.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Seyyid Ali Hüseynî


İmam Cafer Sadık (a.s) hakkında iki farklı görüş ve iki yargı türü söz konusudur. Bu iki tür yargı, farklı iki fikir tarzına sahip gruplar tarafından ortaya atılmıştır.


Bu yargıların şekil, içerik ve kaynak bakımından birbirine çok yakın olmaları, hatta bazı ortak yönlerinin olması ilginç ve dikkat çekicidir.


Bu iki yargı tarzına kısa bir giriş yaptıktan sonra, bunlarla ne kadar aşina olduğunuzu siz de hissedecek ve böyle düşünen, bu düşünceyi söylem hâline getiren ve söylemlerinde de direten niceleriyle karşılaştığınızı göreceksiniz.


Birinci yargı, kendilerini İmam Sadık (a.s) taraftarları ve dostları sananlar (Şia ismini taşıyanlar) tarafından ortaya atılmıştır.  



Birinci Yargı


İmam Sadık (a.s) için kendisinden önceki ve sonraki imamların aksine, İslâm dininin hükümlerini yayabilecek ve ilim taliplerine evinin kapısını açabilecek bir ortam ve fırsat doğdu. O bu fırsattan yararlanarak halka açıldı, dini anlatmaya ve din bilgisini yaymaya başladı. İlim ve hakikat âşıklarına kucağını açıp dört bin öğrenciyi bağrına bastı.


Bu mektepte yetişen öğrenciler fıkıh, hadis, tefsir gibi dinî ilimleri; tarih, ahlak ve sosyoloji gibi tabiî ilimleri ilim dünyasına kazandırdı. Başka dinlere mensup olup farklı düşüncelerin savunuculuğunu yapan materyalist, ateist, mülhit ve inkârcılarla bizzat kendisi veya öğrencileri tartışmaya girip ortaya koyduğu delillerle onları etkisiz hâle getirdi. Döneminin kelâm âlimleriyle itikat ve kelâm üzere ilmî mücadelede bulundu ve ilim meydanında, yanlış ve kof düşünce yandaşlarını birbiri ardınca mağlup etti. Sabırlı bir öğretmen gibi yıllar boyu zahmet çekerek uzman ve mümtaz öğrenciler yetiştirdi.


Tesis etmiş olduğu ilim merkezini korumak, İslâmî ilim ve düşünce mektebini yaygın hâle getirmek için siyasete müdahale etmemek zorunda kaldı. Hiçbir siyasî hareketin mimarı olmamakla kalmadı ve hatta bazen dönemin sultanlarını kendine ısındırabilmek için onların belirlemiş olduğu siyasî çizginin dışına çıkmamaya ve muhalefet sayılabilecek bir davranış içinde olmamaya özen gösterdi. Bu yüzden de sultanların işine müdahale ve itiraz etmemekle birlikte, başkalarını da bundan sakındırdı. Gerektiğinde onların yanına gidip hediyelerini kabul etti. Düzene karşı gerçekleştirilen bir kıyam ya da bir muhbirin yalan haberinden doğan su-i zan sonucu İmama darıldıklarında, öfkelendiklerinde İmam güzellikten yana olup gönüllerini elde etti."


Bu tutuma, kesin delil olarak Rebi Hacib'in rivayeti ve o türden olanlar örnek gösterilebilir. Bu türden rivayetler, İmamı, Mansur karşısında suçundan pişmanlık duyan ve Mansur'a övgüler yağdıran bir insan gibi göstermektedir.


Oysaki Mansur gibi sınır tanımaz bir asinin hakkında İmamın böyle bir şey yapmayacağı ve böyle konuşmayacağı hiç kimseye gizli değildir. Bu rivayetin bildirdiğine göre İmam (a.s); Mansur'u, Yusuf, Eyyub ve Süleyman gibi peygamberlerle aynı kategoride değerlendirdikten sonra kendisinden ve Hasan oğullarından gördüğü kötülükler karşısında sabretmesini şöyle dile getirir: "Süleyman ilâhî bahşiş (hükümet) karşısında şükretti. Eyyub cismi ve ruhî rahatsızlıklara duçar oldu; ama sabretti. Yusuf kardeşlerinden zulüm gördüğü hâlde onları affetti, sen de aynı sülale ve soydansın." [1]


İmam Sadık (a.s) hakkındaki birinci yargı kısaca bundan ibaret. Bu yargıda İmam bir bilim adamıdır, büyük bir öğretmendir, ilim ve tahkik ehlidir, sahili görünmeyen bir ilim okyanusudur ki Ebu Hanife onun hakkında ve Malik böyle demiştir. Ama dini yok etmeğe çalışanlar karşısında direnme, iyiliğe davet ve kötülükten sakındırma vazifesine amel etme açısından, İslâm'ın çizmiş olduğu hattı koruma, din ve insanlık karşıtı otoriteler karşısında tavır koyma bakımından sıfırın bile altındadır. Zeyd b. Ali, Muhammed b. Abdullah ve Fah şehidi Hüseyin b. Ali, hatta bunların maiyetindeki askerlerle bile mukayese edilemeyecek düzeydedir. İslâm toplumunda olup bitenler karşısında asla sorumluluk duymayan ve Müslümanların Mansur tarafından sömürülmesinin, Beytül Mal’dan gasp ettiği milyonlarca dirhem ve dinarın üzüntüsünü yaşamayan biridir.[2]


Oysaki Taberistan ve Mazenderan dağlarında, Irak ve İran'ın birçok şehir ve köylerinde yaşayan Peygamber evladı,  temiz insanlar kendilerini, eşlerini ve çocuklarını bir öğün doyuracak yemeğe ve cemaat namazı kılmak için giyecek elbiseye muhtaç idiler. İzleyicileri ölümle burun buruna yaşıyordu, işkence altındaydı, takip ediliyordu, malları yağmalanıyordu, normal yaşam standardının çok altında bir yaşam sürdürüyorlardı.


Bu görüşü savunanlara göre İmam Sadık'ın (a.s), bu durum karşısında hiçbir duyarlılığı yoktu; hiçbir şekilde sorumluluk hissetmez. Yanına gelen İbn-i Ebi'l-Evca veya başka bir inkârcıyı mağlup etmekle yetinmekte ve bununla gönlünü hoş tutmaktadır... Bu mağlubiyet bile onu Müslüman etmez ve öylece ayrılıp gider...
Birinci yargı uyarınca İmam Sadık (a.s) böyle bir kişilik sahibidir.


İkinci Yargı


İkinci yargı ise saldırı mahiyetlidir. Şöyle ki;


"İslâm toplumunun (daha doğrusu adı Müslüman toplumun) sınıfsal ayrımcılık ateşinde yandığı, toplumdaki en çarpıcı görüntülerin tuğyan ve adaletsizlik olduğu, dikta yönetiminin elleri halkın namusuna, malına, canına ve dahası beyinlerine, kalplerine ve duygularına musallat olup gitgide insani özelliklerden yani seçme ve düşünme gücünden uzaklaşan halka her türlü muameleyi reva gördüğü, Mansur'un efsanevi "el-Hamra" sarayının, binlerce virane ve enkaz yanında kendini gösterdiği, Mansur zindanlarında toplumun en haysiyetli insanlarına insanlık dışı işkencelerin yapıldığı böylesi çekilmez ve karanlık bir dönemde İmam Sadık (a.s), ders vermek, müçtehit ve kelâmcı yetiştirmekle meşgul oluyorsa demek ki bir rehberin üstlenmesi gereken insanî misyona itinasız veya ondan büsbütün gafildir!."


Bu, İmam Sadık'ı (a.s), imam olarak tanımayanların yargısıdır.


Onu, tarihte yaşamış olan inkâr edilemez bir hakikat bilirler ancak hakkında yargı sahibi olabilmek için hayatını bilmek ve tarih aynasındaki yüzünü görmek gerektiğini savunurlar. (Taraftarları açısından din ve dünya önderliği anlamına gelen) imamet makamının ona yakışıp yakışmadığı, saygıya mı yoksa aşağılanmaya mı layık olduğu sonucuna varmak ise meselenin ikinci aşamasıdır.


Bu görüşün mimar ve savunucuları, İmam Sadık'ın (a.s) gerçek yüzünü görebilmek için güvenilir ve hatta herhangi bir kaynağa müracaat etmişler midir? Kaynaklar üzerinde tahkik yapmaları gerekirken, İmam hakkındaki duyum ve kuruntularına mı dayandırmışlar yoksa bu düşüncelerini?


Farklı iki kesim tarafından dile getirilen İmam Sadık (a.s) hakkındaki her iki yargı da insafsızca, mesnetsiz ve bir o kadar da yüzeyseldir. Bir yandan İmam Sadık (a.s) taraftarlığı ve izciliğinden dem vurup bir yandan da böylesi bir yargının savunuculuğunu yapmak affedilir türden bir şey değildir.


Ben, İmam Sadık (a.s) ile ilgili bütün delil ve kaynakları buraya dökerek, senetlerini inceleme ve uzlaştırılması gereken rivayetleri uzlaştırarak bir neticeye varmak gibi alışılagelmiş bir tahkik gayesi taşımıyorum. Çünkü bu türden bir araştırma, ilmî oturumların uhdesinedir.


Ben, açıklamasını yaptığım bu iki yargı karşısında üçüncü bir yargının var olduğunu da belirtmek ve şüphe götürmez delillerini, ulaşılabilir kaynaklardan sizlere sunmak amacındayım. Göstereceğimiz kaynak, adres ve (birçok kez duymuş olduğunuz) rivayetler -ki onları yazan ve söyleyenler bile nasıl bir mesaj taşıdığının farkında olmamışlardır- zaviyesinden bakarak İmam Sadık'ın (a.s) gerçek yüzünü görebilecek ve de yaşamı hakkında adilane bir yargıya varabileceksiniz.


Asıl konuya girmeden önce, mezkûr iki yargıdan hiçbirinin sahih ve güvenilebilir bir temele dayalı olmadığının altını çizmekte yarar görüyorum.


İki Yargının Kaynağı


İmam hakkındaki ilk yargının kaynağı birkaç rivayetten ibarettir. Bunlar, şer'i bir kılıf peşinde koşan fırsatçılar açısından elbette ki kabul edilebilir deliller görünümündedir. İmam Sadık (a.s) gibi biri, her yönlü bir yönetici üslubu ile yalan övgülerden uzak bir şekilde bunları yanıtlaması gerekirken, böylesi bir yağcılıkta bulunabiliyor ise, onun taraftar ve öğrencileri de kendilerini korumak için tasavvuru mümkün her şeyde işbirliği içinde olmalarının bir sakıncası olmasa gerek. İlmî açıdan bu rivayetlerin ne kadar değersiz olduğunu kanıtlamaya bile gerek yoktur; mezkûr rivayetlerin içeriği, hiçbir değer ifade etmediklerine en güzel kanıttır bizce.


İmam, kendine yöneltilmiş olan ölüm tehlikesini başka bir şekilde ve daha uygun bir dille uzaklaştırabiliyorsa eğer -ki bunun örneğini makul ve makbul rivayetlerde görmek mümkün-, Mansur gibi bir zalimi yalan sözlerle överek, yağcılık yaparak ve hakikat payı olmayan bir haysiyeti Mansur'a mal etme gayreti içinde niye olsun? Hiç kuşkusuz, yüce imamet makamı, böylesi ahlak dışı nispetlerin zannından bile münezzeh ve beridir. Sözü edilen rivayetlerin ele alınıp senet bakımından incelenmesinin de öğretici ve ibret verici olacağı kanaatindeyiz. Bu rivayetlerin bir kaçında "Rabi-i Hacib"in ismi geçmekte ve hadisin senet silsilesi onunla son bulmaktadır.

Rabi, Mansur'un özel memuru ve o günün tabiriyle kapıcısıydı. Ondan daha adaletli hadis rivayetçisi mi olurmuş efendim? Kaynakların bildirdiğine göre Rabi, Mansur'un en yakın ve en güvenilir adamıdır. Hicri 153 yılında (İmam Sadık'ın şehadetinden beş yıl kadar sonra) vezirlik makamına ulaştı. Düzene sadakat ve bağlılığında şüphe edilmeyen Rabi gibi birinin, o türden hadisler naklederek İmam Sadık'a (a.s) dalkavukluk nispeti vermesi veya İmamın çok sert bir şekilde kullandığı ifadeleri yumuşatarak istirham kalıbına dökmesi, beklenmedik bir şey değildir.[3]


Asıl beklenmedik olan, akıllı birilerinin kalkıp da düzenin sadık dostunun, halifenin düşmanı hakkındaki sözlerine inanması ve planlanmış alçakça komplonun bir parçası olan Rabi'in Şiilik iddiasını kabul etmesidir.

İkinci yargı da en az birincisi kadar tutarsız ve ilmî payeden yoksundur; önyargı ve cehalete dayalı olması yönünden de doğu bilimcilerin sözüne benzemektedir. Aynı özelliklerle, ruhsuz, dar ve materyalistçe. Ve hatta İslâm, Şiilik ve İslâm büyüklerinin yaşam tarihi hususunda olduğu gibi Şia İmamları hakkında da bu tür önyargı ve bilgisizliğe dayanan sözleri, değişmez üslubuyla ilk olarak ortaya atanlar yine bu müsteşrikler olmuştur. Onlardan biri,[4] İmam Hasan'ın (a.s) hamasetinden söz ederken şöyle der: "Hilafeti paraya sattı; kadın, güzel koku ve lüks bir hayat içinde ömrünü tüketti."


Bir diğeri[5]i tarihi görüş açısından bakarak İslâm'ı şöyle yorumlar: "İslâm bir değişim noktası olup muasır toplulukların kölelikten feodalizme geçişini sağlamıştır..."


Bir başkası ise, bu türden kof araştırmalar ve ilgisiz etütlerle cehaletlerini kusmuştur...


Buna binaen, İmam Sadık (a.s) hakkındaki tutarsız ve ilim fakiri bu yargının onlar tarafından ortaya sürülmesi de garipsenmemeli. Daha da ilginç olanı, sözü edilen yargı sahiplerinin kaynağının, bu silsilenin ilk halkasının yontularından başka bir şey olmamasıdır; aksi takdirde İmamların hayatını böylesi mantık dışı bir yöntemle sınırlı tutmak nasıl mümkün olur?


Doğru Yargı ve İmametin Felsefesi


İmam Sadık (a.s) hakkındaki bu iki yargıyı açıkladıktan sonra basiret sahibi insanların kaynaklardan kolayca elde edebileceği üçüncü yargıyı açıklamak istiyoruz. Öncelikle hatırlatmak gerekir ki bu yargı, hem İmam Sadık'ı (a.s), hem de diğer Şia İmamlarını kapsamına alan genel bir yargıdır. İmamlardan her biri, zaman ve mekân şartlarına uygun olarak özel bir amel tarzı seçmiş ise de ruh ve hakikat hep aynı olmuştur.


İmam Sadık'ın (a.s) hayatının ana ekseni hakkında bilgi sahibi olabilmek için "imamet" felsefesini öğrenmek bir zorunluluktur. Şia mektebinde "imamet" adıyla bilinen ve 250 yıl (Hicri 11-260) boyunca belirlenmiş on bir insan[6] tarafından icra ve ihya edilen husus, hakikatte nübüvvetin devamıdır.


Peygamberler bazı hedefler ve programlarla, yeni ideolojilerle, insan yaşamı için yeni bir tasarıyla, insanlık için bir mesajla gönderilirler. Yapıcı bir uğraş ve telaş uğruna yıllarını vererek ilâhî emaneti, zaman ve imkânlar el verdikçe adım adım ileriye taşırlar. Sınırlı bir zaman içerisinde yaşayacak olan insanın, yaşadığı sürece faaliyetlerinin ürününü en mükemmel ve en olgun hâliyle göremeyeceği bir gerçektir. -Ana hatları ve belirleyici yönüyle ona daha yakın ve benzer insanlar tarafından- bu telaş ve uğraş devam ettirilmeli ve bu emanet, emniyet ve beka yurduna ulaştırılmalıdır.


Bu insan veya insanlar peygamberin vasileri ve ümmetin imamlarıdırlar. Büyük peygamberlerin ve yeni mesaj taşıyıcıların hepsinin vasi ve naipleri olmuştur. İmameti her yönüyle anlayabilmek, peygamberin vazifesini ve peygamberliğin felsefesini anlamaya bağlıdır. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:


"Peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve nizamı (yeni mektep, ölçü ve kanunlar) indirdik." [7]


Bu ayet, peygamberliğin neden ve felsefesini, bir başka açıdan da peygamberlerin vazifesini belirleyen ayetlerden sadece biridir. Peygamberler, dünyayı yeni bir düzen üzere şekillendirmek, çarpıklıkları yok etmek ve kendi dönemlerindeki cehalet ortamında bir diriliş ve öze dönüşü gerçekleştirmek için gönderilmişlerdir. Vahiy ve Kuran'ın sözcüsü İmam Ali (a.s), hükümetini kurduğu gün şöyle buyurmuştur:


"Hak etmediği hâlde yüce mevkilerde bulunanları aşağı indirin ve sömürülerek aşağıda tutulanları ise uygun yaşam seviyesine yükseltin."


Peygamberlerin gönderiliş felsefesini şöyle özetleyebiliriz:


"Tevhit ve sosyal adalet üzere kurulu toplumlar oluşturarak insanın yüceliğini korumak, fert ve kesim ayrımı yapmaksızın herkesin özgürlüğünü, hukukî ve kanunî eşitliğini garanti altına almak, sömürü, haksızlık ve stokçulukla mücadele etmek, insanî istidatların filizlenmesi için zemin hazırlamak, insanları ilim öğrenmeye teşvik ederek düşünce ufuklarını açmak, her yönüyle insanın eğitilmesini ve olgunlaşmasını sağlamak ve tarihî tekâmül sürecinde değişim ve atıf noktasına ulaştırmak."


Peygamberler, işte bu görevleri yerine getirmek için gönderilmişlerdir. Netice itibariyle imametin de nübüvvetin devamı ve uzantısı olması hasebiyle bu emanetin devamı ve imam da aynı vazifelerle sorumludur. Eğer Peygamber efendimiz 250 yıl yaşasaydı ne yapar ve hangi yönde hareket ederdi?


Peygamberin vasi ve naibinin amel ve yöntemi Peygamberinkinin aynısıdır. İmametin hedef ve yolu, peygamberliğin hedef ve yoluyla aynıdır. Amaç İslâmî adalete dayalı bir düzen ve toplum oluşturup devamı ve yayılmasını sağlamaktır.


Zamanın gereksinimleri farklı olduğu için her döneme uygun taktik ve yöntemler geliştirip kullanmak bir zorunluluktur. Peygamberimizin bile, İslâm devleti kurulmadan çok önceki ve bu hedefe yaklaşıldığındaki ve de hedefi gerçekleştirdikten sonraki tutum ve yöntemleri farklı olmuştur. Bu aşamaların her birinde kullanılan yöntemin farklı olmasına rağmen değişmeyen bir şey vardı, uğrunda gönderildiği ve gerçekleştirmek için henüz yaşadığı yüce hedef; insanın her yön ve boyutuyla yücelebilmesi, varlığındaki bütün istidat ve enerjilerden faydalanabilmesi için müsait bir çevre ve düzen kurmak ve de onu korumak.


Ehlibeyt İmamlarının İki Ana Hedefi


Ehlibeyt İmamlarının hedefi de Peygamberin hedefiyle aynıydı; aynı özellik ve aynı yönde İslâmî adalete dayalı bir düzen kurmak veya bu kurulu düzenin bekasını sağlamak.


Sosyal bir düzenin oluşturulma veya bekası, ne gibi yapıcı unsurları gerektirir? Önce böyle bir düzeni tasarlayan, planlayan ve teklif eden kılavuz ve yönlendiricinin ideolojisine, sonra zorluklar ve engeller karşısında, düzenin tahakkuk bulması ve yürürlüğe girmesi için icra gücüne ihtiyaç vardır. İmamların ideolojisinin İslâm ideolojisi olduğunu biliyoruz. İslâm ise kendine has özelliklerinden[8] yararlanarak ebedilik kazanan insan mektebidir.

Bu açıklamanın göz önünde bulundurulmasıyla Peygamberimizin (s.a.a) hak halifeleri olan Ehlibbeyt İmamlarının genel programları rahatlıkla anlaşılacaktır. Bu program birbirinden ayrılmaz iki bölümde gerçekleşir.

Birinci bölüm ideolojiye, ikinci bölüm ise uygulayım ve toplumsal güç kazanımına aittir.


İmamlar, İslâm ideolojisini asıl konumuna döndürme, belirleme, güç kazandırma ve uyarlama yolunda var güçleriyle çaba sarf ederek mezkûr programın birinci bölümünü ifa etmişlerdir.


Cahil kafalar ve garazlı gruplar tarafından çıkarılan bidat ve tahrifleri saptayarak insanlara sunmuş, İslâm ideolojisini toplumunun her geçen gün değişen sosyal yaşamına uyarlamış, karşılaşılan hadiselerden nasıl yararlanabileceğini gelecek nesillere öğretmiş, zorbaların çıkarlarıyla çakıştığından dolayı müphem kalan veya unutturulan bölümlerini ihya etmiş ve normal insanların ulaşamayacağı hususları kusursuz marifetleriyle Kuran'dan istinbat etmişlerdir.


Kısacası, İslâm'ı, dinamik ve hayat veren bir din olarak korumak ve nasıl korunacağını öğrencilerine ve gelecek nesillere öğretmek için çalışmış ve zahmetler çekmişlerdir. Sözü edilen programın ikinci bölümüne dönük olarak imamların faaliyeti şöyle özetlenebilir:


"Her dönemde İslâm toplumunun siyasî ve içtimaî durumuna uygun gerekli ön hazırlıkları yapıp en kısa zamanda veya ileriye dönük olarak çalışmalar yapıp yönetimi ele almak."


Ehlibeyt imamların yaşamı bunun mücadelesini vermekle geçmiş, bu uğurda yaşamış ve bu yolda da şehit edilmişlerdir. Mevcut tarihî belgeler bu mücadeleye tanıklık etmiş olmasaydı bile Şia, iman ve akidesi gereği bunun aksini düşünemez ve söyleyemezdi.

Kaynaklar

[1]- Bizzat gördüğüm kadarıyla bu hadisin içeriği sekiz hadiste tekrar edilmiştir; ancak hiç birinde senet nakledilmemiş, sadece olayın kendisi anlatılmış ve bununla yetinilmiştir. Ayrıca ravilerin, olayın gelişim esnasında orada bulunmadıkları kesin olmakla beraber olayı kimden naklettikleri de belli değildir. Sadece bir rivayette olay İmamdan nakledilir, bu rivayetinse senedi muvassak (güvenilir) değildir. (Bkz. Bihar'ul-Envar, Kamus'ur-Rical, c.9, s.509)

[2]- Mansur öldüğünde, altı yüz milyon dirhem ve on dört milyon dinar hazinesinde mevcut idi. (Asr'ul-Ezhar, s.60,70)

[3]- Mansur'un ikinci ve son veziri idi. Zeki, iş bilir, yetenekli ve yönetici ruhlu biriydi. Mansur'un ömrünün sonuna kadar (Hicri 158) vezirlik makamında kaldı. Mansur ve Abbasilere son derece bağlıydı. Mansur ve amcaları arasında cereyan eden dahili ihtilaflar ve saltanat kavgası sonucu gittikçe güçsüzleşen ve hatta yok olma tehlikesiyle burun buruna gelen Abbasi saltanatını bu krizden kurtaran Rabi oldu. Mansur'un son anlarında, Mansur adına hazırladığı vasiyet mektubunu düzenin bütün yönetici, vali ve büyüklerine sunarak Mansur'un oğlu Mehdi için biat aldı ve böylece de hilafeti kimseye kaptırmadan büyük bir hizmete imza atmış oldu. (Asr-ul Ezhar, s.59, 70)

[4]- Yahudi müsteşrik Filip yazmış olduğu "Arap tarihi" kitabında.

[5]- Rus tarihci ve araştırmacı Petroşifski "İran'da İslâm"adlı kitapta.

[6]- Resulullah'ın (s.a.a) vefat yılından İmam Hasan Askeri'nin (a.s) vefatına kadar ki imamlar silsilesi.

[7]- Hadid/25

[8]- İnsanın asil ve değişmez ihtiyaçları uyarınca tasarlanmış olması, İslâm dininin özelliklerinden biridir.