humeyni, 1384: 10 ve 11).

Bu söz dikkatlice incelendiği ve tahlil edildiğinde iki önemli nokta istinbat edilecektir:

Birinci nokta: İmam Humeyni ehl-i sülûk için birinci mertebeyi “ilim merhalesi” veya diğer bir ifadeyle hakikatlerin “nazari ve bürhana dayalı idrak”i kabul etmektedir.

“O mertebelerden biri” derken muradı, Şerh-i Esfar’da aynı mevzuyu ele aldığı bahsin karinesiyle, ilk mertebedir, daha yukarısı değil. Zira orada, “bürhana dayalı idrak” kudretine sahip olmayan sıradan insanların bu hakikatleri sadece hayal düzeyinde idrak edebileceklerini ifade buyurmaktadır (Bkz: İmam Humeyni, 1385, c. 3: 469 ve 470). Bu sebeple, yüksek makamlara ulaşma kastı taşıyan irfan yolunun sâliki, işinin temeli ve seferinin başlangıcını vehim ve hayalin ötesine, yani “bürhana dayalı akıl”a dayandırmalıdır. Bunun en alttaki taşı da işte o “ilim” mertebesidir, umum insanlar gibi daha yolun başında kendi dünya görüşünü gevşek ve titrek muhayyile üzerine kurmak değildir. Çünkü Ayetullah Cevad Amuli’nin ifadesiyle, “Vehim veya hayali temel almış tanımaya dayalı bir iman asla sebat kazanamaz. Zeval tehlikesiyle yüz yüze durumdaki vehim ve hayali temel alan tanımanın değişmesiyle o da değişecektir.” (Cevad Amuli, 1384: 285). Buna ilaveten, bilgi edinmeden önce, ilme ihtiyaç duyurmayan diğer mertebenin akılla kavranabilir olmadığı ve mana taşımadığı açıktır. İşte bu nedenle “sâlik insana sülûkun başında ilim lazımdır.” (İmam Humeyni, 1384: 73).

Dolayısıyla İmam Humeyni’nin beyanlarından, sülûkun başlangıcı ve tariki katetmenin ilk mertebesi ve en iyi halin, “ilmî sülûk adımı ve fikrî seyir bineği”yle hareket (İmam Humeyni, 1384: 11) olduğu anlaşılabilir.

İkinci nokta: Fikrî ve aklî inançları, felsefi bahisler, özellikle de “Hikmet-i Mütealiye” (İmam Humeyni, 1384: 11), yani “Molla Sadra’nın Felsefesi” yardımıyla öğrenmektir. Daha net bir ifadeyle, ilim makamı öncelikle aklî ve husûlî tefekkür yoluyla, ikincisi bürhan ve felsefe yöntemiyle kazanılacaktır. Zira dinin akaidine dair meseleleri öğrenme alanına ayak basan ve bu uğurda da hiçbir çabayı esirgemeyen pek çok kişi, ya sadece “kelam bahisleri” yoluyla fikrî temellerini takviyeye girişmekte, ya “Meşşai” ve “İşraki” felsefe yöntemiyle tarz geliştirmekte, ya da nakil ashabı, ehl-i hadis, ahbarilik ve tefrikçilik üslubuyla ilim edinmektedir.

Dolayısıyla sâlik mutlaka “felsefe” bilmek ve “ilim makamı”nı bürhan ve felsefeye dayalı sülûkla kazanıp tespit etmek zorundadır. Böyle yapmadığı takdirde fikrî ve itikadî düzeni, bazı durumlarda vehimler, hayaller, meşhurlar, kesinlikler, zanlar, temsiller ve gayrısı temelinde şekillenebilecektir. İşte bu yüzden İmam Humeyni, sülûkun başlangıcında felsefe bilmeyi önemli ve zaruri icaplardan saymaktadır: “Saadet mertebelerinin asgarisi, insanın bir dönem felsefe okumasıdır.” (İmam Humeyni, 1385, c. 3: 472).

İmam Humeyni, muhtelif konulara uygun olarak eserlerinde yer yer ve peyderpey bu meseleyi, yani aklî ve felsefî metoddan yararlanmanın zaruretini vurgulayıp ona dikkat çekerek şöyle belirtmiştir:

Bil ki, kul için hasıl olacak ilk mertebe, Hakk’ın zât, sıfat ve fiil bakımından cemil olduğunu -ilim ve hikmet bürhan itibariyle- bilmektir. (İmam Humeyni, 1381: 170).

“İlim ve hikmet bürhanı itibariyle” ilim edinmenin yalnızca “Hakk’ın cemil olduğu”nu bilmeyle kısıtlı kalamayacağı, bilakis maarifin tamamını bu yoldan anlamak gerektiği açıktır.

Şerh-i Esfar’da da tevhid ve ilahiyat bahislerini öğrenme tarzı hakkında şöyle demiştir: “Bâtıl itikadlara yol vermemek gerekir. Mümkün mertebe tevhid, mutlak kemal ve nurların nuruna delalet eden bürhanlar akıl kuvvetinde sebat bulmalı ve tahkim edilmelidir.”(İmam Humeyni, 1385, c. 3: 463). Şerh-i Dua-yi Seher’de “ikisi arasında bir şey” ve “teşbih ama aynı zamanda tenzih” bahisleri ve akidenin diğer bir çok önemli meseleleri hakkında sahih ve derinlikli anlayış için muhataplarını Molla Sadra’nın eserlerini mütalaa etmeye yöneltmiştir:

من اراد ان یتضح له الأمر علی تفصیله فعلیه بالرجوع الی مسفورات أساطین الحکمة و اولیاء المعرفة. سیما السید المحقق البارع الداماد و تلمیذه العظیم صدر الحکماء المتألهین رضوان اللّٰه علیهما

Böylelikle yukarıdaki meselelerin tamamından, İmam Humeyni’ye göre başlangıç seviyesindekiler ve sevgili sâlikler için Allah’a doğru sülûk cihetinde ilk adım ve menzilin ilim makamı olduğu, yani aklî ve felsefî bürhanlara dayalı dünya görüşünden yararlanmak manasına geldiği sübuta ermiş olmaktadır.

Tabii ki bu, sülûk yolunun felsefe metoduyla sınırlı olduğu anlamına gelmemektedir. İmam Humeyni, aklî ve felsefî bahislere girme kabiliyeti bulunmayan, kendisinin ifadesiyle “ıstılahların ehli” olmayan kimselere kalple “zikir” yolunu ve içe yönelmeyi tavsiye etmektedir: “Eğer ıstılahların ehli değilse Zât-ı Mukaddes’i mahbub tezekkürden ve kalp, hal iştigalinden netice hasıl edebilir.” (İmam Humeyni, 1382: 457).

İkinci Makam: İman Makamı (Kalp ve Vicdan Bilgisi)

İmam Humeyni açısından ilim makamından (bürhan ve felsefeye dayalı dünya görüşü) sonra sâlikin adım atacağı ikinci mertebe “iman makamı”dır.

Sâlik, felsefi ve ontolojik bahislerde -özellikle de Hikmet-i Mütealiye yoluyla- giriştiği tahkik ve derinleşme sonucunda, aklî deliller ve bürhanlardan yardım alarak bir dizi hakikat hakkında sahih, derinlikli ve gerçeğe uygun -elbette beşeri gücü oranında- bilgi edindikten sonra büyük bir ciddiyet ve ilimde derinleşme azmiyle “akla müteallik” bu bilgisini, “kalple irtibatlı” imana dönüştürmelidir.

Diğer taife, fikrî ve aklî adımla idrak ettikleri hakikatleri akıl kalemiyle kalp levhasına aktaranlardır. Onların kalbi de bu hakikatlere aşina olarak iman etmiştir. Zira kalbin iman mertebesi, aklın idrakinden çok farklıdır. İnsanın akılla idrak edip bürhan ikame ettiği ama kalbî iman mertebesine ve itminan kemaline ulaşamamış, yani kalbin akılla yoldaş olmadığı nice şey vardır. (İmam Humeyni, 1388:19).

Akıl ve bürhanın ilmi ve marifeti, kişinin bir meseleye özgü bilgiye sahip olduğunda ona karşı imanı önemsizleştirecek veya kendisini buna muhtaç hissettirmeyip müstağni vehmettirecek şekilde kalbî imanın icabı veya ta kendisi değil, onun mukaddimesi ve ön ihtiyacıdır. Çünkü bir kimsenin bir şeyle ilgili edinilmiş nazari bilgisi bulunabilir ama aynı zamanda onu kalben kabul etmemiş ve pratikte de gereğini yerine getirmemiş ve ona sadakat göstermemiş olabilir. Bu sebeple ahiret yolunun sâliki, “aklî ve felsefî sülûk”u boyunca, kazandığı ilimlerin aklından kalbine yol bulması gerektiğini daima göz önünde bulundurmalıdır. Yani bir meseleyi bürhanla ispatladığı ve aklıyla onu anladığında, bürhan ve felsefeye dayalı söz konusu bilginin, faydalı ilmin dışavurumu olabilmesi, pratik ve davranışsal sonuçlar ve bereketler doğurabilmesi için kalben de ona inanmalı ve ruhunun derinliklerinde ona iman etmelidir. Böyle olmadığı takdirde o ilmin kendisi nesnel ve harici kemale ulaşmanın önündeki “hicab”a dönüşecektir. “İman edilmeyen ilmi, hicab-ı ekber kabul ediyoruz.” (İmam Humeyni, 1383: 457).

İmam Humeyni, “iman makamı”nı şöyle izah etmektedir:

Bürhan veya dinlerin zaruriyyatı sayesinde bir şey hakkında ilim elde eden kişi, kalbiyle de onlara teslim olmalıdır. Mümin olabilmek için bir teslimiyet ve alçakgönüllülük tarzı, kabullenme ve boyun eğme biçimi olan kalp ameli gerçekleşmelidir. (İmam Humeyni, 1382: 37-38).

İmanın Ne Olduğu ve Hakikatinin Tarifi

İmam Humeyni, imanın, akıl ve kavramlar mertebesinden kalp sahasına geçiş yapan, öyle ki aklın tasdikine ilaveten insanın kalbinin de o ilmî çerçeveyi ve aklî inancı kabul ettiği ve onunla birlik oluşturduğu gerçekliğe uygun ve akılcı sahih bilgi olduğuna inanmaktadır: “İman, akılcı bilginin kalp mertebesine nüzulüdür.” (İmam Humeyni, 1385, c. 3, 342).

Bu beyan dikkatlice incelendiğinde, öncelikle imanın mukaddimesi ve ön ihtiyacı olan ilim, ondan “sahih iman” çıkarılabilmesi için sahih, aklî, gerçeklik ve bürhana uygun bilgi olmalıdır:

Evvela o hakikatleri tefekkür, akli riyazet, ayetler, aklî beyyineler ve bürhanlar adımıyla idrak etmedikçe ilahi maarif ve hak akaid usulüne iman suret bulmaz. Bu merhale [ilim makamı olan birinci merhaleye işarettir] imanın mukaddimesi mesabesindedir. (İmam Humeyni, 1381: 89).

Çünkü bâtıl ve gerçek dışı zanna inanç ve iman, akıl ve fıtratın hükmüne muhaliftir. Hurafe bilgilere itikad ile bâtıl ve sapkın akaidi kabul etmek de, onun ehli için bir iman ortaya çıkarır ama müşrikler ve putperestlerin mabudlarına olan iman, sevgi ve boyun eğmesi gibi bâtıl ve hakka aykırı bir imandır bu. İkincisi, “bürhana dayalı sahih ilim” nazari aklın sınırında durmamalı, bilakis “iman” adını alabilmek için aşağı inmeli, kalp mertebesine -ihsanın özü ve hakikatidir- yakınlaşmalı ve orada yer tutmalıdır. Böylelikle ondan “huzur edebi” ve kalp halleri ortaya çıkacak, bunun üzerine de nesnel ve pratik tezahürler oturacaktır; tıpkı lisanla ikrar, uzuvlar ve erkan ile amel gibi.[3]

Akıl, hazzını neticelendirdikten sonra ona kanaat etmemelidir. Zira bu kadarlık bir maarifin eseri çok azdır ve ondan edinilecek nuraniyetin hasılı da az olacaktır. Öyleyse Allah’a doğru sâlik olan kimse kalp riyazetleriyle meşguliyet içinde bulunmalı ve her riyazetle oluşan bu hakikatleri, kalbin inanabilmesi için kalbe iletmelidir. (İmam Humeyni, 1381: 89).

İlim ve İmana Aykırı Olanlara Bakma Zarureti

İmanın mana ve hakikatiyle bağlantılı farzedilmesi gereken diğer bir mesele, “ilim” ve “iman”ın sahih ve dakik anlamı, tıpkı bu ikisinin birbirinden farkı ve birbirine aykırılığı gibi iyice anlaşılıp resmedilmedikçe “ilim merhalesi”nden “iman makamı”na geçiş mümkün olmayacaktır.Bu sebeple, bahis konusu ettiğimiz ilim ve imanın ne olduğunu bilmeye ilaveten, esas itibariyle ilim ve iman arasında nasıl bir farklılık ve ayrılık bulunduğunu görmek gerekmektedir. Bu konuda, İmam Humeyni’nin çokça vurguladığı ve muhtelif beyanlarla sürekli gündeme getirip izah ettiği fevkalade önemli meselelerden biri de, çok önemli “İlim, imandan başka bir şeydir.” (İmam Humeyni, 1382: 37) noktasına dikkat çekilmesi ve ikaz edilmesidir.

İlim ve İmanın Ayrılık ve Aykırılığı İle Kastedilen

İlim ve imanın birbirine aykırılığı, sırf bir şeyin bilgisine sahip olmakla -ister aklî bürhan, ister şer’î ve naklî deliller yoluyla olsun- zorunlu olarak ona imanın da gerçekleştiğini asla zannetmemek manasındadır.

Esasen başta ilim ve tahkik ehli olmak üzere birçok insanın içine sürüklendiği en ince hatalardan ve en büyük tökezlemelerden biri, ilim ve imanın dakik biçimde birbirinden ayıramamaları ve bunları “aynı ve bir sanma”larıdır.Bazı kişiler, tevhid, Allah Teala’nın semi ve basir olması, Allah’ın insanların amel ve davranışlarını bilmesi, bütün varlıkların Hakk’ın huzurunda hazır bulunması, meleklerin var olması ve hazır bulunması, berzah halleri, mead, cehennem azapları, cennet nimetleri ve diğer şeyler gibi dinî hakikatlerden bir hakikat hakkında “ilim” elde ettikleri ve bu meseleyi nazari akılla anladıklarında bilerek veya bilmeyerek, bu konularla ilgili bu zihinsel malumat ve fikrî bilginin maksada erişmek için yeterli olduğunu zannedebilirler. Yani istese de, istemese de bir şeyle ilgili bilgiyi, ona imanla eşit ve aynı şey sanabilir, ikisini birbirine karıştırabilirler. Sonuç itibariyle de birine sahip olduğunda kendisini diğerini de elde etmiş farzedebilirler. Halbuki bir şeyin bilgisi, ona imandan farklıdır.

İlim, bir meselede fikrî ve “aklî tasdik”tir. İman ise o şeyle ilgili inanç ve “kalbî teslimiyet”tir:

Bil ki “iman”, Allah’ı ve vahdeti bilmekten, sübutî, celalî ve selbî diğer kemal sıfatlardan, melekler, rasuller, kitaplar ve kıyamet gününden haberdar olmaktan başka bir şeydir. Nicesi bu bilgiye sahiptir ama mümin değildir: Şeytan, bu mertebelerin tamamını benim ve sizin kadar bilir ama kafirdir. Bilakis iman, gerçekleşmedikçe imanın olamayacağı bir kalp amelidir. (İmam Humeyni, 1382: 37).

Birinci  Bölümün  Sonu *

[1]     İrfan-i Nazarikitabının muhterem müellifi şöyle demiştir: “Kendisi [İmam Humeyni] kitabında [Şerh-i Çehil Hadis] seyrü sülûkun menzillerini ve ondan hasıl olan makamları ele almıştır.” Sözün devamında ise Şerh-i Çehil Hadiskitabında şerhlerine girilmiş kırk mevzuyu “kırk menzil” olarak zikretmiştir. Halbuki İmam Humeyni bu kitapta irfanî sülûkun menzil ve makamlarını beyan konumunda değildir. Bilakis sadece onların ahlakî ve irfanî şerhini yapmayı amaçlamıştır. (Daha fazla bilgi için bkz: Muallimi, 1388: 115-117).

[2]     Metinde “muayene” (çev.)

[3]     Hatırlatmak gerekir ki, İmam Humeyni’nin Molla Sadra felsefesini öğrenmeye ve onun ilkelerine dayanan bir dünya görüşü bina edilmesine yaptığı vurgu ve bu konudaki ısrarı, felsefe ve Hikmet-i Mütealiye’yi sınırlandırdığı ve diğer felsefe okullarını reddettiği manasına gelmemektedir. İmam Humeyni aynı zamanda Meşşai ve İşrak felsefesinden de çokça yararlanmış ve onları da düşünce geliştirmede faydalı ve gerekli görmektedir. Bununla birlikte Molla Sadra’nın felsefesine özel bir alakası ve minnettarlığı vardır.

Editör: Hasan Bedel