.

.

Ehlader Araştırma Bölümü

Üstad Murtaza Mutahharî

Bugün bu düşünceler üç aşağı, beş yukarı Müslümanlar arasında da revaç bulmuş, itibar görmüş ve kimi Müslümanlar bilmeden ve farkında olmaksızın bu düşünce şeklinin muteber ve geçerli olduğu zannına kapılmışlardır.

Çoğu kez kimimiz meselenin aslına dikkat etmeksizin bir ağız alışkanlığıyla "hayat, varlığın devamı için niza ve çatışmadan ibarettir" deriz. Yanlış bir düşünce şeklidir bu. Hayat, varlığın devamı için bir çatışma değildir; çatışma varlığının müdafaası ve kişinin kendisini koruması için meşru bir haktır ancak.

Hatta Ferid Vecdî gibi kimi İslam bilginleri bile bu hataya düşmüş ve "Savaş, insanoğlu için bir zarurettir; insan var olduğu sürece savaş da olmalıdır, onun için bir şeref meselesidir bu" diyerek Kuran'daki bazı ayetlerden istidlalle bu görüşü Kur'an'la desteklemeye çalışmışlardır:

"...Eğer Allah, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmeseydi, içlerinde Allah adının çok anıldığı manastırlar da yıkılırdı, havralar da, kiliseler ve mescitler de..."

"...Allah insanları birbiriyle gidermeseydi yeryüzü mutlaka bozulup giderdi, fakat Allah'ın âlemlere ihsanı var, lütfu var."

Görüldüğü gibi bu ayetlerde savaş meşru olarak zikredilmekte ve "Allah, bazı insanları bazı insanlarla gidermeseydi yeryüzü fesada gömülür, bozulup giderdi" denilmekte, aksi takdirde içlerinde Allah adının çok anıldığı manastırların, havra, kilise ve camilerin bugün mevcut olmayacağını hatırlatılmaktadır.

“Evet, ayet-i kerime bir gerçekten söz etmektedir, fakat onların anladığı gerçek değildir bu; onların bu ayetleri anlayamamış oldukları ortada. Mezkur ayet-i kerimelerde sözü geçen savaş, müdafaa savaşıdır; Hıristiyanlık muhatap alınmakta ve biz her halükârda barıştan yanayız, hiçbir surette savaşmayız.”diyen papaz zihniyetine karşı çıkılmaktadır.

Kuran-ı Kerim savaşın iyi bir şey olmadığını söyler, niza ve çekişmeyi reddeder; fakat bu, tecavüz amacıyla yapılan saldırı savaşıyla ilgilidir; hakkı ve hakikati koruma amacıyla yapılan müdafaa savaşı ile değil!..

Söylenen şudur: "Sayın Papaz Efendi! Eğer savunma savaşı olmamış olsaydı siz bugün kilisenizde rahatça ibadet edemeyecektiniz!...

Ve siz; sayın haham efendi, eğer savunma savaşı olmasaydı havranızda olmayacaktınız bugün!...

Ve sen, ey Müslüman, müdafaa amacıyla savaş sana farz olmasaydı camide ibadet edemeyecektin bugün!...

Siz, hepiniz; bugün mabetlerinizde rahatça ibadet edebiliyorsanız, bunu hakk yolunda, hakkı müdafaa için savaşan savaşçıların mücahedelerine borçlusunuzdur!"

Evet, insanoğlunun; mütecavizin olmadığı, tecavüz, çatışma ve saldırının bütünüyle yok olup gittiği bir olgunluk, kemale ve eğitim düzeyine ulaşması elbette müspet ve arzu
edilir bir gelişmedir, saldırı ve tecavüzün bütünüyle ortadan kalkması halinde savaş ve çatışma da meşru olmayacaktır elbet.

O halde "hayat, canlı kalabilmek için çatışmaktan ibarettir" diyerek savaşı hayatın zaruri bir gerekçesi olarak gösteren ve her halükârda savaşı meşru kabul edenler büyük
bir yanılgı içindedirler.

İmam Hüseyin'e (as) mal edilmiş bir cümle vardır, ne anlamca doğru bir cümledir bu, ne de İmam Hüseyin'e (as) ait olduğunu rivayet eden bir kaynak kitap ya da belge mevcuttur! Üstelik bu cümlenin son 40-50 yıl zarfında meydana çıkmış olması da ilginçtir!

İmam Hüseyin'e (as) mal edilen mezkûr cümle şudur: "Hayat bir şeye inanmak ve bu inancı doğrultusunda cihad etmektir."

Daha çok batılıların düşünce sistemine benzeyen bir fikir var burada; hayat, insanın her halükârda bir inanç taşıması ve bu inanç uğrunda sürekli savaşması olarak yorumlanmaktadır zira. Halbuki inanç ve savaş konularında Kuran'a müracaat edildiğinde belli bir hareket noktasından söz edildiği görülür: Hakk!...

Kur'an nazarında inanç; Hakka inanmak, hakkı kabul etmektir ancak; cihatsa yine bu uğurda, yâni "Hak yolda" yapılması gereken ve yapılan bir savaştır.

Yâni savaş ancak Hakka hizmet ve hakkı müdafaa amacıyla yapıldığında meşrudur. Kuran, hayatı herhangi bir inanç ve bu inanç uğruna yapılan her türlü savaş olarak yorumlamaz; onun tasvip ettiği belli bir inanç (Hakka kulluk) ve tayin ettiği muayyen bir cihad (fisebilillah) söz konusudur.

İnanç ve akide kavramı, tek başına soyuttur, çünkü inanç hak da olabilir batıl da. Her ikisi de inançtır bunların...

Başlı başına bir dünya görüşüdür bu, "İnsanın ne olursa olsun bir dünya görüşü, bir hedefi olmalı ve bu hedef için çalışıp çabalamalıdır" der ve bu hedef ne olması gerektiğini belirlemez; inanç olsun, hedef ve ülkü olsun da, ne olursa olsun" der...

Kuran ise her şeyi belli sınırlarıyla ifade eder, kelimeler ve kavramlar tam tespit edilmiş, her şey kendi belirgin çerçeveleri ve nüanslarıyla ifade edilmiştir. Kur'an herhangi bir inancı değil Hakka kulluk ve Allah'a iman inancını tasvip ve teklif eder, mücadele ve savaş da ancak "Allah yolunda cihad" çerçevesinde meşru ve zaruri olarak tespit edilir.

Yani Kur'an-ı Kerim insana, önce akide ve inancını ıslah etmesini tavsiye eder.

İslam inancında kişi her şeyden önce dünya görüşü hususunda cihad etmelidir; ilk cihadı inancıyladır insanın. Önce inançlarını gözden geçirmeli, batıl inançlarıyla savaşmalı ve inancını genel ve özel bir çerçeve dâhilinde ıslah ederek doğru ve hakk olan inanca ulaşabilmelidir. Bunu başardıktan, yâni hakkı bulduktan ve hakka inandıktan sonradır ki bu inanç yolunda cihad etmesi gerekir.

Velhasıl kâmil insan modelini kudret ve güç sahibi insan olarak tespit eden ve kemalin "güçlülük" olduğuna inanan bu dünya görüşü, hayatı "var olabilmenin sürekli savaşı" ve bugün çok kullanılan tabiriyle "yaşamak için öldür" kurallarıyla yorumlayan bir akidedir. Darvinizm de bu görüşü öne sürer ve "hayvanlar da yaşamak için sürekli öldürmek durumundadırlar" diyerek insan ve sair bütün canlılar için hayat denilen şeyi "Canlılar arasında varlıklarının devamını sağlayabilmek için mevcut olan sürekli ölüm-kalım savaşı" şeklinde yorumlar.

Bu noktada insanı hayvanla aynı düzeyde tutmak ve hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da hayat "varlığının devamını sağlayabilmek için süregelen bir ölüm-kalım mücadelesinden ibarettir” demek tamamen yanlıştır. "Hayat, yaşam kavgası, varlığını sürdürebilmenin amansız mücadelesidir" diyene, "Öyleyse insanlar arasında görülen bu samimiyetler; birlik, dostluk, işbirliği, yardımlaşma ve sevgiler neyin nesi oluyor?" diye sorduğunuzda verdiği cevap şudur:

"Yanılıyorsunuz. Bu samimiyetlerin, bu işbirliği, yardımlaşma, dostluk, sevgilerin ardında çıkar kavgası yatar; amaç yine yaşam kavgasında üst olmaktır." Ardından meseleyi şöyle açıklar:

“İnsan hayatının temelini çıkar çatışması oluşturur; hayat, varlığın devamını sağlamak için kişinin sürekli diğerleriyle savaşmasıdır. Ancak bireyler, kimi zaman büyük ve onlardan çok daha güçlü bir düşmanla karşılaştıklarında mecburen birleşir ve yardımlaşırlar. Yâni bu yardımlaşma ve dostluk, söz konusu ortak düşmanın varlığının dolaylı olarak tahmil ettiği bir ilişkidir. Gerçek bir dostluk, samimiyet ve yardımlaşma değildir bu, olamaz da!...

Amaç, mezkûr düşmana karşı koyabilmektir yalnızca; yâni bir "tez" ve "anti-tez" meselesidir bu. Bu düşmanın varlığı karşısında, ona mukabele saikinden kaynaklanan yardımlaşma ve dostluklar çıkar ortaya. Nitekim söz konusu düşmanın ortadan kalkmasıyla birlikte bu dostluk ve samimiyetler, yardımlaşma ve işbirlikleri de ortadan kalkar, birlik halinde olan bu grup ayrı-ayrı gruplara bölünüverir, ikilikler şekillenmeye başlar; ortada iki cenah ve iki tane kalıncaya kadar bu ayrılma sürüp gider. Böylece başka üçüncü bir güçlü kalmayınca bu iki taraf ya da şahıs, yekdiğeriyle savaşa tutuşur."

İnsanlar arasında mevcut olan dostluk, samimiyet, işbirliği, ittihat, insanlık, barış vb. şeyler aslında düşmanlıkların insana yüklediği mecburi ve çıkara dayanan davranışlardır. Aslolan çatışma ve savaştır, insanların yekdiğerine karşı sürekli çatışmasıdır; yardımlaşma gibi duygular ise bu çatışma aslının doğurduğu bir sonuçtur!

Yardımlaşma ve işbirliği gibi davranışlar, çatışmanın yan tesirleri, onun çocuklarıdırlar.