.

Ehlader Araştırma Bölümü

يَا بُنَیَّ اِنَّهَا اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ فٖى صَخْرَةٍ اَوْ فِى السَّمٰوَاتِ اَوْ فِى الْاَرْضِ يَاْتِ بِهَا اللّٰهُ اِنَّ اللّٰهَ لَطٖيفٌ خَبٖيرٌ 

"Evladım! Gerçek şu ki, (yapılan iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi ağırlığınca bile olsa ve o bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin içinde bulunsa, Allah onu (kıyamet günü) getirir. Çünkü Allah, en ince şeyleri bilir ve (her şeyden) haberdardır..."  (Lokman / 16)

İçinde yaşadığımız evrende bulunan yer ve göklerin genişliğini bilmiyoruz. Şu ana kadar kimse onun genişliğini dakik olarak bilememiştir. Kesin olan şudur ki bilim, evrenin sırlarını çözmek için daha büyük adımlar attıkça, insan, gök âleminin genişlik ve azametini daha iyi anlamaktadır. Bir zamanlar beşerin evren hakkındaki bilgisi, bir merkez (yer) ve dokuz gezegenle sınırlıydı ve dokuz gezegenden sonra hiçbir şeyin olmadığına inanılırdı. Kopernik ve Galileo gibi bilim adamlarının araştırmaları bu teoriyi ortadan kaldırdı. Teleskoplarla uzunluğu ve genişliğinin metre ve fersah ile ölçülemeyeceği bir âlem keşfettiler. Bu nedenle bu mesafeleri başka bir ölçüm aletiyle belirlemek zorunda kaldılar. Yıldızlar arasındaki mesafeyi belirlemek için belirlenen ölçüm aleti “ışık hızı” olmuştur. Işık her saniyede elli bin fersaha denk olan üç yüz bin km. hızla yol kat etmektedir. Eğer bahsedilen miktarı bir dakika olan altmış saniyeyle çarparsak ışığın hızı her dakikada üç milyon fersaha ulaşır. Dolayısıyla ışık her saniyede kırk bin km. olan yeryüzünün etrafını yedi defa dönebilir.

Günümüzde güneş ışığının yaklaşık olarak sekiz dakikada yeryüzüne ulaştığı kesinleştiğine göre şöyle diyebiliriz: Işık bu kısa sürede yirmi dört milyon fersah yol kat etmektedir ve yeryüzünün kendi merkeziyle (güneşle) olan mesafesi yaklaşık yirmi dört milyon fersahtır. Akıl bu genişlik ve azamet karşısında hayretler içerisindedir. Oysaki bu hesaplama güneş sistemindeki sadece bir gezegene aittir ve güneş sistemi, yüzbinlerce sistem ve galaksi ötesi evren karşısında kayda değer bir büyüklükte değildir. Son yıllarda uzaydaki âlemlerin azamet ve genişliğini derk etme yolunda büyük adımlar atılmıştır. Öyle ki bu, insan tasavvurundan ötedir. Ernest Flammarion, en uzak galaksi ötesi evrenin (bizim galaksimizin dışındaki uzay âlemlerinin) mesafesini beş milyon ışık yılı olarak farzetmiştir. Ancak günümüzde bu mesafe bin milyon ışık yılından fazla sayılmıştır ve galaksi ötesi evrenlerin sayısı kayıt altına alınanlara bakıldığında milyonlara varmaktadır. İnsanlığın günümüzdeki bulguları, gelecek nesillerin bulguları karşısında belki de Batlamyus takipçilerinin elindeki bilgiler karşısında günümüz insanlığının elindeki bilgiler gibi olacaktır. Gelecek nesiller belki de bizim ölçümlerimize gülüp geçecektir. Allah, bu gerçeklere kısa bir ayetinde şöyle değinmiştir:

“Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak, insanların çoğu bilmezler.”[1]

Lokman, Evladına Neler Söylemektedir?

Lokman’ın ahlak ve eğitim mektebi çeşitli bölüm ve programlardan oluşmaktadır. Bunlar birbiri ardınca birkaç ayet içeriğinde gelecektir. Onun birinci eğitim programı Allah’ı tanımak ve her türlü şirke karşı mücadele etmek idi. İkinci programı Allah’ı tanıtmak ve Allah’ın bütün varlık âlemini kuşattığı konusuyla başlamaktadır. O der ki: Allah, âlemdeki bütün varlıkları kuşatmıştır ve ne kadar küçük olursa olsun, hiçbir şey O’nun gözünden gizli değildir. Lokman’ın, Allah’ın sıfatlarını anlatmakta eğitim açısından bir hedefi vardı. O hedef ise şudur: Her şeyden haberdar olan Allah’ın karşısında olduğumuza göre, bilmeliyiz ki küçük ve büyük bütün işlerimizin hesabını soracaktır.

Şimdi ise bu iki merhale (Allah’ın her şeyden haberdar olması ve insanları hesaba çekmesi) konusunu kısaca ele alacağız. Kur’ân ayetleri, Allah-u Teâlâ’yı nasıl tanıtmaktadır? Kur’ân, Allah’ın bütün varlıkları ilmiyle kuşattığı konusunu çeşitli ifadelerle beyan etmekte ve yüce Allah’ın makamını küçük dahi olsa herhangi bir konudaki cehaletten münezzeh bilmektedir. Şimdi bu konudaki birkaç ayete bakalım:

“Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey (dahi) O’ndan gizli değildir. Ondan (zerreden) küçük olsun büyük olsun ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.”[2]

“Gaybın anahtarları, O’nun yanındadır. Onları, O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir. O’nun bilgisi dışında bir tek yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tek tane dâhil, yaş ve kuru ne varsa, hepsi açık bir kitaptadır.”[3]

Kur’ân’daki birçok ayet Allah’ın âlemdeki işler ve varlık âleminde gerçekleşen olaylar üzerinde ilmi ihatasını ispatlamaktadır:

“Şüphesiz Allah’a, yerde ve gökte de hiçbir şey gizli kalmaz.”[4]

Şimdi Kur’ân ile hakiki Tevrat’la bir ilgisi olmayan günümüzdeki Tevrat arasında bir karşılaştırma yapmak uygun olacaktır.

Kur’ân ve Tevrat Arasında Kısa Bir Karşılaştırma

Kur’ân nasıl Allah’ın her şeyi kuşatmış olduğunu ve her şeyden haberdar olduğunu anlatıyor, gördünüz. Ancak Tevrat Hz. Âdem ve Havva’nın kıssasında Allah’ın ilmini öylesine sınırlandırıp küçümsüyor ki, kalem bunu yazmaktan utanır:

“Âdem ve Havva o ağacın meyvesinden yediklerinde gözleri açıldı ve çıplak olduklarını gördüler. Hemen kendilerini örttüler. Allah, Âdem ve Havva’yı cennette yürürlerken gördü. Âdem ve Havva hemen saklandılar. Allah: Neredesin? diye Âdem’e seslendi. Âdem: Sesini duyar duymaz saklandım. Çünkü çıplağım, dedi. Allah: Çıplak olduğunu sana kim bildirdi? Yoksa o ağacın meyvesinden mi yedin? dedi.”[5]

Allah’ın iki adım ilerisindeki Âdem’in gizlenme yerinden haberdar olmadığını söylememiz doğru olur mu? Şüphe yok ki günümüzdeki Tevrat, Kur’ân’ın onun hakkında şu sözü söylemiş olduğu hakiki Tevrat değildir:

“Tevrat'ın yazılı olduğu o levhalarda, hidayet ve rahmet, Rablerinden korkanlara aittir diye de yazılmıştı.”[6]

Her İşin Bir Karşılığı Vardır

Lokman ilk öğüdünde değerli evladını Allah’a övgüye ve ibadete yönlendirdi ve onu şirk türlerinden menetti. İkinci öğüdünde amellerin karşılığı olduğu inancı kapılarını onun yüzüne açtı. Yüce Allah’ın sıfatlarından birini hatırlatarak şöyle demiştir:

“Gerçek şu ki, (yapılan iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi ağırlığınca bile olsa ve o bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin içinde bulunsa, Allah onu (kıyamet günü) getirir. Çünkü Allah, en ince şeyleri bilir ve (her şeyden) haberdardır...”

“Allah onu getirir” sözünden maksat nedir? Bu cümlenin birkaç ihtimali vardır ve hepsine değineceğiz:

1- Bütün ameller kendine has bir şekilde kıyamet günü insanın karşısına çıkacaktır. Namaz ve oruç bir şekilde, kötü ameller de başka bir şekilde insanın karşısına çıkacaktır. Tövbe suresinin 35. ayeti bu hususa açıkça şahitlik etmektedir:

“Onların (biriktirdiklerinin) cehennem ateşinde kızdırılacağı gün alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanır. “Bunlar sizin kendiniz için biriktirdiklerinizdir. Öyleyse biriktirmekte olduğunuz şeyleri tadın!”

Belki de Lokman’ın maksadı şudur; kıyamet gününde iyi ve kötü olmak üzere bütün ameller Allah’ın emriyle kendine has bir şekilde görünecektir.

2- Belki de maksat şudur; kıyamet gününde insanın amelleri tıpkı dünyada taşıdığı özellikleriyle en ufak bir farklılık olmaksızın hesap anında belirecektir. Ancak bu amellerin nasıl o sahneye gelecekleri bilinmemektedir. Bu hakikat, yani amellerin kıyamet alanına getirilmesi aşağıdaki ayetlerden de anlaşılmaktadır:

“O gün herkes, hayır olarak işlediği şeyi karşısında hazır bulacaktır; kötülük olarak işlediğini de.”[7]

“Yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.”[8]

“Kim bir zerre ağırlığınca iyilik yaparsa, onu görür.”[9]

3- Diğer bir ihtimal de şudur ki, insan er veya geç amelinin sonucuna ulaşacaktır ve her amelin bir karşılığı vardır. Bu karşılıklar kimi zaman bu dünyada onun eteğine yapışabilir. Bu gök kubbe tıpkı insanoğlunun yaptığı çatılar gibidir. Her türlü sesi kendine has bir şekilde geriye aksettirir. Bu maddî âlemde yaptıklarımızın sonucu yine kendimize dönmektedir. Kesinlikle kıyameti bekleyip de orada cezalandırılmayı ummanın yeri yoktur. Bilakis o günden önce herkes kendi amel ağacının meyvesini bu dünyada toplayabilir. Allah bu dünyada her kadın ve erkeğin güzel ameller fidanını geliştirir ve onu kendi amelleriyle nasiplendirir:

“Erkek olsun, kadın olsun, kim mümin olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz onu temiz bir hayatla yaşatacağız ve mükâfatlarını da muhakkak yaptıklarının en güzeliyle vereceğiz.”[10]

Amellerin mükâfatı ve cezasının verileceği asıl merkezin kıyamet günü olduğu doğrudur. Zaten bu sebepten dolayıdır ki o güne, “hesap günü” denilmiştir. Ancak bir kısım amellerin bu dünyada ağır karşılıkları vardır. Öbür dünyaya adım atmadan önce bazı iyi veya kötü amellerimizin sonucuyla karşı karşıya gelebiliriz. Mevlana ne güzel demiştir:

Bu dünya şahittir ve amellerimiz nida,
Nidalardan tekrar bize döner seda.
Her ne kadar duvarın gölgesi uzun da olsa,
Ona doğru döner o gölge tekrar.

İşte bu yüzden şunu söylememiz mümkündür: “Allah onu (kıyamet günü) getirir” cümlesinden maksat geniş bir anlamdır. Belki de bu dünyayı da kapsamaktadır ve kötü insanlar veya iyi insanlar amellerinin sonuçlarını bu dünyada bulmaktadırlar. Tarih boyunca bunun o kadar çok örneği vardır ki, burada sadece iki tanesine değinmekle yetineceğiz:

1- Peygamber Efendimizin (s.a.a) en belirgin özelliklerinden biri de, insanların haklarını ve hizmetlerini her ne kadar az olursa olsun görmezlikten gelmemesiydi. Biri ona iyilik yapsa, kat kat fazlasıyla telafi ederdi. Peygamber efendimiz (s.a.a) çocukluk dönemini Hevazin kabilesinin bir kolu olan Beni Sa’d kabilesinde geçirmiştir. Halime Sadiye adlı bir kadın beş yıl boyunca ona bakmıştı. Beni Sa’d kabilesi Müslümanlarla yapılan Huneyn savaşına katılmış ve bu savaşta kadın ve çocuklarından bir grubu ve bir miktar mal varlıkları Müslümanların eline geçmişti. Yaptıkları şeyden çok pişmandılar. Bununla birlikte Hz. Muhammed’in (s.a.a) aralarında büyüdüğünü, kendi kabilelerinin kadınlarından süt emdiğini ve Peygamber’in şefkat ve mertlik abidesi olup, kadir bilen bir kimse olduğunu hatırlamaktaydılar.

Bu konuyu kendisine hatırlattıkları anda esirlerinin azat olup kendilerine döneceklerinden hiç şüpheleri yoktu. Kabilenin büyüklerinden Müslüman olan on dört kişi (bu heyetin başında Zuheyr b. Sured ve Peygamberimizin süt amcası Ebu Burgan bulunmaktaydı) Peygamberimizin (s.a.a) huzuruna gelerek şöyle dediler: “Esirler içerisinde senin süt halaların, teyzelerin ve bacıların bulunmaktadır. Aynı şekilde çocukluk dönemindeki hizmetçiler de var. Şefkat ve cömertliğin gereği, bazı kadınlarımızın senin üzerindeki haklarının teşekkürü olarak kadın-erkek bütün esirlerimizi azat ediniz. Bu isteğimizi Irak ve Şam serdarları olan Nu’man b. Munzir ve Haris b. Ebu Şimr’e iletseydik kabul etmelerini beklerdik. Siz ise şefkat ve lütuf abidesisiniz.” Peygamberimiz (s.a.a) onların cevabında şöyle buyurdu:

“Kadın ve çocuklarınızı mı daha çok seviyorsunuz yoksa mallarınızı mı?” Onlar hep bir ağızdan şöyle dediler: “Biz kadın ve çocuklarımızı hiçbir şeye değişmeyiz.” Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ben kendi hakkıma düşeni ve Abdulmuttalib oğullarının hakkına düşeni size bağışlamaya hazırım. Ancak diğer Müslümanların hakları kendilerini ilgilendirir ve bizzat kendileri haklarını bağışlamalıdırlar. Öğle namazını kıldırmamın ardından sizler ayağa kalkın ve Müslümanlara şöyle seslenin: Biz, kadın ve evlatlarımızı bize geri vermeleri için Müslümanlarla aramızda Peygamberi şefaatçi kılıyoruz ve Müslümanları da Peygamberle aramızda aracı kılıyoruz. Bu sırada ben kalkıp kendi hakkımla Abdulmuttalib oğullarının haklarını size bağışlayacağım ve diğerlerinden de haklarını bağışlamalarını isteyeceğim.”

Hevazin kabilesinin elçileri öğle namazının ardından Peygamberimizin (s.a.a) onlara öğrettiği şeyleri kalkıp söylediler. Peygamberimiz (s.a.a) kendisinin ve yakınlarının hakkına düşeni bağışladı. Diğer Müslümanlarda Peygambere uyarak kendi haklarına düşeni bağışladılar. Bu arada Ekra b. Habis ve Uyaybe b. Hasin gibi birkaç kişi kendi haklarını bağışlamaktan kaçındılar. Peygamberimiz (s.a.a) onlara şöyle buyurdu:

“Eğer esirlerinizi verirseniz, her esir karşılığında yapacağımız ilk savaşta elime geçen altı esiri size vereceğim.”

Peygamberimizin (s.a.a) bu girişimi ve gönlü okşayan sözleri Hevazin kabilesinin bütün esirlerinin kurtulmasına neden oldu. Ancak geriye bir yaşlı kadın kalmıştı ki, Uyayne onu vermedi. Hevazin kabilesinin Halime Sadiye’nin eliyle Beni Sa’d kabilesinin topraklarında altmış yıl önce ektikleri bir hayırlı amel fidanı uzun süre sonra meyvesini verdi ve Hevazin’e bağlı olan bütün esirler kölelikten kurtuldular. Peygamberimiz (s.a.a) süt bacısı Şeyma’yı çağırıp, abasını yere serdi ve onu ağırlayıp hal-hatırını ve ailesinin durumunu sordu.[11]Peygamberimiz (s.a.a) Hevazin esirlerini azat etmekle onların İslam’a olan ilgisini kat kat artırdı ve hepsi gönüllü bir şekilde Müslüman oldular. Böylece Taif, son müttefikini de yitirmiş oldu.

2- Abbasî halifesi Mensur, Bağdat’ın başyargıcı Ebu Leyla’ya şöyle dedi: Aranızda ömrü mahkemelerde, kadılıkla ve insanları barıştırmakla geçen ve ibret verici olayları olan birileri var mı? Onların bu olaylarını anlatmasını istiyorum. O şöyle anlattı: Bir gün oturmuştum, beli bükülmüş yaşlı bir kadın yanıma gelerek hakkını almam için yemin vermeye başladı. Kimden davacısın, diye sordum. Kardeşimin kızından, dedi. Onu getirttim ve o güne kadar görmediğim güzellikte bir kadın olduğunu gördüm. O kadın halasıyla aralarında geçen olayı şöyle anlattı:

Ben yetim bir çocuktum ve bu halamın yanında büyüdüm. Halam beni güzel yetiştirdi. Daha sonra kendimin ve halamın rızasıyla kuyumcu bir gençle evlendim. Kocamla iyi bir yaşantımız vardı. Halam bizim mutluluğumuzu kıskanıp, kızını süsleyip püsledi ve kocamla evlendirmek istedi. Kocam da onunla evlenmeye meyletti. Ancak halam bir şartla kızını ona vermeyi kabul etti. O şart ise beni boşama yetkisinin halamın elinde olmasıydı. Onlar evlendiler. Halam ise hemen beni boşadı. Çünkü beni boşama hususunda kocamın vekili olmuştu. Bir süre sonra halamın kocası gitmiş olduğu yolculuktan döndü ve bana üzüntüsünü bildirerek teselli verdi. Ben de kendimi onun için süsledim ve zaten güzelliğimi önceden de biliyordu. Benimle evlenmek istediğinde şöyle dedim: Halamı boşama yetkisini bana verirsen seninle evlenirim. O, bu şartımı kabul edince onunla evlendim ve halamı boşadım. Kısa bir sürenin ardından ikinci eşim vefat etti. Beklemem gereken süreyi doldurduktan sonra eski eşim yanıma gelerek şöyle dedi: “Seni herkesten daha çok seviyorum. Gel tekrar yuvamızı kuralım.” Ben onun bu teklifini halamın kızını boşama yetkisini bana vermesi şartıyla kabul ettim ve o da buna razı oldu. Ben de halamın kızını boşayıp, eski kocamla evlendim. Acaba halamın bana yapmış olduğu zulme karşılık vermekten başka bir şey mi yapmış oldum? Kadı “Sen halandan intikamını almışsın.” dedi.

[1]     Mümin, 57.

[2]     Sebe, 3.

[3]     En’am, 59.

[4]     Âl-i İmran, 5.

[5]     Tevrat, yaratılış kitabı, ikinci bölüm.

[6]     A’raf, 154.

[7]     Âl-i İmran, 30.

[8]     Kehf, 49.

[9]     Zilzal, 7.

[10]    Nahl, 97.

[11]    Tabakât-ı İbn-i Sa’d, c.2, s.153-154, Sire-i İbn-i Hişam, c.72, s.490.

Editör: Hasan Bedel