.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Şehit Üstad Murtaza Mutahharî

Öncelikle, bu günlerde, özellikle de son birkaç gün­dür hayli meşgul olmam nedeniyle bu fakülte için (çok istememe rağmen) bir konuşma hazırlamaya fırsat bulamadığımı belirtmeliyim.

Ama iki noktayı göz önünde bulundurdum: Birincisi konuşma yapacağım mekân ile ilgili. Yani burası İlahiyat ve İslamî Bilimler Fakültesi­dir. Dolayısıyla toplumdaki ve özellikle de bu mukaddes İslami hareketteki görevinin ne olduğu ele alınmalıdır. İkinci konunun ise, ister istemez birinci konuya bağlı olarak, bu günlerde toplumda şiddetli tartışmalara sah­ne olan inanç özgürlüğü sorunu olduğunu belirtmek ge­rekir.

Birinci konu, bu fakültenin genel olarak veya özelde üstlenebileceği görevin, İslam ideolojisinin açıklanması, yorumlanması ve savunulması olduğudur.

Bu fakültenin geçmişte bu görevi yerine getirip getirmediği, eğer getirmişse bunu ne ölçüde başarabildiği ve eğer getirmemişse bunun sorumlularının kimler olduğu konumuz değildir. En azından bu konuşma boyunca geçmişe değinecek değiliz. Bizim için sorun, bu fakültenin gelecekte nasıl bir görev üstlenmesi gerektiğidir. İşaret ettiğimiz gibi, ilahiyat fakültesi, İslam ideolojisinin açıklamasını, yorumlanmasını ve savunulmasını hakkını vererek üstlenen bir merkez olmalıdır. Öğretim görevlilerinin, öğrencilerin ve fakülte sorumlularının yardım ve işbirliği ile gelecekte bu görevin yerine getirileceğinden ümitliyim.

İkinci konu, özgürlük sorunudur. Öncelikle özgürlüğüne olduğu ve insan için nasıl bir hak sayılması gerekliği ele alınmalıdır. İnsan için genellikle iki çeşit öz­gürlükten söz edilir: Biri, «insanı özgürlük», diğeri ise «hayvani özgürlük»; yani şehvet özgürlüğü, heva-heves vs. özgürlüğüdür. Eskilerin deyimiyle söylersek, ikinci çeşit özgürlüğü öfke ve şehvet gücünün özgürlüğü olarak isimlendirebiliriz. Açıktır ki birisi özgürlük hakkında ko­nuşmak istediğinde amacı hayvani özgürlüğü konuşmak değildir. Tersine insani özgürlük ismini taşıyan o mukaddes realiteyi söz konusu eder. İnsan, hayvani yeteneklerden daha üstün ve daha büyük yeteneklere sahiptir. Bu yetenekler, ya merhametler ve yüce insanî eğilimler cin­sinden veya idrakler, sezgiler ve düşünceler cinsindendir. Hangisinden olursa olsun bu üstün yetenekler insa­nın yüce özgürlüklerinin kaynağı olmaktadır.

Yapılan hataların sebebi olduğu için, özgürlüğün ikinci çeşidi hakkında kısa bir açıklama yapmamız gerekmektedir. Düşünce özgürlüğü ile inanç özgürlüğü arasında fark vardır. Düşünce özgürlüğü, insanın sorunlar üzerinde düşünebilmesi yeteneğinden doğmaktadır. Bu yetenek kesinlikle özgür olmalıdır. İnsanlığın ilerlemesi ve olgunlaşması bu özgürlüğe bağlıdır. Ama inanç özgürlüğü başka bir özelliğe sahiptir. Her inancın, sağlıklı ve doğru bir düşünceden doğmadığını biliyorsunuz. Pek çok inancın kaynağı adetler, taklit ve tutuculuktur. Bu anlamda inanç insanın gelişme yolunu tıkadığı gibi, düşüncesinin bağlanmasına da yol açar. Yani insanın düşüncesi, açık ve faal olması gerekirken, böyle bir durumda bağımlı, donuk bir hale gelir. Netice itibariyle insanın mukaddes düşünce gücü bu bağımlılık nedeniyle insanın içinde esir ve zindana kapatılmış gibi olur. Bu son anlamı ile inanç özgürlüğü sadece zararlı olmakla kalmaz, fert ve toplum için en ağır tahribata yol açar.

Acaba taşa tapan bir insanın inancı, düşünerek ve mantık yo­luyla bu sonuca ulaştığı gerekçesiyle saygın kabul edilebilir mi? Onun inancına saygı göstermemiz ve puta tapıcılığına herhangi bir yasak getirmememiz mi gerekir? Yoksa tam tersi mi? Onun aklını ve düşüncesini bu inan­cın tutsaklığından kurtarmak için bir şeyler yapmalıyız. Yani Hz. İbrahim Halilullah'ın yaptığını yapmalıyız. O'nun öyküsünü hepiniz duymuşsunuzdur. Hz. İbra­him'in yaşadığı dönemde halk adet üzere topluca puta tapıyorlardı. Bütün halkın şehir dışında bulunduğu bay­ramlardan birinde Hz. İbrahim şehir dışına çıkmadı. İnsanların yokluğundan yararlanarak baltasını aldı ve putların bulunduğu yere gitti. Büyük put hariç bütün putları kırdı ve baltasını büyük putun boynuna astı. Niyeti, buraya gelen birisinin tanrıların birbiriyle dövüştüğünü ve sonuçta büyük putun, diğerlerinden daha güçlü oldu­ğu için bütün putları kırıp parçalara ayırdığını ve tanrı olarak sadece kendisini bıraktığını düşünmesini sağlamaktı. Böylece halkın, fıtratın gerektirdiği biçimde, bu putların kendiliklerinden hareket edemeyeceklerini anlayacağını ve bu düşüncenin de hatırlamanın ve kendine dönmenin sebebi olacağını düşündü. Halk geri dönüp de durumu gördüğünde öfkeyle ve sinirli bir biçimde bu olayı yapanı aramaya koyuldu. Olayın failini soruştururken birden akıllarına şehirde puta tapıcılığa karşı çıkan bir genç olduğu geldi. İbrahim'in (a.s.) yanına gittiler. İbrahim (a.s.) onlara, «Niçin beni itham ediyorsunuz?» dedi. «Asıl suçlu, hayatta kalan şu büyük puttur.» Halk, putun böyle bir şey yapamayacağı cevabını verdi. Bunun üzerine İbrahim (a.s.) «şu basit kırma işini bile yapamayan bir şeyden nasıl olur da insanların ihtiyaçlarını giderecek işler yapmasını beklersiniz?» dedi.

Kur'an-ı Kerim bu noktada çok değerli bir ifade kullanmaktadır: «Kendilerine geldiler.» Hz. İbrahim ile halk arasında ce­reyan eden tartışma insanların kendilerine dönmelerine, kendilerine gelmelerine ([1]) sebep oldu. Kur'an açısından insanın gerçekliği, saf bir düşünceye ve akla, doğru bir mantığa sahip olmasıdır. Kur'an, (Hz. İbrahim'in öyküsünde) bu niteliklerin insanlardan ayrılmış durumda olduğunu, ancak söz konusu hatırlatmanın tekrar kendilerine gelmelerini sağladığını söylemektedir.

Şimdi Hz. İbrahim'in davranışını nasıl yorumlayacağız? Acaba Hz. İbrahim'in tavrı inanç özgürlüğüne (herkesin özgür olması gerektiğini söyleyen anlamı ile inanç özgürlüğüne) aykırı mıydı? Yoksa tam tersine inanç özgürlüğüne hizmet miydi? Eğer Hz. İbrahim, milyonlarca kişinin saygı gösteriyor olduğu gerekçesiyle putlara saygı duysaydı, yani yaygın anlayış yönünde tavır sergileseydi, acaba doğru bir iş yapmış olur muydu? İslam açısından bunun anlamı «cehalete sürüklemek»tir, özgürlüğe hizmet etmek değil. İslam tarihinde Hz. İbrahim'in (a.s.) tavrının bir benzerini Resul-i Ekrem'in (saa) Mekke fethi sırasında görüyoruz. Resul-i Ekrem (saa), inanç özgürlüğü bahanesiyle putlara dokunmamak gibi bir davranış göstermedi. Tam tersine, bu putların halkın düşünsel esaretine sebep olduğunu ve insanların düşüncesinin yüzlerce yıl ağaçtan, madenden putların esiri bulunduğunu gördü ve Mekke'nin fethinden sonra ilk iş olarak putların tamamını imha etti ve halkı öz­gürlüğe kavuşturdu. Şimdi bu uygulamayı bir de İngiliz kralının davranışı ile kıyaslayınız: Kral ziyaret için Hindistan'a gitmişti. Hindistan'da kendisinden ziyaret programının bir bölümü olarak bir put haneyi ziyaret etmesi istendi. Hint halkı bu put haneye girerken ayakkabılarını çıkarırlar. Kral ise, ne kadar çok saygı göster­diğini ispatlamak için put haneye gelmeden ayakkabılarını çıkardı ve kurallara son derece itina göstererek putların karsısında durdu. Bazı basit düşüncelilere göre bu davranışın yorumu, aydın bir milletin bir temsilcisinin halkın inancına ne kadar saygı duyduğudur. Bunlar, bu davranışın sömürünün püf noktası olduğundan habersizdirler. Sömürgeciler, Hint halkını zincire vurmayı ve sömürgecilere bağlamayı sağlayanın bu put haneler olduğunu bilmektedirler. Bu çeşit saygı gösterileri, özgürlüğe hizmet ve inanca saygı değil, sömürüye hizmettir. Hint halkı eğer bu hurafe yükünü sırtından atabilseydi İngilizlerin başka yük yüklemesine izin vermezdi.

Bir de tarih kitaplarımızda Kuruş'un ne büyük birisi olduğunu, nitekim Babil'e gittiğinde ve orayı fethettiğinde bütün put haneleri saygın addettiğini yazarlar. Sömürgecilik siyaseti izleyen birisi açısından bu davranış basit bir iş ve yerine getirilmesi gereken bir roldür. Ancak insanlık açısından da böyle midir? Acaba Kuruş, Babil halkının inancım taşıyor muydu? Kesinlikle hayır. Ancak Kuruş, halkın bilgisiz, cahil halinin devamını sağlayan bu inancın, onları egemenlik altında tutabilmek için iyi bir etken olduğunu düşünüyordu.

Şimdi bu konuyu bırakalım ve arz ettiğim gibi; dü­şüncenin bağlanması ve dondurulması özgürlüğü ile karıştırılmaması için düşünce özgürlüğü sorununa döne­lim. İdeolojisine inanan, güvenen ve iman eden her mektep, her düşünce sistemi, düşünce özgürlüğünden yana olur. Bunun tersi olarak, kendisine inancı ve güveni bulunmayan bir mektep ise düşünce özgürlüğünü engeller. Bu tür düşünce sistemleri, halkı özel bir düşünce içinde.¡nurlar ve halkın düşüncesinin olgunlaşmasını önler. Bu durumu günümüzde komünist ülkelerde görüyoruz. Bu ülkelerde, resmî ideolojinin felâkete uğramasından korkulduğu için hatta halkın diğer ülkelerin radyolarım dinleyememeleri için özel radyolar kurulur ve yöneticilerinin belirlediği şekilde tek boyutlu bilgilenme sağlanır. Ben burada ilan ediyorum ki İslam Cumhuriyeti rejiminde dü­şüncelere hiçbir sınırlama getirilmemiştir. Ayrıca, düşüncelerin kanalize edilmesi yönünde de bir çaba olma­yacaktır. Düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini açıklayabilmeleri için herkes özgür olmalıdır. Bu arada komplo düzenlemek ve riyakârlık yapmanın yasak oldu­ğunu hatırlatmak isterim. Komplo yasaktır, ama düşünceleri açıklamak serbesttir.

İki veya üç gün önce birkaç Marksist gençle sohbet ediyordum, Diyorlardı ki, «sizce -ittihat, savaş, özgürlük-sloganı ne gibi bir eksiklik taşıyor?» Hiçbir eksiğinin, bulunmadığını söyledim. «öyleyse» dediler, «Bu slogan sizin ve bizim ortak sloganımız olsun.» Onlara, «İttihad, savaş» derken kiminle savaşı kastettiklerini sordum, «Acaba bu, bir zamanlar söylediğiniz savaştan başka bir şey mi, amacınız rejimle, geçmişle savaştan farklı mı, hatta din'le?» dedim. Bunun; sloganlarını bir kılıf içinde ve belirsiz bir şekilde ortaya atıp din'in taraftarı olan halkı bu bayrak altında toplamaya çalışmaları, sonra da süreç içinde onları aldatmalarından farklı bir yaklaşım olup olmadığını sordum. Ben bu sloganları söylemeye hazırım, ancak önceden açıkça ilan ediyorum ki savaştan maksadım, emperyalizm ve komünizm karşıtı savaştır.

Bunu açıkça söylüyorum ve hiç kimseden de çekinmiyorum. Gelin açık konuşalım. Siz, Ayetullah Humeyni'ye inanan kişiler değilsiniz, bir araya geldiğinizde, filan merhaleye kadar bu şahıs ile birlikte olacağınızı ve sonra O'nunla savaşacağınızı konuşuyorsunuz. Peki, gösterilerinizde niçin bunun aksini söylüyorsunuz? Niçin yalan söylüyorsunuz? O, «İslam Cumhuriyeti» diyor ve sözünü açıkça söylüyor. Siz de sözünüzü açık söyleyiniz.

İnancı açıklama özgürlüğünü kullanınız, yani inandığınız şeyi söyleyiniz. Oysa siz inanç özgürlüğü adına yalan söylüyorsunuz. Siz Lenin'e iman ediyorsunuz. Çok iyi, ama bu durumda Lenin'in fotoğraflarını taşıyınız. Sormak isterim, neden bizim önderimizin fotoğraflarını taşıyorsunuz? İmam'ın fotoğraflarını taşıdığınızda, halkın, Rehber'in izlediği yolda olduğunuzu zannetmesini istiyorsunuz. Dilediğiniz yola gidiniz. Yalan söylemek niye? Aldatmak niye? Düşünce özgürlüğünü aldatma öz­gürlüğü ile münafıklık özgürlüğü ile komplo düzenleme özgürlüğü ile karıştırmayınız. Biz sizinle açık konuşuyoruz. Bizim idealimizdeki rejimin sizin idealinizdeki rejimden farklı olduğunu söylüyoruz. Bizim gelecekteki ideal ekonomik sistemimiz, sizin özlediğiniz ekonomik sisteminizden farklı olacaktır. Bizim düşünsel ve itikadi nizamımız, dünya görüşümüz; sizin düşünsel ve itikadi nizamınızdan dünya görüşünüzden farklıdır. Siz de sözünüzü açıklıkla söyleyiniz. Biz, isteyenin bu yola gelmesi, istemeyenin de başka yola gitmesi için çok açık konuşuyoruz.

Siz niçin sözünüzü açıkça söylemiyorsunuz? Niçin bizi özgürlük kelimesinden bir tek slogan oluşturmaya davet ediyorsunuz? Gerçek şu ki siz özgürlük kelimesinden, birinci derecede dinden özgürleşmeyi kastediyorsunuz; biz ise komünist tıkanmanın da onlardan biri olduğu her çeşit tıkanmadan, boğulmadan özgürleşmeyi kastediyoruz. Öyleyse sizin istediğiniz özgürlük bizim istediğimiz özgürlükten farklıdır.

Bütün bu Müslüman olmayan dostlara ilan ediyorum. İslam açısından düşünce özgürdür. Sizler dilediğiniz, gibi düşünmekte serbestsiniz. İnancınızı dilediğiniz biçimde (bir şartla: Sizin gerçek düşünceniz olacak) açıklayınız. Dilediğiniz gibi yazınız. Hiç kimse hiçbir yasaklama getirmeyecektir.

Bu fakültede birkaç yıl önce fakülte şurasına bir mektup yazmıştım. O mektupta Marksizm'e bir kürsü tahsis etme yetkisine sahip tek fakültenin İlahiyat Fakültesi olduğunu hatırlatmıştım. Ancak Marksizm eğitimini Müslüman bir öğretim görevlisinin değil, Marksizm'i tanıyan ona inanan ve özellikle de Allah'a inanmayan bir öğretim görevlisinin vermesini önermiştim. Ücreti ne olursa olsun bu fakültede Marksizm eğitimi verecek birisini çağırmak gerekiyor. Sonra biz de gider söyleyeceklerimizi söyleriz. Mantığımızı anlatırız. Hiç kimse de mantığımızı kabul etmek zorunda değildir. Burasının İlahiyat Fakültesi olduğu, bu nedenle de Marksist eğitimin olamayacağı düşünülmemelidir. Hayır, Marksizm okutulmalıdır, hem de Marksizm'e itikat eden, inanan bir öğretim görevlisi tarafından. Sadece yalancılığın ve hokkabazlığın önü alınmalıdır. Yani bir Marksist, Kur'an ayetine yapışmamak ve filan Kur'an ayetinin, Marksizm'in filan ilkesine işaret ettiğini söylememelidir. Biz bu tür tutumun karşısındayız. Bu, Kur'an'a ihanettir.

Bazen İslam giysisi altında Marksist fikirleri propa­ganda eden yazılar görüyoruz. Bu da büyük bir ihanettir. «Materyalizme Eğilim Nedenleri» isimli kitabımın son baskısının girişinde bu konuya değinmiştim.

Bir süre önce elime Kur'an tefsiri ile ilgili bir kitapçık geçti. Yazarının ya da yazarlarının aldatılmış mı olduklarını, yoksa bilerek mi yaptıklarım henüz bilmiyorum. Elbette bunların Marksizm'e kapılmış kişilerden olduklarına ihtimal veriyorum. Bu yazarların kitaplarında, okuduğum kadarıyla, Kur'an ayetlerinin tamamından Marksistçe yararlanılmıştır.

Örneğin Kur'an «onlar gayba inanırlar» diyor, bunlar ise bu ayetin tefsirinde şöyle diyorlar: Gayb'ten kasıt devrimin gaybıdır (gizliliğidir). Devrimin iki merhalesi vardır; gayb merhalesi ve şehadet merhalesi. Egemen emperyalist düzen yıkılıncaya kadar devrim gizlilik içinde bulunmalıdır; ıstılahı, teknik karşılığı ile «gayb» olmalıdır. Rejim değiştiğinde ise artık devrimin «şahadet», açıklık merhalesi söz konusudur. Örneğin biz geçen yıl devrimin gayb merhalesindeydik. Bu yıl ise şehadet merhalesindeyiz.

Şimdi bu kişilere sormak istiyorum, niçin Kur'an'a istinad ediyorsunuz, sırtınızı Kur'an'a yaslıyorsunuz? Böyle yapmayınız, kendi sözünüzü söyleyiniz. Burada inanç özgürlüğüne aykırı bir şey söylemiyoruz, öyleyse bir itiraz yöneltilmemeli. Sözünü ettiğimiz konu, inanç özgürlüğü ile ilgili değildir. Meselemiz, Müslümanların mukaddes Kitabı'nın araç olarak kullanılması ve O'ndan bir vesile olarak yararlanılmasıdır. Bu davranış, bir komplo, aldatma ve kandırmadır. Kandırmak, diğer insanlara ihanet etmek demektir, yani diğer insanların özgürlüğüne. Bu tavır, diğerlerinin kişiliklerini araç haline getirmektir. Bu şekildeki bir davranış özgür olamaz.

Kur'an, semavî bir kitaptır, vahyin somutlaşmış şek­lidir. Kim bu semavî kitapta mucize olmadığını söylüyorsa, ya hiçbir şey anlamıyor ve cahildir ya da yalan söylemektedir ve Müslüman da değildir. Kur'an pek çok mucize nakletmektedir ve bu nedenle de O'nun hakkında tartışmak mümkün değildir.

Bu cümleden olmak üzere bir mesele de Kur'an'da anlatılan «Fil ashabı»nın öyküsüdür. Konuya, tarih ki­taplarında ele alındığı gibi, Kur'an'da da yer verilir. Habeşliler; Kâ'be'yi, İbrahim'in (a.s.) ma'bedini tahrip etmek için Mekke'ye saldırırlar. Kur'an yüce Allah'ın Habeşlilerin üzerine kuşlar gönderdiğini nakleder. Kuşlar Kızıldeniz çevresinden gelmekte ve her biri gagasında bir siccil (çamurlu taş veya taşlaşmış çamur) taşımaktadır. Kur'an bu kuşları «ebâbil» olarak isimlendirmektedir. Bazı kişiler «ebel» kelimesinin «able» (çiçek hastalığı) kelimesi ile aynı kökten geldiğini söylerler. Neyse, kuşlar taşıdıkları siccilleri Habeşli askerlerin başlarına atarlar. Askerler, çekirge saldırısına uğrayan harmanlanmış buğday gibi olurlar, hepsi yere düşer ve helak olur. Olay buraya kadar bütünüyle kesindir. Ancak olayın ayrıntıları konusunda yeterli bilgi yoktur; acaba askerler çiçek hastalığına veya ona benzeyen bir şeye mi yakalandılar veya yakalanmadılar, doğrusu pek belli değildir. Diğer taraftan Fil Suresi'nin nüzul, indiriliş zamanı söz konusu olayın Mekke'de cereyan etmesinden dört yıl sonraydı ve bu hadise, olaya tanık olan halkın pek çoğunun hafızasında henüz canlılığını yitirmemişti. Ayrıca bu kişiler, Fil suresi indirilirken Mekke'de bulunuyorlardı. Eğer olay Kur'an'ın anlattığı gibi gerçekleşmemiş olsaydı, Peygamber'in (saa) düşmanları olan bu şahitlerin çoğunluğu O'nu (saa) yalan söylemekle suçlar ve sözünün değerini düşürürlerdi.

Bu sure'nin yorumu ile ilgili olarak sözünü ettiği­miz kitapçıkta şunlar yazıyor: Peygamberin doğduğu dönemde Mekke'de evrensel sömürüye karşı savaş veren devrimci bir topluluk yaşıyordu. Sömürgeciler daha son­ra bu devrimci topluluğu tespit ettiler ve onları ortadan kaldırmak için Mekke'ye saldırdılar. Devrimci topluluk da adeta kuş gibi uçarak sömürge ordusunu darmadağın etti... Yorumun yazarı daha sonra şöyle diyor: Olayı bu şekilde yazmayan tarihlerin bizimle bir ilgisi yoktur. Olay hiçbir yerde bu şekilde yer almıyor, diye sözümüzden dönecek değiliz.

Kur'an'dan bu tür sonuçlar çıkarmanın doğru olmadığı açıktır. Ben, ayetlerin tefsiri konusunda ihtiyatlı olmayı, vesvese düzeyine çıkaranlara (ki ben bu tavra karşıyım) nasihat etmek istiyorum, öğüt veriyorum. Bu topluluğun karşısında aşırılık yolunu tutmamalıdırlar. İslam, dünyadaki her şeyin; bütün yasalarıyla, tüm parçalarıyla her şeyin, rüzgârın, suyun, kuşun, balığın vs. Hak­kın iradesine tabi olduğunu ve ilahî bir ordu sayıldığını söylemektedir. Rüzgârın bir ordu biçimini alması için bu iradenin onu dilemesi yeterlidir.

Göğün ve yerin bütün parçaları

İmtihan yerinin hak ordusudur.

Allah eğer isterse evrenin parçalarını dilediği biçimde değiştirir. Ancak ne yazık ki, andığımız düşünce sa­hipleri bu gerçeklerin yükü altına girmek istemezler. Onlar, maddenin kendiliğinden güce sahip olduğuna inandıkları için olması gerekenin dışında bir şekle dönüşemeyeceğini düşünürler. Bu nedenle de Kur'an ayetlerini bu mantığa uygun olarak yorumlarlar. Ben bu tür fikirlerin yayınlanmasının İslam'a hizmet olmadığı sömürgecilere hizmet olduğu konusunda bir tehlikeye dikkat çekmek istiyorum.

Konuşmamın devamında bir açıklama da, İran'ın gelecekteki İslamî hükümeti hakkında yapmak istiyorum. Rehberimiz ve İmamımızın ([2]) defalarca söylediği gibi, İslam hükümetinde partiler özgürdür, hatta İslam dışı inanç taşıyan partiler de. Ancak komploculuğa ve kandırılmalara izin vermeyeceğiz.

Partiler veya şahıslar inançlarını açıkça ortaya koydukları takdirde mantığımıza kendi mantıkları ile karşı yıkmalarını kabul ederiz. Ama İslam bayrağı altında kendi düşüncelerini ve inançlarını söylemeye kalkarlarsa İslam'ımızı savunmaya ve İslam'ın böyle bir şey söylemediğini açıklamaya hakkımız vardır. İslam adına bu çeşit davranışlardan kaçınmalarını hatırlatma konusunda hak sahibiyiz. Bu şekildeki bir konuşma ve tartışma özgürlüğünün başka bir şeyde bir benzerinin daha bulunabileceğini sanmıyorum. Siz dünya tarihinde, halkının tamamının dinî duyarlılığa sahip olduğu bir ülkede dinsizlerin, Peygamber'in (saa) mescidinde veya Mekke'de diledikleri gibi konuşabilecekleri, Allah'ı inkâr edebilecekleri, Peygamberliği ve Peygamber'i (saa) reddedebilecekleri, namazı, orucu vs. kabul etmeyebilecekleri ve dinin bu ilkelerini kabul etmediklerini açıkça söyleyebilecekleri (dinin inananlarına saygı göstermek şartıyla) ölçüde bir özgürlüğe rastladınız mı? İslam tarihinde bu parlak örneklerle sıkça karşılaşmaktayız. İslam işte bu özgürlükler nedeniyle sürekliliğini koruyabilmiştir. Eğer İslam'ın ilk döneminde, Allah'ı kabul etmeyen bir kişiye cevap olarak kötü davranış sergilenseydi İslam günümüze değin varlığım sürdüremezdi. İslam, çeşitli düşüncelerle cesaretle ve açıklıkla karşılaştığı için hâlâ varlığa sahiptir.

Hepiniz Mufazzal'ın öyküsünü işitmişsinizdir. Mufazzal, İmam Sadık'ın ashabından biriydi. Bir gün Peygamber Mescidi'nde namaz kılıyordu. O sırada materyalist iki kişi içeri girdi ve O'nun yanına oturdu. Bu kişiler, Mufazzal'ın duyacağı yükseklikte bir sesle kendi aralarında konuşmaya başladılar. Konuşmalarının arasında sözü Peygamber'e (saa) getirerek, O'nun bir dahi olduğunu ve toplumda bir değişiklik oluşturabilmek için en iyi yolun din yolu olduğunu düşündüğünü söylediler. Ayrıca Peygamber'in (saa) gerçekte Allah'a ve kıyamet gününe inanmadığını, ancak bir araç olarak dinden yararlandığını da eklediler. Mufazzal onlara sertçe çıkıştı. Materyalistler:

«Önce hangi gruptan ve kimin tebasından olduğunu söyle. Eğer İmam Cafer-i Sadık'ı izleyenlerdensen, bil ki biz bu sözleri, hatta daha fazlasını O'nun huzurunda söylüyoruz. O, kızmak bir yana, hem tam tersine sözlerimizi soğukkanlılıkla dinliyor ve sonunda sorularımızın hepsine delilleriyle cevap veriyor, ayrıca yanlışlıklara da işaret ediyor.» dediler.

İslam'ın sürekli olabilmesinin sırrı işte budur. Düşününüz İslam tarihi boyunca materyalistlerin sözlerini ve açıklamalarını kim yansıtmış ve yazılı metinlere geçirerek kalıcı olmasını kim sağlamıştır? Materyalistlerin kendileri mi? Hayır gidip inceleyiniz, materyalistlerin sözlerinin sadece din âlimleri tarafından korunduğunu göreceksiniz. Yani materyalistler bir dönem ileri sürdükleri bu iddialarını dinin mensuplarına yönelttiler, din âlimleri de onlarla bu konuları tartıştı ve sonra söz konusu fikirleri kitaplarına kaydettiler. Bu görüşlerin tamamı, din âlimlerinin kitaplarına geçmiş olmaları nedeniyle günümüze kadar geldi. Materyalistlerin eserlerinin çoğunluğu ise ya ortadan kalktı ya da bulunması imkânsız hale geldi.

Örnek olarak Tabersî'nin veya Bihar'ın İhticac'ına bakılabilir ve orada bu grubun iddialarının ve açıklamalarının ne ölçüde yansıtıldığını görebilirsiniz. Gelecekte de İsinin, çeşitli inanç ve fikirlerle yalnız ve yalnız cesaretle ve açıklıkla karşı karşıya gelmekle hayatını sürdürebilecektir. Gençleri ve İslam'ın taraftarlarını, İslam inancını korumanın yolunun, diğer inançların açıklama özgürlüğünü kısıtlamaktan geçmediği konusunda uyarmak isliyorum. İslam sadece bir güçle korunabilir, o da ilim ve muhalif görüşlere özgürlük tanımak, onlarla açıkça karşı karşıya gelmektir.

Konuşmayı sürdürebilmek için pek fazla zamanım olmadığından dolayı çok üzgünüm. Ayrıca, önceden özel bir konuya hazırlanamamak gibi bir özrüm daha var. Neyse, ümit ediyorum bu fakülte, üzerine düşeni yerine getirmede başarılı olur. Hayır, sadece bu fakülte değil, halkın tüm kesimleri ve çeşitli tabakaları da.

Hareketimiz dünyada büyük bir yankıya yol açmıştır. Dünyada, İran'da bugünlerde gerçekleşen yürüyüşlerin dünya tarihinde bir benzerinin daha görülmediği konuşuluyor. Cuma günü ([3]) gözlemlenen karşılamanın dünyada benzeri yoktur.

Kardeşler size soruyorum, hangi güç otuz beş milyon nüfuslu bir ülkenin en az otuz milyonunu devrimci yapabilir? Dünya devrimler tarihini okuyanlar, hiçbir devrimin İran'daki kadar kuşatıcı olamadığını ve yaygınlık kazanamadığını bilirler.

Bir örnek olmak üzere pilot kardeşleri ele alınız. Bu topluluğun ruh derinliklerinde yatan dini inanç ve duyarlılığın bu kadar güçlü olabileceğini herhalde çok az kişi tahmin edebilirdi. Bu kardeşler, herkesin şaşkın bakışları arasında güçlü bir imanla grev başlattılar ve hiçbir güce, hiçbir tehdide de aldırmadılar. İmam'ın ülkeye dönüşü konuşulmaya başladıktan itibaren ise

Îmam'ı getirmek üzere hemen harekete geçtiler. Yönetim muhalefet etti, tehdit etti; kendilerinin naklettiğine göre, devlet onları uyararak tarafsız olmaları gerektiğini ve fakat buna rağmen İmam'ı getirmeye kalkışırlarsa havada roketle vurulacaklarım söyledi. Pilot kardeşler ise, bu halkla beraber hareket edecekleri cevabını verdiler, «biz gidiyoruz istediğinizi yapın» dediler. İdare geri çekilmek zorunda kaldı. Çaresiz olarak, hava hatlarından birinin açılmasına izin verdi. Pilotlar da bu hattın adını «devrim uçuşu» koydular, ne değerli bir isim...

Dinin yaşlı dedelere, ninelere ve şehrin güneyinde oturanlara ([4]) ait bir şey olduğunu söyleyenler nerededirler. Bu hareket; köylünün, şehirlinin, işçinin, çiftçi­nin, üniversite öğrencisinin, öğretim görevlisinin, avukatın, memurun, herkesin katıldığı bir harekettir. İslam gibi bir dinden başka hangi güç böyle bir devrimi ortaya çıkarabilir?

Bu devrimin İran'la sınırlı kalmayacağı, yedi yüz milyon Müslüman'ı (*) kuşatacağı ve bir İslam devriminin, kendisinden başlayıp bütün İslam ülkelerini etkisi altına alacağı (eminim alacak) için İran adına bir iftihar ve­silesi olacağı ümidi gönlümde canlılığını sürdürüyor.

Birkaç gün önce bana bir bilgi ulaştı. Carter, İmam Humeyni'ye Bahtiyar konusunda, yani iki süper gücün Bahtiyar Hükümetini destekleme konusunda ittifak etti­ğini ve hesabı buna göre yapmamız gerektiğini ihtar etmiş. Ama Carter'in tehdidinin bu yaşlı adamın umurunda bile olmadığını naklettiler.

On iki yıl bu yaşlı adamın hizmetinde olup eğitim gördüğüm ve Paris'e gittiğinde de kendisini ziyaret edip konuştuğum halde, onun ruhsal yapısından sezebildiğim şeyler benim bile sadece hayretimi değil, imanımı da artırdı. İran'a döndüğümde dostlarım ne gördüğümü sordular, dedim ki: «O'nda dört inanç gördüm.»

Hedefine inancı: Hedefine imanı var. Dünya bir araya gelse yine de O'nu hedefinden vazgeçiremez.

Yoluna inanç: Seçtiği yola imanı var. O'nu bu yoldan döndürmenin imkânı yoktur. Bu iman, Hz. Peygamber'in (saa) kendi hedefine ve yoluna inancına benzemektedir.

Sözüne inanç: Yanına gidip geldiğim dostların hiç birisinde, İmam'ın İran halkının ruhsal yapışma duyduğu inanca rastlamadım. İmam'a, biraz yavaş gitmesi, halkta, keskin olunduğuna dair bir kanı bulunduğu yolunda öğüt verildiğinde «hayır» diyordu «halk, sizin söylediğiniz gibi değil. Ben halkı çok iyi tanıyorum.» Nitekim zamanla O'nun sözünün ne kadar doğru olduğunu gördük.

Son olarak ve diğer inançlarından daha üstün olmak üzere Rabbine inanç: özel bir toplantıda bana dedi ki: «Biz başkaları gibi değiliz. Ben Allah'ın (CC) elini apaçık hissediyorum. Allah'ın elini, Allah'ın yardımını açıkça hisseden ve O'nun yolunda adım atan kişiye Allah da, «siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder» ayetinde ifade edildiği gibi, yardımını arttırır. Kehf ashabının öyküsü anlatılırken, Kur'an, onların Allah'a iman etmiş ve tam bir güvenle O'na yaslanmış gençler olduklarını, buna karşılık olmak üzere Allah'ında onların imanlarını artırdığını söylemektedir.(Kehf/13) O gençler Allah için kıyam etmişlerdi ve Allah da kalplerini sağlamlaştırmıştı. (Kehf/14)»

İşte ben bu yaşlı adamda böylesine bir hidayeti ve tasdiki apaçık gördüm. O, Allah için kıyam etti ve yüce Allah da, bu yolda bir korku ve sarsılma geçirmemesi için kalbini yardım inancı güveni ile sağlamlaştırdı. Fransız doktorlar, en azından on beş yılı sinir savaşı ve psikolojik rahatsızlık içinde geçmiş ve son olarak da genç ve verimli bir oğlunu kaybetmiş, seksen küsur yaşındaki bu ihtiyarı muayene ettiklerinde, kalbinin, yirmi yaşında bir gencin kalbinden farkı olmadığını söylediler. Böylece Kur'an'ın vaadi tecrübe ile ortaya çıkmış olmaktadır.

Kur'an, Allah için kıyam edildiği, Allah için amel edildiği, eylem ortaya konulduğu takdirde Allah'ın yar­dımını göreceğimizi vadetmektedir. Ancak evinizde oturursanız Allah'ın yardımını göremezsiniz. Eğer susarsanız Allah'ın yardımım göremezsiniz. Allah için harekete geçtiğinizde Allah'ı ve O'nun yardımını göreceksiniz. Allah'a ümit besleyerek ve Allah için harekete geçen kişi, Amerika'nın tehdidi karşısında ve hatta Sovyetler de ona katılsa bile gönlünde korkuya geçit vermeyecektir. Bu yaşlı adamın özellikleri konusunda bir şey daha söyle­mek istiyorum; belki inanmayacaksınız, ama günlerce oturup bu ateşli bildirileri kaleme alan bu yaşlı adam, seherlerde, gün doğarken en az bir saat Allah'a yakarış içerisinde bulunuyor ve inanması güçtür, gözyaşları döküyor.

Bu şahsiyet tam anlamıyla Ali'nin (a.s.) örneğidir. Ali hakkında, savaş alanında düşmanının yüzüne güldüğü ve ibadet mihrabında inleyişin, yakarışın şiddetinden baygın hale geldiği anlatılır. Biz işte bu örneği İmam'da da görüyoruz.

Ümit ediyorum Allah (cc) bu rehberin ömrünü uzun eder ve hizmetine yardım buyurur; hepimize de İslam mantığının muhafızları olabilmemiz için güç verir.

Ve's-selâm

(İslam Devrimi- Akademi Yayınları, İstanbul-1989)

--------------------------------------------------------------------------------

[1])1400 yıl önce ortaya konan bu Kur'anî kavram; Marks, Hegel ve onların izleyicilerinin kitaplarında görülen «Kendine yabancılaşma» ve «kendine dönme» kavramlarının ifade etmek istediği anlama yakın bir anlamı taşımaktadır. Aydın­larımız, bu kavramı Kur'an'dan almak ve derin anlamım bu kitap üzerinde düşünmek yerine ne yazık ki kavramı batı­dan almayı tercih ettiler.

[2] Bizim rehberimizle diğer rehberler arasındaki fark, rehberimizin, söylediği ile amel etmesi, söylediği sözü kendi yaşa­mında da eyleme dönüştürmesi; diğer rehberlerin ise önce cennetler vadetmeleri, sonra da önceki iddialarının hepsini inkâr etmeleridir.

[3] İmam'ın Tahran'a geldiği gün.

[4] Güney Tahran kastediliyor. Burada yoksul halk kesimi yaşamaktaydı,

(*) 1978 yılı itibariyle.