.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
.
وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِهٖ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَیَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ
"Lokman, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Evladım! Allah’a ortak koşma. Şüphesiz şirk, büyük bir zulümdür." Lokman/13
Âlimlere göre sadece Allah inancı fıtrî bir mesele değil, bilakis tek ilaha tapma konusu da insanın fıtratında vardır. Musibet ve sıkıntı anlarında bütün insanlar Allah’a sığınırlar ve bu husustaki duyguları uyanışa geçer. Bu durum da Allah’a tapma temelinin fıtrî olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde bu insan bir Allah’a sığınmakta ve O’ndan yardım istemektedir. Dolayısıyla tek ilaha tapmak (tevhit) her insanın fıtratının çağrısına uymak zorunda kalarak inanması gereken en açık konulardandır. Tevhit, bütün semavi dinlerin temelidir. Bütün peygamberlerin daveti bu esas üzere olmuştur. Peygamberlerin gönderilme nedeni insanlar arasında bu inancın sağlamlaştırılmasıdır. Şirk kokusu gelen bütün yollar kuşkusuz uydurma bir yoldur ve peygamberlerin hedefiyle çelişmektedir. İki inanç tevhidi oluşturmaktadır:
1- Bu âlemin yaratıcısı olduğuna inanmak.
2- Âlemin yaratıcısının birliğine inanmak.
Dolayısıyla muvahhit bir kimse her iki konuya da iman etmelidir. Birinci madde o kadar açık ve nettir ki, peygamberler o konuda sıkıntı yaşamamış ve davetlerinin sıkıntılı dönemi ikinci konu hususunda olmuştur. Yani yaratanın iki veya daha fazla olmadığı ve birliği inancı. Bir yaratıcının varlığı inancı insanlığın en eski inançlarındandır. Sizler insanlığın en heyecanlı tarihinde insanların bir yaratıcının varlığında şüphe ettikleri bir dönemi bulamazsınız. Yaratıcının varlığı inancı her zaman insanların kalbinde sağlam bir şekilde yerini almıştı. Ancak gerçek ilahın teşhisi hususunda hataya düşmekte ve kendi yaptıkları şeyleri gerçek ilah zannetmekteydiler. Bütün bunlara rağmen yani, bir veya birkaç ilahın varlığı ve doğru veya yanlış ilah teşhisi konularına rağmen yaratıcının varlığı konusu her zaman kendi yerini korumuştur. İnsanın bu kesin kural hususundaki ilk kılavuzu kendi fıtratıdır. Öyle bir fıtrat ki, heyecan ve ıstırap anlarında kendini daha çok göstermektedir. Ölümle yaşamın mesafesini kısalmış olarak gördüğünde, uçurumun kenarında olduğunu fark ettiğinde ve bütün doğal etkenler etkisiz hale geldiğinde maddî hicaplar gözünden kalkar ve fıtratı büyük bir güçle onu yüce bir âleme çekip götürür. Öyle bir âlem ki, zaman ve mekân şartlarının dışındadır. Bütün âlem onun kudret elindedir. Allah inancı insanın fıtratından kaynaklandığı için günümüzde de maddeyi esas alan kimseler sıkıntı ve musibet anında aynı merkeze sığınmaktadırlar.
İnsanlık tarih boyunca bu inancı sağlamlaştırmada sadece fıtrata dayalı kalmamış, bilakis sebep-sonuç kanunundan da kendi hallerine uygun bir şekilde faydalanmışlardır. Eski dönemlerdeki bir insan görmekteydi ve bu yolla âlemdeki her olayın bir sebebi olduğunu idrak etmekteydi. Buna da bilimsel olarak sebep denilmiştir. Hiçbir zaman bir şeyin kendi kendine ve sebepsiz yere oluşmadığını görmüştür. Bu konu (her olay bir sebep ister konusu) hemen hemen diğer fıtrî konular gibi insanın yaratılışıyla iç içedir. Çocuk, yaşamının ilk günlerinde ne zaman bir ses duysa dikkatini sesin geldiği yöne toplar. Konuşabildiği dönemlerde de hemen annesine veya yakınlarına olayın nedenini sorar. Allah’a tapmanın sağlam ve yüksek binası tarih boyunca bu sağlam iki esas üzere yani “fıtrat ve sebep-sonuç kanunu üzere” kurulmuştur ve sonsuza kadar da sağlam bir şekilde kalacaktır. Tıpkı Allah’ın varlığının ispatında iki yola sahip olduğumuz gibi. Kimi zaman fıtrat yoluyla Allah’ın varlığını anlamaktayız ve her insan bazı şartlarda kendisinin Allah’ı hissedip aradığını görmektedir. Kimi zaman da Allah’ın varlığının delillerini görme yoluyla tasdik etmekteyiz. O’nun bir oluşu da böyledir. Bazen akli delillerle bir olduğunu anlarız ve bazen de fıtratımız bize bu konuda kılavuzluk eder. Fıtrat bu husustaki en üstün kılavuzdur. Her insanın fıtratı Allah’ın birliğine şahitlik eder. Zira bütün maddî etkenlerin etkisiz hale geldiği zamanlarda ve insanın kendisini uçurumun eşiğinde gördüğü durumlarda elinde olmaksızın unutkanlık tozları ve gaflet pası kalbinin üzerinden kalkar ve böyle bir durumda ruhumuz sorunumuzu halletmeğe kadir olan ve halimizi çok iyi bilen biri olarak hissettiğimiz esrarengiz bir noktaya yönelmektedir. Bu hassas anlarda hiç kimse bahsettiğimiz bir noktadan ve bir güçten başka bir şeye sarılmamaktadır. Bütün insanlar sorunlarının halledilmesi için devamlı bir noktadan yardım bekler ve sadece bir noktaya gönül verirler. Tevhidin felsefi ve teolojik delilleri bu sayfalara geçmeden önce geniş olarak Allah’ın birliği hakkında “Allah’ın Sıfatlarını Tanıyalım” kitabında kaleme aldık.
Putperestliğin Meydana Gelmesinin Nedenleri
Şirk gerçek olmayan mabudu, gerçek mabut zannetmek anlamındadır. Fıtrat ile cehaletin karışmasından başka bir yönü yoktur. Yani, insan bir taraftan fıtratının baskısı altında ve yine Allah’ı tanıma hususundaki açık deliller karşısında ister istemez âlemin bir yaratıcısı olduğuna ve insanı hayrete düşüren varlık âlemindeki bu düzeni kendi kendiliğinden oluşmasının mümkün olmadığına inanmaktadır. Diğer taraftan da cehaletin, doğru bilgilerin olmayışı ve peygamberlerin tebliğinden uzak kalmak neticesinde gerçek ilahı sahte tanrılarla ayırt edemediği için elinde olmadan mecazları hakikat zannetmiştir. Cansız putları, şeffaf nesneleri ve gökyüzündeki parlak cisimleri Allah zannetmiştir. Eğer peygamberlerin parlayan ilmi ve doğru programları bu fıtrata kılavuzluk etse putperestliğin kökü yeryüzünden kazınır.
Şirk Ne Demektir?
Ne zaman bir kimse Allah’tan başkasını Allah zannetse veya herhangi bir varlığın Allah’a muhtaç olmaksızın müstakil olarak bir iş yapabileceğine inansa veya herhangi bir varlığa Allah’a yakınlaşma amacıyla tapsa, böyle bir kimseye müşrik ve yaptığı işe de şirk denilir. Dolayısıyla şirkin üç merhalesi vardır:
1- Allah’tan başkasını Allah bilmek.
2- Herhangi bir varlığın müstakil olarak (Allah’a ihtiyaç duymadan) bir iş yapabileceğine inanmak.
3- Allah’a yakınlaşmak için bir varlığa tapmak.
Ele almış olduğumuz şirkin bütün konuları, bu üç merhalede özetlenmektedir. Vahabilik fırkası şirkin teşhisi hususunda ilginç hatalara düşmüşlerdir. Allah’ın evliyalarından şefaat istemenin ve insanın “Ey Allah’ın peygamberi kıyamet gününde bana şefaat et” demesinin, kabirleri öpmenin ve kabirleri onarmanın şirk olduğunu zannetmişlerdir. Sanki şirkin hakikati onların elindeymiş gibi istedikleri şekilde yorumlamaktadırlar. Oysaki şirkin ölçü ve sınırları vardır. İslam dininde ve bütün dinlerde müşrik, yaratılmış bir şeyi Allah bilen kimsedir veya yaratılmış olanı işlerin gerçekleşmesinde müstakil görendir veya yaratılmış olana Allah’a yakınlaşmak için tapandır. Dolayısıyla defnedilen kimseye saygı amacıyla kabrini öpmenin, ziyaretname okuyup o şahsın makamının yüceliğini ifade eden cümleler sarfetmenin, evliyaullah’ın mübarek bedenlerinin defnedildiği kabirleri onarmanın, kabirlerinin yanında Allah’tan hacet istemenin ve Allah katında şefaatçi olmalarını talep etmenin şirkle en ufak bir alakası bile yoktur. Yani bunlar şirkin örnekleri olarak nitelendirilemez. Çünkü belirttiğimiz gibi müşrik, yukarıdaki üç merhaleden birine inanan kimsedir. Müslümanlardan hiç kimse de din önderlerinden birini Allah olarak görmüyor, onlara mabuda yakınlaştırıcı olarak tapmıyor ve yaptıkları işlerde müstakil olduklarına inanmıyor. Bilakis bütün Müslümanlar onların yaşamın bütün alanlarında muhtaç olduklarına inanmaktadırlar. Bazı Vahhabilerin bu konuda ilginç bir delilleri vardır. Onlar şöyle demektedirler: Sıkıntı, musibet ve zorluklarda Allah’tan başkasından bir şey istenmez. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de şöyle emredilmiştir:
“Şüphesiz, secde edilen yerler Allah’ındır. Öyleyse Allah’la beraber başkasını çağırmayın.”[1]
Bu hüküm gereğince “Ey Muhammet bize şefaat et” veya “Ya Resulallah! Allah’tan bize şifa vermesini iste” veya “Allah’tan borcumuzu eda etmesini iste” gibi taleplerin tamamı Allah’la beraber başkasını çağırma anlamındadır.
Bunun cevabı gayet açıktır. Birincisi Allah’tan başkasını çağırmamaktan maksat, başkasına ibadet etmemektir. Ayetin hedefi Allah’tan başkasına ibadet etmememizdir. Sonraki ayetler de bunun şahididir:
“De ki: “Ben ancak Rabbime dua ediyor ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmuyorum.” [2]
“Ona hiçbir şeyi ortak koşmuyorum”cümlesi şuna şahittir ki her iki ayette de çağırmaktan ve dua etmekten maksat her çağırma ve tevessül değil, belki tapmak anlamına gelen çağırmadır. Kuyuya düşen bir adam gelip geçenlerden yardım istese hiç kimse bu adam insanlara tapıyor demez. Kısacası haram olan çağırma Allah’tan başkasına tapmak ve ibadet etmek amacıyla yapılandır.
“Başkasını çağırmayın” cümlesinden maksat, “Başkasına tapmayın” anlamıdır. İkincisi “Allah’la beraber” ifadesine dikkat edildiğinde hakikatler daha fazla aydınlığa kavuşmaktadır. Çünkü haram olan şey, bir şahıstan Allah’ın şeriki unvanında bir şey istemektir. Yani Allah için inandığınız makamın aynısını o şahıs için de uygun görmemiz ve bu adam da Allah gibidir ve Allah’la eşittir dememizdir. Oysaki hiçbir Müslüman dualarında Allah’ın evliyaları hakkında böyle bir şeye inanmamaktadır. Bilakis kendisine dua edilen yegâne varlık her yerde Allah’tır. Ancak kimi zaman peygamber gibi bir şahsiyeti vesile edinerek Allah’tan hastamızın şifasını veya borcumuzun edasını istiyoruz. Kimi zaman da vesile edinmeksizin hacetimizi Allah’tan diliyoruz. Netice itibariyle bizler Allah’tan başkasına dua etmiyoruz ve ihtiyaçların, sıkıntı ve musibetlerin giderilmesinde O’ndan başka bir etken tanımıyoruz. Mesele şudur ki, bazen vasıtasız olarak ondan bir şey istiyoruz ve bazen de Allah’ın dostlarından birini vasıta kılıyoruz. Ne zaman direk Allah’tan bir şey istesek şu ayete amel etmiş oluruz:
“Dua edin bana, icabet edeyim size.”[3]
Allah’ın evliyaları vesilesiyle bir şey istesek o zaman da Allah’ın şu emrine amel etmiş oluruz:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının. O’na yaklaşmaya vesile arayın…”[4]
Namaz, oruç ve diğer güzel ameller nasıl Allah’ın rızasını kazanmak için bir vesile ise evliyalara yönelip onlardan dua etmeleri istemek de takip edilmesi gereken bir vesiledir. Kuşkusuz ki, evliyaların günahkâr insanlar için yapacağı dua etkisiz değildir. İlahi dergâhın değerli kimselerine yönelmenin, onlardan dua istemenin, onların dua etmesinin veya etmemesinin eşit olduğunu düşünen bir kimse haktan ne kadar da uzak bir söz söylemiştir ve o, evliyaların makamını tanımamıştır. Eğer onların muhtaç kimseler veya günahkâr kimseler hakkında dua etmeleri ve etmemeleri eşit ise, o zaman neden Hz. Yakup’un (a.s) çocukları kendileri için istiğfar dilemesini ondan isteyip, şöyle dediler:
“Ey babamız! Bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten hataya düşenlerden idik.”[5]
Hz. Yakup da (a.s) onlar için istiğfar edeceği sözünü vererek şöyle buyurdu:
“Yakında sizin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağışlayan ve Rahimdir.”[6]
Gerçekten evliyalara yönelip onlardan dua istemek bir çeşit şirk ise neden Allah İslam toplumunda günahkâr kimselerin peygamberin huzuruna gitmelerini ve ondan kendileri için istiğfar dilemesini istemelerini emretmiştir:
“Eğer onlar, nefislerine zulmettiklerinde sana gelip Allah’tan bağışlanma isteselerdi, peygamber de onlar için bağışlanma dileseydi, şüphesiz Allah’ı, tövbeleri çokça kabul eden (ve) Rahim olarak bulurlardı.”[7]
Allah-u Teâlâ münafıkları kınayarak, şöyle buyurmaktadır:
“Onlara: “Gelin Allah’ın peygamberi sizin için bağışlanma dilesin” dendiğinde, başlarını çevirirler ve onların, büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.”[8]
Eğer peygamberin duası Allah katında etkili değilse o halde neden Allah, Peygamber’ine malının zekâtını verenler için dua etmesini emretmektedir:
“Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için huzur vesilesidir.”[9]
Gülünç olan şudur ki, Necd bölgesinde Vahabiliğin temelini atan Muhammed b. Abdulvahhab bu konuda şöyle der: “Evet! Allah, peygamber efendimize şefaat makamını vermiştir ve onun duasına özel bir etki bahşetmiştir. Ancak bize de ondan böyle bir şey istememizi yasaklamıştır.”
Onun bu sözü birkaç açıdan geçersizdir: Birincisi bu adama sormak lazım ki, Allah nerede bize bunu yasaklamıştır. Oysaki peygamber hayattayken onun huzuruna gitmemizi ve ondan istekte bulunmamızı emretmiştir. Buna rağmen nasıl oluyor da Allah’ın dua etmemizi yasakladığını iddia edebiliyor? İkincisi Allah Peygambere böyle bir makam bahşettikten sonra bize de bu konuda istekte bulunmamızı yasaklamasının bir anlamı yoktur. Bu söz şu örneğe benzer ki, Allah kıyamet gününde peygamberi Kevser’in sahibi kılıp, başkalarına da su istemeği yasaklamış olsun! Ya da bir padişah, ülkesinin önde gelen bir şahsiyetine verdiği değerden dolayı onun her istediğini kabul edeceğini resmen ilan ettikten sonra o adamın kendisine yaklaşmasını ve kendisinden bir şey istemeyi yasaklamış olsun! Bu iki hareket tamamen birbiriyle çelişmektedir.
Toplumumuzda Diğer Bir Yönüyle Şirk
Allah-u Teâlâ Kur’ân’da şirk konusu üzerinde herşeyden daha fazla durmuş ve onu kınamıştır. Kur’ân’ın nazil olduğu dönemdeki şirk türü, İslam öğretileri ışığında topraklarımızdan silinmiştir ve İslam toplumu putperestlikten arınmıştır.[10] Ancak kimi zaman şirk, İslam toplumlarında daha farklı bir şekilde kendini göstermekte ve eski zamanlardaki şirkin yerini almaktadır. Günümüzde tahtadan veya madenden yapılmış putlar veya gök cisimlerinden eser yoksa da günümüzün putu makam, para, moda, gösteriş ve diğer nefsanî istekler şeklinde kendini göstermektedir. Bunlar da nefse tapmanın dallarındandır. Kur’ân’da bu tür kimseler için şöyle buyrulmuştur:
“Heveslerini kendine ilah edinmiş olanı gördün mü?”[11]
İnsanlardan bazılarının putları kendi nefsanî istekleridir. Çünkü makamı, parayı ve şöhreti taparcasına seviyorlar. Makam ve nefsanî isteklerine o kadar bağlıdırlar ki, paranın ve gücün her şey olduğunu zannetmektedirler. Bu maddî vesileleri yitirseler, çaresizlik dönemlerinin başlayacağını düşünüyorlar. Bu yüzdendir ki makama, güce ve paraya tıpkı bir mabut gibi tapıyorlar ve yaşamı bunlara bağlı görüyorlar. Bu tür insanlar bütün ahlakî değerleri güç, şöhret, makam ve para gibi putlara feda etmektedirler. Bütün insanî esasları da feda etmektedirler. Birinci ve ikinci dünya savaşlarının, bir avuç makamperestin heva ve hevesinden başka bir sebebi yoktu. Onların makam sevdası yüzünden milyonlarca insan hayatını kaybetti. Böylesine nefsine tapan kimselerin insanlık makamından düşmesi kaçınılmazdır. Hem de öyle bir düşüş ki, insanlıktan eser bile kalmaz! Belki de aşağıdaki ayet de bu konuya değinmektedir:
“Kim Allah’a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş, kendisini (havadayken) kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir.”[12]
Acaba durum böyleyken Lokman’ın şirki büyük bir zulüm olarak nitelemesi yerinde değil midir? Hem Allah’a hem de insanın kendisine karşı bir zulümdür ve aynı zamanda da birçok kötülüğün kaynağıdır. “Şüphesiz şirk, büyük bir zulümdür” diye buyurduğu gibi.
Şirk, tevhidin karşıtıdır ve bu konuyu ele aldık. Şimdi ise şirkin dengi ve ihlasın karşıtı olan riya hakkında konuşmanın zamanı gelmiştir. Birçok Müslüman’ın şirkin pençesinden kurtulmasına ve Allah’tan başkasına tapmamasına rağmen bazı zamanlarda gizli şirke duçar olup, yaptığı işlerde ihlası ve Allah’ı gözetmemektedir. Nitekim hayırsever bir kişi okul veya hastane yaptırıp, fakirlere yardım etmektedir ama onu bu işe sürükleyen etken Allah’ın rızası ve ahiret mükâfatı değil, bilakis bir takım geçici maddî hedeflerdir. Allah Kur’ân-ı Kerim’in birçok ayetinde amellerdeki riyayı ve yapılan iyilikleri maddî hedefler üzerine yapmayı kınamış ve hepsinin ahirette sonuçsuz olacağını bildirmiştir.[13] Burada ahlakî ve içtimaî bir mektep olan İslam’ın üstünlüğü açığa çıkmaktadır. Daha açık söylersek, İslam açısından kişinin ameli hakkında hüküm vermek için iki dosyanın incelenmesi gerekir:
1- Amel dosyası. Yani, yapılan iş iyi bir iş olmalıdır.
2- Niyet dosyası. Yani, kişinin bu ameli yapmaktaki hedefinin ne olduğuna bakılır.
Farz edin ki, zengin bir adam, içinde birkaç yüz yatağı bulunan ve ihtiyaç duyulacak her türlü araç-gerece sahip olan bir hastane yaptırıyor. Açılış sırasında muhabirler oraya dökülüyor ve hastanenin bütün önemli noktalarının çekimini yapıp, hayırseverin faziletleriyle birlikte büyük bir heyecanla anlatıyorlar. Televizyon kanalları, gazeteler ve diğer basın organları hayırseveri övmeye başlıyorlar. Hiç kimse adamın niyetinin ne olduğunu ve hastaneyi neden yaptırdığını sormaz ve görünenle yetinir. Ancak İslam dinî şöyle der: “Onun niyet dosyasını incelenmek üzere getirin.” Daha sonra hayırseverin ameli hakkında doğru hüküm verilir. Acaba hastaneyi Allah’ın rızasını kazanmak için mi yaptırmıştı? Acaba insanlık duyguları ve maneviyatı mı onu harekete geçirdi? Yoksa insanlar arasında iyi tanınmak ve seçimlerde daha fazla oy alma düşüncesi mi onu harekete geçirdi? Ne zaman onun niyet dosyası bu kurumu maddî bir menfaat gözeterek, makam ve şöhret kazanmak için yaptırmadığını gösterirse, amel değerlidir. Aksi halde Allah katında görünüşü aldatıcı olan bu iş, bir değere sahip değildir. Çünkü “Ameller niyetlere göredir.” Allah Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyip de, malını insanlara gösteriş olsun diye sarf eden kimse gibi, başa kakma ve eziyet etmekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın. (Onun yaptığı) üzerinde bir miktar toprak bulunan ve şiddetli bir yağmurun isabet edip çırılçıplak bıraktığı taşa benzer. Onlar, kazandıklarından bir şey elde edemezler. Allah, kâfirler topluluğunu hidayet etmez.”[14]
[1] Cin, 18.
[2] Cin, 20.
[3] Mümin, 60.
[4] Maide, 35, Bu anlama yakın ayet, İsra, 57.
[5] Yusuf, 97.
[6] Yusuf, 98.
[7] Nisa, 64.
[8] Münafikun, 5.
[9] Tevbe, 103.
[10] Şirk ve putperestlik hastalığı Hindistan, Japonya, Uzak Doğunun bazı bölgeleri ve Güney Asya’da henüz gücünü korumaktadır. Bundan ötürü de nice bedbahtlıklara duçar olmuşlardır.
[11] Furkan, 43.
[12] Hac, 31.
[13] Bakara, 261-265.
[14] Bakara, 264.