.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Kur’an-ı Kerim sarih bir dille şu ilanda bulunur: Kâbe’ye yönelik kötü niyeti olan, onu tahrip etmeye niyetlenen ve böylece dini ortadan kaldırmak isteyen, onu viraneye çevirerek Allah’a kulluk yolunu kesmeyi dileyen, onun kökünü kurutarak tavaf ve ziyareti engellemek isteyen, onu yok ederek adalet adına kıyamı engellemeye çalışan; kısacası Kâbe ile ilgili zalimce bir sapkınlık içerisinde olan herkes, Allah’ın elim azabına duçar olur. Öyle ki böyle birinden ne bir iz kalır ne de bir eser.

Binaenaleyh, Fil Yılında’ vaki olan ve Ebrehe’nin ordularının ilâhâ azaba duçar olduğu o hadise, tarih boyunca tek bir kez vaki olup bitmiş münferit bir olay ya da tesadüfî bir vakıa değildir.

“Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların hile ve düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine ebabili, sürü sürü kuşları salıverdi. Onlara (o kuşlar) siccîlden (katı, sert çamurlardan) taşlar atıyorlardı. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.”[1]

Belki bu vakıa, değişim kabul etmez ‘sünnetullah’ın kaçınılmaz bir gereği ve Kur’an-ı Kerim’in kesin bir dil, evrensel bir hitap ve ilâhî buyruğun şu ezeli ve ebedî hükmüne tâbi olarak temellendirdiği bir ilkenin tezahürüdür:

“…Kim orada böyle zulüm ile haktan ve adaletten sapmak isterse ona can yakıcı bir azap tattırırız.”[2]

Bu hüküm, Kur’an-ı Kerim’in tahriften korunacağına dair ilâhî taahhütle aynı kesinlikte bir dil ile ifade olunmuştur. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurur:

“…O benzeri bulunmaz aziz bir kitaptır. Öyle bir kitaptır ki bâtıl ona ne önünden, ne ardından, hiç bir taraftan yol bulamaz. O hakîm ve hamîd tarafından indirilmiştir.”[3]

Kur’an’ın her tür bâtılın nüfuzundan korunmuş ve nesih, tahrif ve yok olmaktan muhafaza edilmiş olmasının yegâne amili, Allah’ın bizzat Kur’an’ın muhafazasını kendi uhdesine almış olmasıdır.

“Hiç şüphe yok ki o zikri, (Kur’ân’ı) biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.”[4]

Kur’an-ı Kerim’in tesis etmiş olduğu ilke gereği, Kâbe’nin (Allah şerefini daim eylesin) saygınlığının temeli, asla zeval bulmayacak olan Hak Teâlâ’nın saygınlığıdır. Asla ölmeyecek olan dinin hayatıdır. İlâhî ahde binaen asla unutulmayacak olan vahyin sürekliliğidir. Bu demektir ki Kâbe hakkında kötü bir niyeti olan; kalbinde Hakk’ın zevali arzusunu taşıyan herkes, çok acı bir şekilde Allah’ın azabına giriftar olacaktır. Bu tehdit ve azap ise asla değiştirilemeyeceği gibi hiçbir şey vukuuna mani olamaz.

Asla gâfil kalınmaması gereken ve bizim bu bölümde açıklamaya çalıştığımız asıl nükte şudur: Evet, Kâbe, özel bir kutsallığa sahiptir ve kadim zamanlardan beri Ashab-ı Fil ve benzeri saldırganlardan korunmuştur. Mamafih ‘İbn Zübeyir’ oraya yerleşip o pak ve arınmış Beyt’e sığındığı ve zamanın zorba iktidarı (Abdulmelik b. Mervan) o uğursuz insan, yani Haccac Sakafî eliyle mancınıklarla Kâbe’yi yakıp yıktığı ve İbn Zübeyr’in sığınağını viran edip onu ele geçirdiği zamanlarda[5], o Beyt’in sahibi tarafından Kâbe’nin korunmasına dair hiçbir ferman nazil olmadı; ne tek bir tane olsun ebabil kuşu Haccac’ı taş yağmuruna tuttu ne de “Ebu Kubeys” dağının taşları “Haceru’l Esved” hatırına bir nebzecik yerinden oynadı. Hülasa, gaipten bir el uzanıp bu duruma müdahale etmedi ve bütün her şeye rağmen o zâlimler dörtnala hücum ededurdular; kıble dergâhını viran eylediler, tavaf makamını harap eylediler, Haceru’l Esved’i ortalıktaki herhangi bir taş misali fırlatıp attılar ve Kâbe’nin her dört rüknünü üst üste yığdılar. İşte burada, velayet makamı, ümmetin rehberlik ve imamet yıldızının ışığı, mektebin irfani siyasetinin yüce zirvesi ve özcesi “tüm memleketlerin en temel rüknü ve Allah kullarının siyasî öncülerinin”[6] azameti aşikâr olup ortaya çıkmaktadır.

Ebrehe ve Haccac arasındaki fark şudur: Ebrehe zâlimi, kıble ve tavafgâhı yıkıp viran etmek istiyordu. Zira o dönemlerde de Kâbe, ‘Hanif din’ üzere olanların kıblesi ve tavafgâhı idi. Tabi diğerleri için de bir tavafgâh idi. Haccac zalimine gelince, o yine kendisi gibi başka bir zalime musallat olmuş ve Kâbe’nin kendisini (bir kıble ve tavafgâh olarak) hedef tahtasına oturtmamıştı. Her ne kadar kendisi dindar biri olmayıp yeniden dirilişe inanmıyor olsa da onun amacı, İslam’ı ve Hanif dini yok etmek değildi. Onun yegâne gayesi, yine kendisi gibi zamanının imamını; yani şehitlerin efendisi Hz. Hüseyin b. Ali’yi (a.s) tanımayan bir başka zalimi ele geçirmekti. İmam Hüseyin (a.s) Hak uğruna kıyama kalkışmış, insanları adalete davet etmiş, özgürlük şiarını yüceltmiş, İslam’ın hâkimiyetinin zaruretini haykırmış ve bu uğurda şu yiğitlik sloganını ebedileştirmişti:

“Ben, elimi alçakça ve zelil bir şekilde size uzatmayacağım! Ben köleler gibi kaçmayacağım!”[7]

O, Allah kullarını cehalet ve sapkınlığın şaşkınlığından kurtarmak için canını feda edebilen bir imamdı.

“O öz canını senin uğruna feda etti; kullarını cehalet ve sapkınlığın şaşkınlığından kurtarsın diye!”[8]

O, Allah’ın kopmaz, pörsümez, sapasağlam ipine tutunarak şu paha biçilmez sözlerle Allah’tan başkasıyla bağlarını koparan bir imamdı:

“Vallahi, eğer sığınacak tek bir yerim, tutunacak tek bir dalım olmasa da ben, Yezid b. Muaviye’ye biat etmeyeceğim!”[9]

Meşhur Şii Fakih ve Muhaddis Şeyh Saduk (r.a) bu konuyla ilgili şöyle der:

Ashab-ı Fil hakkında cereyan eden hadise, Haccac’ın başına gelmedi. Zira Haccac’ın doğrudan hedefi, Kâbe’yi yıkmak değildi. Onun gayesi, İbn Zübeyir’i yakalamaktı. İbn Zübeyir’in kendisi de hak karşıtı; yani Hz. Ali b. Hüseyin İmam Seccad’a (a.s) muhalif bir çizgideydi. İşte bu hak karşıtı şahıs, gidip Kâbe’ye sığındığında, Allah insanların şunu bilmesini irade buyurdu ki o, hak karşıtı birini asla himayesi altına almaz. Bu yüzden Kâbe’nin böyle birinin başına yıkılması için mühlet verdi. Tabi ki Haccac’ın kendisi de hak karşıtlığı ve velayet düşmanlığının canlı bir timsaliydi. Her ikisi de Ehl-i Beyt’in velayet nizamını yıkmak için ellerinden geleni yapmışlardı. İbn Zübeyir’in yakalanması hadisesinde yaşanan düşmanlık, sırf dünya metaı içindi. Yoksa İbn Zübeyir Şehitlerin Efendisi ve Hz. Seccad’a (a.s) katılıp yardım etmedi diye değil.

Bu olay çok açık bir şekilde şunu göstermektedir: Velayet ve imamete muhalif bir çizgide bulunmak öylesine büyük bir kabahattir ki, masum bir imamın rehberliğine muhalefet eden kim olursa olsun bir başına ve Allah’ın yardımından mahrum kalmaya mahkûmdur. Dahası imamın karşısında yer almakla kalmayıp kendisi bizzat rehberlik iddiasında bulunan bir kimse ilâhî yardıma mazhar olamadığı gibi, Kâbe’ye dahi sığınacak olsa Allah’ın vaat etmiş olduğu o özel korunma ve himayeden de mahrum kalacaktır.

Bu hadise, İmam’ın kadrinin yüceliği, velayetin saygınlık ve hürmeti ve ilahî hilafetin izzet ve şerefini apaçık gözler önüne sermektedir. Öyle ki aklî bir mütalaa ile hakkın kıymeti, onun nûrânîyet, cemal, celal, kibriya, bütün varlıkları kuşatan meşiyyeti ve her şeyi kabzasında bulunduran kudreti tam anlamıyla aydınlığa kavuşmaktadır. Zira harem ve ‘Beled-i Emin’ için varsayılan hürmet, Kâbe’den dolayı; Kâbe’nin hürmeti ise Allah’ın velayet makamı için tayin ettiği İmam’dan dolayıdır. İmam’ın hürmeti ise, Hakk-ı Mutlak’tan yani bütün varlıkların dergâhında boyun eğdiği Allah Teâlâ’dan dolayıdır. Bu durumda Yüce Allah bir zâlimin Kâbe’yi viran etmesi için mühlet vermişse eğer, bu şu ayetle bir tezat teşkil etmez:

“…Kim orada böyle zulüm ile haktan ve adaletten sapmak isterse ona can yakıcı bir azap tattırırız.”[10]

[1]     Fil: 1-5

[2]     Hac: 25

[3]     Fussilet: 41-42

[4]     Hicr: 9

[5]     Biharu’l Envar, c.2, s. 282

[6]     Age. c. 97, s. 342; Mefatihu’l Cinan, Ziyaret-i Camia-ı Kebire

[7]     El İrşad, c.2, s. 98; Biharu’l Envar, c. 44, s. 191; 45. Cilt 7. Sayfada ise “köleler misali kaçıp firar etmeyeceğim” yerine “köleler misali sizi onaylamayacağım” tabiri yer alır.

[8]     Tehzibu’l Ahkâm, c. 6, s. 113; Mefatihu’l Cinan, Erbain Ziyareti

[9]     Biharu’l Envar, c. 44, s. 329

[10]    Hac: 25