.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İmam-ı Rahil (ra)

Mübarek Hamd Suresinin Kısaca Bir Tefsiri, Allah’a Hamd Etme ve Kıraat Adabı Hakkında

 

Bil ki âlimler “bismillahirrahmanirrahim” cümlesindeki “ba” harfinin ait olduğu şey hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Herkes ilim ve irfandaki meşrebi esasınca, onun için bir müteallik (ilgili olduğu bir şey) zikretmiştir. Nitekim edebiyat âlimleri “iptida” (başlangıç) maddesinden veya örneğin “istianet” (yardım dilemek) maddesinden türediğini ifade etmiş ve takdire almışlardır. Bazı rivayetlerde şöyle yer almıştır:

“Bismillah, yani Allah’tan yardım dilerim.”[1]

Bu yorum Ehl-i Sünnet’e daha uygundur. Nitekim bu hususta da birçok rivayet de yaygın olarak nakledilmiştir. Birçok hadislerin ihtilafı da bu anlama yüklenmiştir. Dolayısıyla da bu bölümde “bismillah” hakkında İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Yani nefsimi Allah’ın alametlerinden bir alametle işaretliyorum.”[2]

“İstianet” (yardım dilemek) hakikati Ehl-i Sünnet’in derk ettiği anlamdan daha ince bir anlam ifade etmektedir ve bunda tevhidin sırrı, çok dakik bir şekilde beyan edilmektedir.

Ehl-i marifetten bazısı ise, “bismillahı” “zehere” (zahir oldu, açığa çıktı) cümlesine mutaallık kılmış ve şöyle demiştir: “yani zeherel vücud, bi ismillah” (vücud Allah’ın adıyla zahir oldu).[3] Bu yorum marifet ehli ve sülûk ve irfan ashabının görüşü hasebiyledir. Onlara göre bütün varlıklar, kainattaki zerreler, gayb ve şehadet âlemleri, ilahi ve cami’ ismin, yani Allah’ın en büyük isminin tecellisi ile zahir olmuşlardır. O halde, ya nişane ve alamet veya yücelik ve yükseklik anlamında olan “ism” kelimesi “feyz-i münbesit ve izafe-i işrakiyye” (genişleyen feyiz veya nursal bağıntılık) olarak adlandırılan Hakk’ın genişleyen fiilî tecellisinden ibarettir. Zira bu görüşe göre bütün varlık âlemi; soyut akıllardan tut, vücudun son mertebelerine dek, tümü bu feyzin tecessümleri ve bu latifenin tahakkuklarıdır. İlahi ayet-i şerifelerde ve Ehl-i Beyt’in (a.s) yüce hadislerinde bu görüş, birçok yerde teyit edilmiştir. Nitekim Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Allah meşiyyeti bizzat yarattı. Daha sonra da eşyayı meşiyyetle yarattı.”[4]

Bu hadisi şerifi herkes kendi görüşünce yorumlamıştır. Hepsinden daha zahiri ise bu irfan görüşüne mutabıktır ve o da şudur ki, maksat, feyz-i münbesitten (genişleyen feyizden) ibaret olan fiilî meşiyettir. Eşyadan maksat ise bu latifenin tecessümleri olan vücudun mertebeleridir. O halde hadisin anlamı şöyledir: “Yüce Allah kadimî ve zatî meşiyyetin gölgesi olan fiilî meşiyyeti, bizzat vasıtasız olarak yaratmıştır. Gayb ve şehadet âlemindeki diğer varlıkları ise, ona tabi olarak yaratmıştır. Seyyid Muhakkik Damad[5] sahip olduğu araştırma ve incelik makamına rağmen bu hadis-i şerifi çok ilginç bir şekilde yorumlamıştır.[6] Nitekim Merhum Feyz’in[7] (r.a) yorumu[8] da doğrudan uzaktır.

Özetle “ism” kelimesi, fiilî tecellinin bizzat kendisinden ibarettir ve bütün varlık âlemi onunla tahakkuk etmiştir. “İsm” kelimesinin ayni ve reel işlerde kullanımı ise Allah’ın, Allah Resulü’nün ve Ehl-i Beyt’inin (a.s) dilinde çok yaygındır. Nitekim Ehl-i Beyt şöyle buyurmuştur:

“Esma-i hüsna biziz.”[9]

Dua-i şerifelerde de “bi ismikellezi tecelleyte ala filanın” (falana tecelli ettiğin isminle) ifadesi çoktur.[10]

Her suredeki bismillahın, bizzat o sureye ait olması da muhtemeldir. Örneğin Hamd suresindeki bismillah, hamda aittir. Bu da irfani zevke ve marifet ehlinin mesleğine mutabıktır. Zira hamd edenlerin hamdının ve senada bulunanların senasının da, Allah isminin kayyumiyetiyle olduğuna işarettir. O halde bütün söz ve amellerin başındaki “tesmiye” (besmele) -ki şer’i müstahaplardan biridir- insandan ortaya çıkan her amel ve sözün ilahi ismin kayyumiyetiyle gerçekleştiğini hatırlamak içindir. Zira vücudun bütün zerreleri, Allah isminin tecessümüdür ve başka bir ifadeyle onlar bizzat Allah’ın isimleridir. Bu ihtimal üzere kesret görüşünde bismillahın anlamı her sure, söz ve fiilde farklıdır. Fakihler şöyle demişlerdir: “Her sure için bismillah önceden tayin edilmelidir. Eğer bir sure için bismillah söylenir de başka bir sure okunursa doğru değildir.”[11] Bu fıkhi meslek açısından da makbuldür ve kesretlerin en büyük ismullahtaki fenası görüşünce ise bütün bismillahların bir tek anlamı vardır.

Bu iki görüş, vücudun mertebelerinde, gayb ve şuhudun menzillerinde de söz konusudur. Kesret bakışında ve taayyünlerin ru’yetinde, varlıklar kesret halindedir; vücud mertebeleri ve âlemdeki taayyünler; rahmaniye, rahimiyye, kahriyye ve lütfiyyenin farklı isimleridir. Kesretin izmihlali ve vücudî nurların, feyz-i mukaddesin ezeli nurunda yok oluşunda da, feyz-i mukaddesten ve ilahi cam’i isimden başka bir etki ve haber söz konusu değildir. Bu iki görüş ilahi isimler ve sıfatlarda da söz konusudur. Birinci bakışa göre Hz. Vahidiyyet, isim ve sıfatların kesret makamıdır ve bütün kesretler o hazrettendir. İkinci bakışa göre ise Allah’ın en büyük isminden başka bir isim ve resim yoktur. Bu iki bakış, hikmete dayalı ve fikir adımıyladır. Eğer bakış arifane olursa, kalp kapılarının fethi ve kalbi riyazet ve sülûk adımıyla, Hak Teâla, fiilî, ismî ve zatî tecellilerle, bazen kesret sıfatı, bazen de vahdet sıfatıyla ashabının kalbine tecelli eder. Kur’an-ı Şerif’te de bu tecellilere işaret edilmiştir. Bazen açıkça işaret edilmiştir. Örneğin Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü.”[12]

Bazen de işaretle belirtilmiştir. Tıpkı İbrahim’in ve Resulullah’ın, En’am[13] ve Necm[14] surelerinin ayet-i şerifelerinde zikredilen müşahedeleri gibi. Masumların (a.s) dua ve rivayetlerinde de buna birçok işaretler yapılmıştır. Özellikle de inkârcıların, senet ve metnini inkâr edemeyeceği, özel ve genel, arif ve sıradan herkesin kabul ettiği, değerli Semat duasında zikredilmiştir. O değerli duada birçok yüce anlam ve öğretiler mevcuttur. Onun bir parçası bile, arifin kalbini kendinden geçirmekte ve o ilahi nefhanın nesimi, sâlikin ruhuna esmektedir. Nitekim şöyle buyurulmuştur:

Siyonist Rejim Çöküyor Siyonist Rejim Çöküyor

“Dağa tecelli ettiğin, dağı yerle bir ettiğin ve Musa’yı kendinden geçirdiğin veçhinin nuruna yemin olsun ve Sina Dağı’nda görülen, kendisiyle kulun ve resulün Musa bin İmran’la konuştuğun azametine yemin olsun ve Sair’deki doğuşuna, görülüşüne ve Faran dağındaki zuhuruna yemin olsun…”[15]

Özetle Allah’a doğru seyreden bir kimse, tesmiye vaktinde kalbine bütün zahir ve batın varlıkların, gayb ve şehadet âlemlerinin, esmaullahın terbiyesi altında olduğunu, hatta Allah’ın isimlerinin zuhuruyla zahir olduğunu, bütün hareket ve duruşlarının ve bütün âlemin, Allah’ın en büyük isminin kayyumiyetiyle olduğunu anlatmalıdır. Dolayısıyla Allah’ı övmesi; ibadeti, itaati, tevhidi ve ihlası ismullahın kayyumiyetiyledir. Bu makam ve ilahi latife, onun kalbine yerleşip sağlamlaşınca, ibadetin hedefi olan şiddetli bir tezekkürden sonra, marifetlerden olan başka bir yol arifin kalbine açılır, vahdet âlemine cezbolur -nitekim Allah-u Teâlâ üns halvetinde ve kutsal mahfilde kelimi olan Musa bin İmran’a şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ben Allah’ım, benden başka ilah yoktur; bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.”[16]

Burada Allah, namaz kılmanın hedefini, kendini zikretmek olarak takdir etmiştir. Sonunda hal lisanı ve kalbi, “O’nun övgüsü O’nun kendisinedir”, “ve sen kendini övdüğün gibisin”[17] ve “senden sana sığınırım” [18] hakikatine erişir.

Bu bismillahın “ba” harfinin ait olduğu şeyin sırrının özeti ve ondan elde edilen marifetlerin bir bölümüdür. Ama “ba” harfinin sırları; batında Alevi velayet makamı olan ve Kur’anî cem’ul cem makamı sayılan “ba” harfinin altındaki noktanın gizemlerini beyan etmek ise, daha kapsamlı bir araştırmayı gerektirmektedir.

Ama ismin hakikatine gelince, onun için gaybî, gayb’ul gaybî, sırrî, sırr’us sırrî, zuhur ve zuhur’uz zuhurî makamı vardır. İsim, Hakk’ın alameti ve Zat-ı Mukaddes’te fani olduğu hasebiyle de, vahdet ufkuna daha yakın olan ve kesret âlemine daha uzak olan her isim, ismiyet makamında daha kâmildir. Ve isimlerin en kâmili ise kesretten, hatta ilmî kesretten bile münezzeh olan isimdir ve o da zat makamında, feyz-i akdes makamıyla, gaybî ahadi ve Ahmedi tecelliden ibarettir. “Veya daha da yakınlaştı”[19] değerli ayet-i şerifesi de buna işaret etmektedir.

Bundan sonra da Hz. Vahidiyyet’te Allah’ın en büyük isminin tecellisi vardır. Ondan sonra da feyz-i mukaddes ile tecelli söz konusudur. Ondan sonra da varlıklar âleminde kesret sıfatıyla tecelliler söz konusudur. Yazar Misbah’ûl Hidaye[20] ve Şerh-i Dua-i Seher[21] kitaplarında bunu detaylıca izah etmiştir. “Allah”, eğer isimden maksat vücudî tecessümler ise, feyz-i mukaddes ile zuhurdur. “Allah” kelimesinin; zahir ve mazharın ittihadı ve ismin müsemmada fenası cihetiyle onun hakkında kullanılışının ise sakıncası yoktur, belki de “Allah göklerin ve yerin nurudur”[22] ve “gökte ilah ve yerde ilah sadece O’dur”[23] ayeti de bu makama işaret etmektedir ve bu ıtlak’ın şahidi konumundadır. Eğer isimden maksat feyz-i mukaddes ile tecelli makamı ise, o zaman da vahidiyet ve cemî (toplu) esma makamıdır. Ve başka bir tabirle ism-i azam makamıdır. Bu da diğer ihtimallerden daha zahirdir. Eğer isimden maksat ism-i azam ise, bu durumda da zat veya feyz-i akdes makamıdır. Dolayısıyla rahman ve rahim makamları da bu ihtimal hasebiyle açıkça anlaşıldığı üzere farklılık arz etmektedir.

Rahman ve rahim, isim için veya Allah için bir sıfat da olabilir. Daha uygun olanı ise isim için sıfat olmasıdır. Zira onlar Allah’ın sıfatlarını övgü makamındadır ve bu esas üzere tekrar ihtimalinden de korunmuş olmaktadır. Gerçi eğer Allah’ın sıfatı olursa, bunun da bir yorumu vardır ve bu tekrarda da bir belagat nüktesi mevcuttur. Eğer ismin sıfatı sayacak olursak, isimden maksadın aynî isimler olduğunu teyit etmektedir. Zira rahmaniye ve rahimiyye sıfatlarıyla değil sadece aynî isimlerle nitelendirilir. O halde eğer isimden maksat zatî bir isim ve cemî makamla tecelli olursa, rahmaniyet ve rahimiyet zatî sıfatlardan olur ki, Hz. İsmullah için vahidiyet makamıyla tecellide sabittir. Rahmaniyye ve fiilî rahimiyye rahmeti ise, onların mazharlarındandır. Ama eğer isimden maksat meşiyet makamı olan fiilî ve cemi tecelli olursa, o zaman da rahmaniyet ve rahimiyet fiilî sıfatlardan olur.

Dolayısıyla rahmaniye rahmeti, vücudun aslının genişlemesidir ve bu da bütün varlıklar için geneldir. Ama Hakk’ın özel sıfatlarındandır. Zira vücudun aslının genişlemesinde, Hak Teâlâ için bir ortak söz konusu değildir. Diğer varlıklar ise icadî rahmetten acizdirler. Vücudda Allah’tan başka bir etki sahibi yoktur ve tahakkuk diyarında ise Allah’tan başka bir ilah mevcut değildir. Ama yol hidayetçilerinin hidayetinin damlalarından kaynaklandığı rahimiyye rahmeti ise, saadete ermişlere ve yüce fıtratlara mahsustur. Lakin diğer varlıkların da kendisinden nasiplendiği genel bir sıfattır. Daha önce de işaret edildiği gibi rahimiyye rahmeti de genel rahmetlerdendir. Mutsuzluk sahibi kimselerin bu rahmetten nasipsizliği, onların noksanlığı sebebiyledir; rahmetin sınırlılığı sebebiyle değil. Bundan dolayı hidayet ve davet bütün beşer ailesi için geçerlidir. Nitekim bunu Kur’an apaçık bir şekilde beyan etmektedir. Ayrıca bir görüşe göre de rahimiye rahmeti, Hak Teâlâ’ya mahsustur; diğerlerinin bunda bir ortaklığı yoktur. Rivayet-i şerifeler hususunda da nazar ve itibarlar farklılığı hasebiyle rahimiyye rahmetinin beyanında farklılık baş göstermiştir. Bazen şöyle buyurulmuştur:

“Şüphesiz rahman genel bir sıfat için özel bir isimdir. Rahim ise, özel bir sıfat için genel bir isimdir.”[24]

Hakeza şöyle buyurulmuştur:

“Rahman bütün yaratıkları kapsamaktadır, rahim ise sadece müminlere hastır." [25]

Daha sonra şöyle buyurulmuştur:

“Ey dünya rahmanı ve ahiret rahimi!”[26]

Hakeza şöyle buyurulmuştur:

“Ey dünya ve ahiret rahmanı ve her ikisinin rahimi!”

İrfani İnceleme

Edebiyat âlimlerinin belirttiği üzere “rahman” ve “rahim” “rahmet” kökünden türemiştir ve mübalağa içindir. Ama rahmanda, rahime oranla daha fazla bir mübalağa söz konusudur. Kıyas da; rahimin, rahmandan önce zikredilmesini iktiza etmektedir. Ama rahman şahsi bir isim olduğundan ve diğer varlıklar hakkında kullanılmadığından dolayı, rahimden öne geçirilmiştir. Bazısı ise her ikisinin de bir anlama geldiğini ifade etmiş, tekrarının sadece tekit için olduğunu söylemişlerdir. Kur’an’ın da en yüce mertebesiyle indiği irfani zevk ise, rahmanın rahimden önce zikredilmesini iktiza etmektedir. Zira Kur’an-ı Şerif kalp ashabı nezdinde, ilahi tecellilerin nazil olanı ve rububiyye esma-i hüsnasının yazılı suretidir.

Rahman ismi, ism-i azamdan sonra, Allah’ın en kapsayıcı ismi olduğundan, marifet ashabı nezdinde de kuşatıcı isimlerle tecellinin, kuşatılan isimlerle tecelliden ve daha çok kuşatıcı isimlerle tecellinin hepsinden önceliği hasebiyle, evvela Hz. Vahidiyet’te tecelli, Allah’ın en büyük ismiyle tecellidir. Ondan sonra da rahmaniyet makamıyla tecellidir ve rahimiyet ile tecelli ise rahmaniyet ile tecelliden daha sonradır. Zuhurî ve fiilî tecellide de, bu şuhutta ism-i a’zam ve zatî ism-i a’zam’ın zuhur yeri olan meşiyet makamıyla tecelli de bütün tecellilerden önceliklidir. Gayb ve şehadet âlemindeki tüm varlıkları ihata eden rahmaniyet makamıyla tecelli de, -şu ayette buna işaret etmektedir: “rahmetim her şeyi kuşatmıştır”[27]- diğer tecellilerden önceliklidir ve bazı açıdan da şu ifade buna işaret etmektedir:

“Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir.”[28]

Özetle batın ve ruh hasebiyle “bismillah”, fiilî tecellilerin suretidir. Sır ve sırr’us sır hasebiyle de esma-i tecellilerin ve hatta zatî tecellilerin suretidir. Zikredilen tecelliler ise evvela Allah makamıyla, daha sonra rahman makamıyla ve daha sonra da rahim makamıyla tecellidir. Sözsel ve yazılı suretler de böyle olmalıdır ki ilahi ve Rabbani sistem ile mutabık olsun. Ama mübarek hamd suresindeki rahman ve rahim, Rabbu’l Âlemin’den daha sonradır. Bunun sebebi ise belki de “bismillah”da vücudun gayb gizliliklerinden zuhuruna ve sure-i şerifede ise dönüş ve batınlara bakıştır. Elbette bu ihtimalde, bir problem de söz konusudur. Belki de rahmaniye ve rahimiye rahmetinin ihata ediciliğine işaret içindir. Belki de ayrı bir nüktesi vardır. Her haliyle “bismillah”ta zikredilen bu nükte onaya layık bir nüktedir. Belki de bu değersizin kalbinde rahimiyye rahmetinin bereketlerindendir. İhsan buyurduklarına karşılık hamd sadece Allah’a mahsustur.

Araştırma ve Sonuç

Zahir alimlerinin belirttiği üzere ise rahman ve rahim kelimeleri, rahmetten türemiştir ve her iki kelimede de yumuşaklık ve merhamet gizlidir. İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilmiştir:

“Rahman ve rahim, iki latif (ince anlam içeren) kelimelerdir. Onlardan biri diğerinden daha latiftir. Rahman yani lütfeden, rahim ise kullarına rızık ve nimet vererek merhamet eden kimsedir.”[29]

Merhamet ve inceliğe bir tepki gerektiği için de bu iki kelimenin zat-ı mukaddes hakkında kullanılabilmesi için bir takım tevil ve yorumlara gidilmiş ve mecaz olduğu söylenmiştir.

Bazıları ise bu tür sıfatların geneli hakkında “öncülleri bırak, hedefe koyul” yoluna gitmişler ve bu tür sıfatların Allah hakkında kullanılmasının fiiller ve etkiler münasebetiyle olduğunu, öncüller ve sıfatlar mülahazasıyla olmadığını söylemişlerdir. O halde rahim ve rahmanın Allah hususundaki anlamı, kullarıyla merhamet üzere muamelede bulunan kimse demektir. Mutezile, Allah’ın bütün sıfatlarını bu şekilde veya buna yakın bir türde kabul etmiştir. O halde bu sıfatların Allah hakkında kullanılışı da mecazdır. Ama bizce mecaz oluşları uzak bir ihtimaldir. Özellikle de rahman hususunda uzak bir ihtimaldir. Aksi takdirde ilginç bir işi gerektirir ve o da şudur ki; bu kelimenin, caiz olmadığı bir anlam için kullanılmasının takdir edilmesidir. Dolayısıyla, gerçekte bu mecaz, hakikati olmayan bir mecazdır. Biraz düşün!

Araştırmacılar ise bu tür soruya şöyle cevap vermişlerdir: kelimeler; genel anlamlar, mutlak hakikatler için ortaya konmuştur. O halde merhamet ve yumuşaklık kaydı, rahmet kelimesinin asıl anlamının içinde değildir. Bu kayıt halk zihinlerinde uydurulmuş, çıkarılmıştır. Yoksa konunun asıl anlamında bir etkisi yoktur. Bu konu da zahir açısından araştırmadan uzaktır. Zira bilindiği gibi kelimeleri çıkaran kimse, sıradan insanlardan olup soyut anlamları ve mutlak hakikatleri bu kelimeleri yaşarken göz önünde bulundurmamıştır. Evet, eğer kelimeleri vaaz eden kimse, Hak Teâlâ veya ilahi ilham ve vahiy vasıtasıyla peygamber olsaydı, bu konu için bir yorum yapılabilirdi. Ama bu da sabit değildir. Özetle bu kelimenin zahiri problemlidir. Ama araştırmacıların maksadının da bu zahir olduğu malum değildir. Aksine bu konuyu beyan ederken şöyle demek de mümkündür: lügatleri vazeden kimse her ne kadar mutlak ve soyut anlamları göz önünde bulundurmamışsa da, ama elfazın karşısında vazedildiği şeyler soyut ve mutlak anlamlar olmuştur. Örneğin nur lafzını vazetmek istediğinde, her ne kadar bu, ilineksel ve hissi nurlar olsa da, vazeden kimsenin göz önünde bulundurduğu nurlar -bu nurların maverasını anlamadığı vasıtasıyla- nur lafzının nuriyet boyutu olmuştur; nur ve zulmetin karışımı boyutu değil. Eğer vazeden kimseye şöyle sorulacak olursa: bu sınırlı ve ilineksel nurlar, salt nurlar değildir. Zulmet ile karışık nurlardır. Nur lafzı, nuriyet boyutunun ifadesi midir, yoksa nuriyet ve zulmaniyetin ifadesi midir?”

Zaruret gereği şöyle cevap verir: Onun nuriyet boyutunu ifade etmektedir ve zulmet boyutu asla onun anlamında yer almamıştır. Hepimizin de bildiği gibi ateş lafzını vazeden kimse de, vazetme esnasında sadece dünyevi ateşleri gözününde bulundurmuş, bu hakikate intikal sebebi dünyevi ateşler olmuş, ahiretten ve Allah’ın yüreklere çökecek olan tutuşturulmuş ateşinden gaflet etmiştir. Özellikle de vazeden kimse, başka bir âleme inanmıyorsa… buna rağmen bu intikal vesilesi, hakikatte kayıt ve sınırlılık sebebi olamaz. O halde ateş, ateşlilik boyutu karşılığında vaki olmuştur. Dolayısıyla da vazeden kimsenin anlamları soyutladığını söylemiyoruz. Aksi takdirde çok uzak bir ihtimal ortaya çıkar.

Biz şöyle diyoruz: “kelimeler sınırsız ve kayıtsız anlamlar karşılığında yer almıştır. O halde hiçbir uzak ihtimal söz konusu değildir. Anlamlar garipliklerden ve yabancılıklardan uzak kaldıkça hakikate daha yakın olur ve mecaziyet şüphesinden daha uzak düşer. Örneğin “bizzat zahir ve başkası için zahir kılıcı” anlamına gelen nur kelimesi, bu dünyevi ve ilineksel nurlar hakkında kullanılsa da, hakikatten uzak değildir. Zira onlar hakkındaki kullanılışında da, sınırlılık ve zulmetle karışıklık boyutu göz önünde bulundurulmamaktadır. Göz önünde bulundurulan şey zatî zuhur ve mazhariyettir; ama zuhurları daha kâmil, zatiyet ufkuna daha yakın, mazharları ise nicelik ve nitelik açısından daha fazla olan ve noksanlığı daha az olan melekuti nurlar hakkındaki kullanımı hakikate daha yakındır. Ceberutiye nurları hakkında kullanımı da aynı beyanla hakikate daha yakındır. Nuru’l Envar, zulmetin bütün boyutlarından halis, sırf ve salt nur olan yüce ve celil Allah’ın zat-ı mukaddesi hakkındaki kullanımı, salt ve halis bir hakikattir. Hatta denilebilir ki eğer nur kelimesi bizzat zahir ve gayrisini zahir kılıcı anlamı için vazedilmişse, bunun Hak Teâla dışındaki kullanımı cüz’i akıllar açısından hakikattir. Ama teyit edilmiş akıllar ve marifet ashabı açısından mecazdır. Sadece Hak Teâla hakkında kullanımı hakikattir. Aynı şekilde kemal anlamları, yani vücud ve kemal cinsinden olan anlamlar karşısında vazedilen kelimelerde de aynı şekiller geçerlidir.

O halde rahman, rahim, atuf, rauf ve benzerlerinde bir kemal ve tamam ciheti ve bir de noksanlık ve infial (tepki) ciheti vardır. Bu lafızlar söz konusu hakikatin aslı olan kemaliye ciheti esasınca vazedilmiştir. Ama hakikatin garipliklerinden, yabancılıklarından ve âlemin gereklerinden olan ve de bu hakikatlerin imkan âlemlerinde ve düşük dünyevi âlemlere nüzulünden sonra kendileriyle birliktelik içinde bulunan infiali (tepkisel) cihetlerin -çünkü zulmet nur ile düşük âlemde birbirine karışmış durumdadır- bu lafızların gerçek anlamında bir etkisi yoktur. Dolayısıyla salt kemal cihetine sahip olan, infial ve noksanlık cihetinden münezzeh olan bir varlık anlamında kullanımı, salt hakikattir ve hakikatin ta kendisidir. Bu açıklama marifet ehlinin zevkine yakın olmakla birlikte, zahir ehlinin bulgularıyla da uyum içindedir.

O halde açıklığa kavuştuğu üzere bazı âlemlere nüzulünden sonra başka bir şeyle karışıp birliktelik arzeden bu tür kemal sıfatlarının mutlak türü -azameti yüce olan Hakk’ın mukaddes zatı bundan münezzehtir- Hak Teâla hakkında kullanılınca mecaz değildir. Hidayete erdiren şüphesiz Allah’tır.

- - - - - - - - - - - -


[1]     Mean’il Ehbar, Bab-ı Mana “ Allah” azze ve celle, 2. hadis. et- Tevhid, s. 231, 31. Bab, 5. hadis

[2]     et-Tevhid s. 229, 31. Bölüm, 1. hadis, Meani’l ehbar, s. 3

[3]     Bismillahın anlamı hakkındaki bu yorumu Muhyiddin-i Arabi Futuhat’ul Mekkiyye c. 2, s. 133’te zikretmiştir.

[4]     Usul-i Kafi, c. 1. s. 110, Kitab’ut Tevhid, Bab-ul İradeti, inneha min Sifat’il Fiil, 4. hadis; Bihar’ul Envar c. 4, s. 145

[5]     Mir Muhammed Bakır b. Şemseddin Muhammed, Mir Damad (H. K. 1631) diye meşhur olup, İsfahan’da dünyaya gelmiş ve Necef’te vefat etmiştir. Mir Damad, Şia’nın ender âlimlerinden, büyük filozoflarından, akli ve nakli ilimlere sahip olanlardan biriydi. Bazı fıkhi ve hadis ile ilgili sorunları halletmede eşsiz bir dehaya sahipti. İbn-i Sina ve Şeyh İşrak’ın felsefesinin H. 17. asırda yaygın hale gelmesinde ve öğrencisi Molla Sadra’nın Hikmet-i Mütealiyesi için gerekli ortamın oluşmasında bu büyük filozofun çok büyük katkıları vardır. “Kebesat, Takdisat, Sedr’ul Munteha ve Haşiye ala Men La Yehzuruh’ul Fakih” kitapları vardır. Mir Damad şiirlerinde de kendisini İşrak diye adlandırmıştır.

[6]     Mirat’ul Ukul,,  c, 2, s. 19, ve el-Vafi, c. 1, s. 457

[7]     Muhammed Muhsin b. eş-Şah Murtaza (Ö. H.K. 1680), Feyz-i Kaşani diye meşhur olan H. 17. asrın muhaddis, fakih, arif ve filozofudur. Şeyh Behai, Mevla Muhammed Salih, Seyyid Haşim Behrani ve Molla Sadra’nın öğrencisidir. Molla Sadra’nın, Feyz üzerinde çok açık etkileri vardır. Allame Meclisi, Seyyid Nimetullah Cezayiri, Kadı Said Kummi ve oğlu, Feyz-i Kaşani’den istifade etmişlerdir. Yaklaşık doksan eseri olduğu söylenmiştir. Bunlardan başlıcaları şunlardır: “Tefsir-i Safi, Vafi fi’l-hadis, Meheccet’ul-Beyza fi Tehzib’il-İhya, Şafi, İlm’ul-Yakin, el-Hekaik, Kelimat-i Meknune, Usul’ul-Esliyye”

[8]     El-Vafi, c. 1, s. 457, Ebvab-u Marifet’is Sifatihi Sübhanehu ve Esmaihi, Bab-us Sifatı’l Fiil, 4. hadisin beyanında

[9]     Usul-i Kafi, c. 1, s. 143, Kitab’ud Tevhid, Bab’un Nevadir, 4. hadis

[10]    Semat adlı dua-i şerifte, Misbah’ul Müteheccid s. 376

[11]    el- Urvet’ul Vuska, c. 1, s. 459, “Kitab’us-Salat, 24. fasıl fi’l Kırae” 11. mesele. Müstemsik’ul Urvet’il Vuska, c. 6, s. 183

[12]    A’raf, 143

[13]    En’am, 75-79

[14]    Necm, 5-8

[15]    Semat duasından, Misbah’ul Muteheccid, s. 376

[16]    Ta-Ha,14

[17]    Peygamberin (s.a.a) secdede ettiği bir duadır, Furu-u Kafi, c. 3, s. 324, Misbah’uş Şeriat, 5. bab ve Aval’il Leali, c. 1, s. 389, 21. hadis

[18]    Peygamber-i Ekrem’den secdede nakledilen bir duadır. Furu-u Kafi, c. 3, s. 324, Misbah’ul Müteheccid, s. 308

[19]    Necm,9

[20]    Misbah’ul Hidaye İmam Humeyni (kuddise sırruh’uş şerif) tarafından hilafet ve velayet ile ilgili marifetlerin ve hakikatlerin beyanı hususunda yazılmış bir kitaptır. Bu değerli kitabın önsözünde şöyle yazılmıştır: “Ben bu kitapta, Allah’ın izniyle başta ve sonda sana hidayet velisinin keşfolmasını istedim. Muhammedi hilafetin hakikatlerinin ve Alevi velayetin hakikatlerinin ve gayb ve şehadet alemlerine sirayet niteliğinin sırlarının açığa çıkmasını istedim…Dolayısıyla bu kitabı Misbah’ul Hidaye ile’l Hilafeti ve’l Velaye olarak adlandırmak daha uygundu. Allah’tan başarı dilerim. Şüphesiz Allah en iyi yardımcı ve dosttur. Dünya ve ahiretten O’nun velilerinden de yardım dilerim…” Bu kitabın yazımı 1930 yılında sona ermiştir.

[21]    Şerh-i Dua-i Seher İmam Humeyni’nin (r.a) Arapça yazdığı bir kitaptır. Bu kitabı yazmaktan maksadı yazarın da önsözünde belirttiği gibi mübahale duası diye meşhur olan mübarek bir duanın boyutlarını anlatmaktır. (Seher vaktinde okunan bu dua, Tahir İmamlardan (a.s) nakledilmiştir. Bu değerli kitabın yazılışı 1930 yılında sona ermiştir.

[22]    Nur,35

[23]    Zuhruf,84

[24]    Mecme’ul Beyan, c. 1, s. 21, İmam-ı Sadık’tan naklen (az bir faklılıkla)

[25]    “Rahman bütün alem için rahim ise müminlere hastır” Meanil Ahbar, s. 3; Bihar’ul Envar, c. 89, s. 229

[26]    “Ey dünya rahmanı ve ahiret rahimi ve dünya ile ahiret rahimi” Usul-i Kafi, c. 4, s. 340, Kitabu’d Dua, Bab-ud Dua-i li’l Kerb, 6. hadis; Sahife-i Seccadiye, 54. dua

[27]    Araf,156

[28]    İlm’ul Yakin, c. 1, s. 57

[29]    Ed-Durr’ul Mensur, fi’t Tefsir, bi’l Me’sur, Celaluddin Suyuti, c. 1, s. 9, Esma ve Sıfat’ta, Beyhaki’den naklen.

Editör: Hasan Bedel