Ehlader Araştırma Bölümü

Doç. Dr. Sertaç Timur Demir[1]

Ağ’a Yakalanan İnsan

Modern insanın gittikçe sınırsızlaşan bir ağ kültürüyle irtibatlı olduğu yaklaşık elli yıldır tartışılmaktadır. Bu insan irtibatlı ağ ister “ağ şehri”,[2] ister “kablolu toplum”,[3] ister “ağ ulusu”[4] ve isterse “ağ toplumu”[5] olarak tanımlansın, teorilerin her biri farklı etki düzeylerinde de olsa toplumsal değişimin merkezine; ağları yerleştirmektedir. Gelinen noktada toplumla ağ arasında artık birbirinden ayrı düşünülebilecek iki karşıt parametrenin ilişkisi yerine, neredeyse birbirinin yerini alan ontolojik içiçelik ve çiftyönlü benzeşim söz konusudur. Bu girift durum, modern insanın artık her an bir ağa bağlı olmasıyla ve gündelik yaşamını bu ağın sağladığı inovatif konfor etrafında inşa etmesiyle ilgilidir. Leonhard’ın dediği gibi, çevrimdışı uzaklıklarda dijital detoks yapma lüksüne sahip olanlar dışında, artık her şey ve herkes bir ağa bağlıdır. Belki de modern insan; ağın kendisidir.

DataReportal’ın Digital 2021 raporuna göre Ocak 2021 itibariyle 7.83 milyar olan dünya nüfusunun yüzde 66.6’sı (5.22 milyar kişi) cep telefonu sahibi olup, yüzde %59.5’i (4.66 milyar kişi) internet ve %53.6’sı (4.20 milyar kişi) aktif sosyal medya kullanıcısıdır. Son bir yıl içinde sosyal medya kullanıcıları %13 oranında (490 milyon kişi) artmıştır. Sosyal medya kullanıcılarının %98.8’inin cep telefonu bulunmaktadır.

İnternet, sosyal medya ve cep telefonu kullanımında gözlemlenen artış, yalnızca nicel bir değişime gönderme yapmamakta, modern toplumun ne denli devasa bir ağın parçası olduğuna da vurgu yapmaktadır. Ekranlar, Virilio’nun tespit ettiği gibi, küreselleşmenin sanallaştırılan ufkunun seyredildiği pencerelere dönüşmektedir. Fakat Virilio’nun tasvirindeki siber-uzamda hala gözün sahibi ile ekran arasında bir mesafe olduğu varsayılmaktadır. Oysa bugün göz ile ekran arasındaki mesafe olabildiğince kapanmış, dahası birbiri içine geçmiştir. Bu evrenin bedensiz ve suretsiz kullanıcıları, Le Breton’un dikkat çektiği gibi, klavyeden başka dokunma organı ve ekrandan başka gözün olmadığı bu engin dünyada kesintisiz kesişmelere yakalanmaktadır.

Bu ekran-kesişmeleri dış dünyanın ve mekânsal tasarımın ayırt edici dokusunu deforme etmektedir.

Çünkü ağın ortasında yaşanan her şey nereden bakılsa artık bir h/içmekan deneyimini resmetmektedir.

Günther Anders dünyanın evlere servis edildiği düzenden, evlerin dünyaya servis edildiği düzene geçildiğini uzun yıllar evvel yazdıktan sonra, artık bir hayalet olan dış dünyanın evlerdeki masif duvarları aştığından bahsetmektedir. Öte yandan dış dünyayı hayaletleştiren ağlar, evleri de aile içi yakınlığın mezarlığına, yani salt mimariye indirgemektedir. Evler odalara, odalar insanlara, insanlar ekranlara, ekranlar da ağlara uygun olarak parçalanmaktadır. İnternetin uzamı -ki yönsüz ve yüzergezer bir uzamdır bu- kendi dışında neredeyse başka bir uzam bırakmayacak şekilde sonsuzluk isteğini taşıyan bir iştahla genişlemektedir. Fakat internet uzamında bu sonsuz genişlemeci tavrın aksine, herhangi bir insani tekâmül yaşanmamakta, buradaki zaman fragmanları da birikmeyen şimdi’lerden oluşmaktadır. Han, can sıkıntısına neden olduğunu söylediği bu “uzatılmış bulunma”yı, “süreksiz ve noktalı bir şimdi zamanı” olarak tanımlamaktadır. Yaşadığımız kültürü bir bütün olarak “hınç kültürü” olarak etiketleyen Baudrillard (2001: 81), bu yıkım-döngüsünü şöyle ifade etmektedir: “Aynı kültürün içinde, ötekine duyulan hıncın arkasında, kendimize karşı duyulan hıncın, kendimizin ve benzerin diktatoryasına karşı duyulan hıncın olduğunu tahmin etmek gerekir ve bu hınç kendi kendimizin yıkımına dek gidebilir”. Le Breton (2016: 222) da interneti, kendilerine hınç duyanların teni ve sinir sistemi olarak görmektedir. Fakat yine de bu, özgür iradesi kısmen ya da tamamen felce uğramış bir sinir sistemidir. Aynı minvalde Richard Sennett (2013: 365), pasifliğin kitlesel medya teknolojilerinin mantığında olduğunu ve insanları izledikleri şey karşısında sessiz kalmaya zorladığını savunmaktadır. Şüphesiz tek yönlü geleneksel medya için bu tespit bir noktaya kadar doğrudur. Ancak yeni dijital medya, gelenekselin aksine fazlasıyla katılımcıdır. Fakat onun sorunu da bu katılımın aşırı ve devamlı, hatta çoğu kez mecbur olmasıdır. Bu kesintisizlik, esasında aktif görünen kullanıcıların orta ve uzun vadedeki kaçınılmaz pasifliğinin özüdür. Dahası onlar, burada pasif olduklarını fark edebilecekleri bir tefekkür anı ve alanından mahrumdurlar. Ne var ki bu mahrumiyete neden olan sanal meşguliyet; verimsiz, üretimsiz ve çıkarımsızdır. Yeni medyadaki aktiflik yanılgısı, tam olarak bu sahte koşuşturmacanın tek mahsulüdür.

 

Sosyal Medya, Asosyal Linç:

İfadenin Özgürleşmesinden Nefretin Özgürleşmesine Kullanıcılarının dikkatleriyle beslenen sosyal medya, onların dikkatlerini gasp ederek çoğu kez anlık gaf veya zafiyetlere dayalı sansasyonlar üretmektedir. Pettman da sosyal medyada kesintisiz dikkatin hayati olduğunu, aksi halde örneğin; dikkatsizlik sonucu önceden paylaşılmış bir hikâye veya videonun yeniden paylaşılmasının kullanıcının itibarını zedeleyeceğini ya da dikkatli olmayıp bir mikro olayı kaçırmak suretiyle geride kalınabileceğini ifade etmektedir. Dikkat, sanal takipçilerin dünyasında kullanılan ürünün bedeli olarak ödenen yeni ücret formudur. Doğrusu uzun yıllardır içinde yaşadığımız aşırılıklar toplumunda, enformasyon bolluğunun dikkati sömürerek bir çeşit dikkat kıtlığı oluşturduğu konuşulmaktadır.

Sonuç olarak bollukla tüketilmiş olan dikkat, eylemlerin sorumluluğunu üstlenecek ahlaki hassasiyet ve bilince ket vurmaktadır. Bozulan bir toplumda nefret, normal görülen bir noktada her yeri ve herkesi kuşatana kadar görmezden gelinip nötralize edilebilmektedir. Ta ki sorgulamadan gittiği yolun çıkmaz sokak olduğunu gerçeğini bizzat ödeyeceği bedelle yüzleşene kadar.

Sosyal medya; teknik anlamda hızın esas olmasının dışavurumu olarak bireyleri önce ve genellikle sloganlarla kitle-söylemine dâhil edip, daha sonra söylem üzerine düşünmeye bile fırsat vermeyecek sürgit ileti sağanakları altında bırakmaktadır. Le Bon’un tasavvurunda basit hislere kapılıp kolay tahrik olabilen kitleler, şüphe duyma ve hüküm verme konusunda da yetersizdirler.

Sosyal medya kitleleri de ekranlarına düşen ve ilgi alanlarını yakalayan her görüntü hakkında kolay hükümler vermektedir.

Gerçekten de “sibermekân cennetinde verilen hükümlerin temyizi yoktur”.

Adorno, kitlelerin kendilerini köleleştiren ideolojilerde ısrarcı olduklarını öne sürmekte ve bu kötücül sevginin yetkili mercilerin kurnazlığını bile geride bıraktığını belirtmektedir. Bu ısrar hakkındaki tespiti yerinde olsa da; Adorno’nun düşüncesine temel teşkil eden köle-iktidar diyalektiği güncel realitenin uzağındadır. Zira sosyal medya kitlesi, kendisinin köleleştirildiğini fark edemeyecek denli kendinden geçmiş [intoxicated] vaziyettedir. Burada harcanan her saniye, yapılan her paylaşım çoğu kez tam olarak neye olduğunu bilemediği bir bağımlılığın üzerine kurulmaktadır. Bu yüzden belki burada benliğine sinmiş bir iktidar; dolayısıyla da kendisine yönelmiş bir kölelik ilişkisi vardır. Buna rağmen kitlelerin genel olarak olan bitene dair bir anlam çabası da yoktur. Onlar gösteri peşindedirler ve içeriği de ancak gösteri formunda tanıyıp yaşamaktadırlar.

Tuhaf bir şekilde sanal linçin arkasındaki kolektif nefret, ortak bir gösterinin coşkulu katılımcıları gibi kullanıcılar arasındaki en muhkem birleştirici rolü üstlenmektedir. Daha önce vurgulandığı gibi, ortak bir öteki, diğer tüm sanal değişkenler arasında kitle-duygularını en fazla harekete geçiren motivasyon kaynağı olmaktadır. Adorno’nun özetlediği şekli ile; “doğru nesneyi bulamayanın sevgisi, kendisini ancak yanlış nesneye duyduğu nefretle ifade edebilmekte ve bu da onun nefret ettiği şeye benzemesine yol açmaktadır”. Bu açıklamaya göre; öteki’ye yönelen linçin çıkış noktası, yine kullanıcının kendisidir. Bu, belki de bir tür öz-savunma mekanizmasının yansımasıdır. Baudrillard’a, ötekinin zayıflığına karşı kendimizi yapay nefretle koruduğumuzdan bahsetmektedir. Ayrıca, nefretin sevgiden çok daha güçlü bir biçimde insanları birbirlerine bağladığını söylemektedir. Uzlaşma yolunun şiddet, savaş ve bayağılık olduğu bu medya kültürü, bir tarafın kurtuluşunu, daima öteki’nin yıkımı üzerine inşa etmektedir. Oysa bu, sürekliliği olan bir kurtuluş değildir.

Yıllar önce, “hepimiz, yiyecekleri başkaları olan sanal yiyicileriz” diyen Anders, hâlihazırda sembolik olarak obez olan ve yedikçe acıkan sanal kitlelerin bugününü öngörmüş gibidir. Sosyal medya ve linç arasındaki simbiyotik ilişkinin arkasındaki bir diğer önemli kavram; şeffaflıktır. Aşırı paylaşma talebinin merkezileştiği siber-uzam, kullanıcı-bireyleri gönüllü olarak değil; bağımlı olarak katıldıkları kişisel veri endüstrisinin hem sermayesi, hem de ortağı yapmaktadır. Dağınık parçalardan oluşsa da, kişinin kendi dilinden anlattığı hikâyelerden bile güvenilir olduğu düşünülen “kişisel veriler” daima tehdit altındadır. Çünkü bu şeffaf evrende ya da şeffaflık evreninde, tüm pazarlama söylemlerinin aksine “kişisel” diye bir şey yoktur ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Bireylerin uyandıkları andan yatağa gittikleri ana kadar yaşamlarındaki tüm detayları ihtiva eden bu kişisel verileri cesurca —yoksa düşüncesizce mi denmeli?— paylaşmaları, doğrusu tam da içinde yaşadığımız çağa özgü insanlık durumudur.

Sosyal medya mecraları, sayısız iletiye ve görsele rağmen sonsuz bir iştahla sansasyon açlığı çekmektedir. Bu açlık, linç süreçlerine dâhil olan herkesi aynı suçun eşit ortakları yapmaktadır. “Bizler” der Baudrillard, “bu tekelleşmiş küresel ağların içinde yüzen rehineleriz. Aynı zamanda hem kurban, hem de suç ortağı konumundayız. Egemenlik düzeninin en büyük kurnazlığıysa bu tekelin kimsenin denetiminin altında bulunmamasıdır. Olan biten bütün bu iyi ya da kötü şeylerden hiç kimse, hiçbir birey, devlet ya da yasal süreç sorumlu tutulamaz”.

Başka bir yerde, bizlerin artık gerçeğin oyuncuları değil; sanalın iki yana çalışan ajanları olduğumuzu öne sürmektedir. Bu sorun, filmde şu sözlerle karşılık bulmaktadır: “Birisinin ölmesini umarsızca istiyorsan; senin için birinin hayatı o kadar basitse, bir klavye uzaklığındaysa, sende ölmeyi hak ediyorsundur. Böylece dünyada ne kadar kötülük olsa da, sadece iyilikle karşılık veren insanlar hayatta kalır”.

Han, “dijital mahalle” olarak tanımladığı sosyal medyanın yalnızca hoşa gidecek şeylerin sunulduğu mahrem bir alan olduğunu öne sürmektedir. Oysa öncelikle buradaki “mahalle” kavramı, müphem dijital kültür için hala belli bir mekânsallığın varlığında ısrar etmektedir ki bizce artık böyle bir adresten artık bahsedilemez. İkincisi; burada “hoşa gidecek şeylerin” değil; bize göre “şeylerin hoşa gidecek şekilde” sunulması esastır. Üçüncüsü; yine burada rahatlıktan bahsetmek de güçtür. Kullanıcılar bu ağda –yani kaygan şimdi’lerin ortasında- mutlak mahremiyetle kesin bir rahatlığa kavuşmak bir yana, sanallığın belirsizliğinde sürekli olarak daha fazla mahremiyet çözülümüne ve daha fazla yorgunluğa duçar olmaktadırlar. Zaten ağın, kullanıcılar dünyasındaki tüm albenisi, belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan bu zımni tatminsizlik duygusuna dayanmaktadır. Bunun sonucunda; her tatminsizlik yeni bir hınç ve huzursuzluk olarak kendi küllerinden doğmaktadır. Ağ’ın neden olduğu ve kullanıcının benliğinde büyüyen bu hınç duygusu, kolayca ve muhakkak öteki’ne yönelmektedir. Modern dış dünyanın deneyimi olan sanal linç kültürü, bu kadim içsel kısır döngünün sonucu ve yeni versiyonudur.

Sanal linç örnekleminde görüldüğü gibi, sosyal medya kendi gerçeklik uzamını tasarlamakta ve yaşatmaktadır. Bu kendine özgü yeni gerçeklik, asırlardır bildiğimiz gerçekten oldukça farklıdır. Dahası bilinen gerçek ve gerçeğin son kalesi olarak görülen beden, artık bu yeni gerçekliğin hem hizmetçisi, hem deneği, hem de ayak bağıdır. Fakat kullanıcılar için bu, her nasılsa ciddi bir sorun olarak görülmemektedir. Baudrillard artık hiçbir şeyin bizleri tiksindirmediğini söylerken, kastettiği olgunun günümüze izdüşümü belki de budur. Modern birey, içinde yaşadığımız çağda, kanımızca yalnızca teknolojik hızını kısıtlayan şeylere karşı tiksinti duymaktadır. O önündeki ekranla ve benliğinde beliren engellenemez sanal coşkuya rağmen, daima asosyal kıpırtısızlık halindedir. Her şeyi ekranı, her yeri odası yapmış bu mekansızlık mekanında hiçliği tavaf etmektedir. En derin acılar bile, bu mecradaki sanal bedeninde yalnızca bir “bakış” miktarı yer tutmaktadır. Daha sonra ufak bir parmak hareketiyle bu bakışı da öteleyip; sonsuz yeni görüntülerin dünyasında yitiğini aramayı sürdürmektedir.

Sosyal medya gözün devamlı açık ve dinamik olmasını dayatmaktadır. Bakış daimi, takip sürekli olmalıdır. Ne var ki gözün bu zoraki açıklığı, arzulanan tefekkürün yitimidir. Çünkü tefekkür, Pallasmaa’nın altını çizdiği gibi, düş kurarken veya müzik dinlerken yaptığımız gibi görme duyusunun kapatılmasını gerektirmektedir. Oysa bu mecrada sörf yapan kişinin dışı sessizliğe bürünse de; zihni daima gürültülü ve dağınıktır. Zira Han’ın teşhis ettiği şekilde, paylaşımlardan oluşan yığılma gürültüyü arttırmaktadır. Oysa tefekkür, içinde huzur ve sessizliğin birleştiği sükûneti gerektirmektedir. Alain de Botton da bunun önemini ve dolayısıyla güçlüğünü şöyle özetlemektedir:

“Artık bir dakikalık bir sükûnet ne büyük bir başarı sayılıyor; dikkatimiz dağılmadan uykuya dalmak ya da bir arkadaşımızla sohbet etmek nasıl da bir tür mucizeye dönüştü ve haber girdabından bir günlüğüne olsun uzaklaşıp yağmurun ve kendi düşüncelerimizin sesi hariç hiçbir şeyi dinlememek, nasıl keşişlere özgü bir disiplin gerektiriyor”.

Buna göre linç kültürünün çözümüne yönelik bu sükûnetin kazandırılmasında ve kolektif hıncın arındırılmasında gözü kapatmak bakıştan; tefekkür bilgiden; duyarlılık da farkındalıktan anlamlıdır.

Unutmamak gerekir ki; sosyal medya kitlesinin yürüttüğü linç, mecranın özsunumunun aksine hiç de sanal değildir. Burada(n) insanlar veya gruplar üzerinde yürütülen linç kampanyaları sonunda, insanlar “gerçek” hayatlarıyla ilgili “gerçek” kararlar almaya zorlanmaktadır. Linç sürecine katılanlar, sosyal medyanın özgürlük yanılsaması altında “olumluluğun şiddeti”ni yürütür görünseler de; buradaki şiddet, olumluluğun gerektirdiği gizlilikten uzaktır. Aksine, sanal kitle, uyguladığı şiddeti apaçık ve aralıksız biçimde teşhir etmekte ve kendisi hakkında oluşan duyarsızlaşmayı tekrarlı-görünürlük üzerinden sağlamaktadır. Bu, sürekli seri-devinimde olan bir şeyin görünürlüğünü algısal olarak yitirmesi gibidir. Mecra hakkında beliren “hafızasızlık” izleniminin sebebi de bu hız-görüntü yanılsamasıdır. Ne var ki geçiciliğin izlenimleriyle yüklü olan mecrada, gerçekte derin bir kalıcılık söz konusudur. Paylaşılan her şey tüm detaylarıyla mecranın belleğine akmakta ve büyük veri yığınları işlenerek, tanımlayıcı bilgi çıktıları olarak pazarlanmaktadır.

Dijitalin belleğinde mutlak anlamda silmeye ve unutmaya yer yoktur. Yazılmış her söz, paylaşılmış her fotoğraf, gerekli olduğunda yeniden kullanılacak şekilde daima tetikte beklemektedir. Filmde görüldüğü gibi, uzamın öteki ucundaki — ki orası ağ’ın ulaştığı her yerdir — birini devre dışı bırakmak için, sıradan bir klavye teması yetmektedir. Klavye, bu çağın giyotinidir. Üstelik yakında bunun için “dokunma”ya bile gerek kalmayacaktır. Ufak bir parmak hareketi ya da zihinden ansızın geçirilen bir düşünce ve hatta belki de refleks, kimliği belirsiz ama gerçek kişilere yaşamı dar edecektir. Ve muhtemelen o kişi için kaçacak bir köşe ya da sığınılabilecek bir inziva mekânı olmayacağı gibi; az önce tık’layan kişi de sıranın kendisine gelmesinden de kurtulamayacaktır. Çünkü sanal linç; linçin öznesi olan ama nesnesiymiş görünen kişinin kendisiyle ilgilidir. Linç; onun açmazlarıyla başlamakta, onunla sürmekte ve er ya da geç onda son bulmaktadır.

.

"Sosyal Medya ve Linç Kültürü" adlı makalenin tam metnine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1843232

- - - - - - - - - - -


[1] İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 56 /Kış 2021 - Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İletişim Fakültesi
[2] [the Network City] (Craven ve Wellman, 1973)
[3] [the wired society] (Martin, 1978)
[4] [the network nation] (Hiltz ve Turoff, 1978)
[5] [the network society] (van Dijk, 1991; Castells, 1996)