.

.

Ehlader Araştırma Bölüm

Bahar BALCI

Gazetecilik etiği ile ilgili olarak tüm kaynaklarda en önemli ilke olarak sunulan şey, haberin doğru ve dürüst olması gerektiğidir. Bir haberi vermedeki en önemli ilke, olguya dayalı bir nesnellik/gerçeklik olmalıdır. Habercilik, hataya yer vermeyen mesleklerden biridir. Yalan ya da yanlış bir haber, kişileri, kurumları ve hatta toplulukları geri dönülemeyecek sıkıntıların içine sokabileceğinden, habercinin dürüstlük ilkesini benimsemesi son derece önemlidir. Hata yapan bir gazetecinin ya da yayın kuruluşunun, hatasının sorumluluklarını üstlenmesi ve bu hataları düzeltme yoluna gitmesi önemli bir koşuldur. Haber ve hakikat her zaman aynı anlama gelmemektedir. Bir haberin amacı, mevcut olan bir duruma dikkat çekmektir. Hakikat ise, gizli kalmış olguları ortaya çıkarmak ve insanların eylemlerine yol gösterecek gerçeklik tablosunu oluşturmaktır. Hakikat bu anlamda, gizli olanın, gizlenen şeyin açığa çıkarılmasıdır.[1]

Amerika’daki Gazete Editörleri Cemiyeti’nin 1923 yılında kabul ettiği gazetecilik kurallarına göre, tüm gazetecilik türleri için en önemli unsurun okuyucuya güven telkin etmek olduğu vurgulanmıştır. Bir gazetenin ve gazetecinin dürüstlüğü, iyi niyetinin somut göstergesidir. Kabul edilen gazetecilik kurallarına göre, hakikati yayınlamakta gerekli hassasiyetin gösterilmemesi asla kabul edilemeyecek bir tutumdur.[2]

Bunun yanında, Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (FIJ) tarafından kabul edilen gazetecilik meslek ilkelerinin birinci maddesi, doğruluk kavramının gazetecilik mesleği açısından önemini vurgulamaktadır. Madde şöyle demektedir; “Doğruya ve kamunun doğruyu öğrenme hakkına saygı göstermek gazetecinin birinci görevidir”. Yine, Basın Konseyi’nin 1989’da onayladığı Basın Meslek İlkeleri içinde yer alan şu madde, habercilikte doğruluğun önemini açıkça vurgulamaktadır: “Soruşturulması gazeteci olanakları içinde olan haberler, soruşturulmaksızın veya doğruluğuna emin olunmaksızın yayınlanamaz”. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde de doğruluk kavramıyla ilgili ilkeler bulunmaktadır: “Halkın bilgi edinme hakkı uyarınca, gazeteci, kendi açısından sonuçları ne olursa olsun, gerçeklere ve doğrulara saygı duymak ve uymak zorundadır”.

“Doğruluk” kavramını gazetecilik mesleği açısından incelediğimizde, bu kavram, haberde aktarılan bilgilerin “gerçekle uyuşmasını, gerçeği yansıtmasını” ifade etmektedir. İrvan, bir gazetecinin yaşanan bir olayın doğruyu (ya da tam doğruyu) söyleyebilecek kadar bilgiyi toplayabilme kapasitesi bulunmamaktadır. Buna örnek olarak, ilk Körfez savaşı sırasında yaşananları veren İrvan, orada gerçekte ne olup bittiğini değil, Amerikalı askeri yetkililerin gazetecilere anlattıkları kadar bilgi sahibi olduğumuzu vurgulamaktadır.

Amerika’nın önemli televizyoncularından Walter Cronkite ise benzer bir şekilde Vietnam Savaşı’yla ilgili olarak şunu demektedir:

“Biz Amerika'dan savaşı tek yanlı olarak izliyormuşuz. Durum burada tamamen farklı, Vietkong öyle sanıldığı gibi komünist uşağı bir çete değil. Burada neredeyse halkın tümü onları destekliyor. Bizim gençlerimiz de ülkelerinden binlerce kilometre uzaklıkta amacını bilmedikleri bir savaş uğruna canlarını veriyor”[3]

Tüm bu güçlükler içinde belki de en önemli olanı, olayları doğrudan gözlemleme şansı olmayan bir gazetecinin verdiği bilgilerin gerçeğe uygun olmasının nasıl başarılacağı sorusudur. Bu noktada haberde doğruluk kavramı ile basın özgürlüğü kavramının ilişkisi çok büyük önem kazanmaktadır. Basın özgürlüğü ile ilgili tartışmalar bir yana, hakikatleri gözler önüne sermenin olmazsa olmaz koşulunun, özgür basın ilkesi olduğu kuşkusuzdur. Siyasi, ekonomik veya ideolojik nedenlerle baskı altında tutulan bir gazetecinin hiçbir mesleğin hiçbir branşında hakikatleri dile getirmesi beklenemez. Bu sebeple, doğru bir habercilik için basının özgür bırakılması gerekmektedir.

Özgür olmayan gazeteci, yayınladığı haberde kendisinden istenilen bilgileri verecek, gerçekleri çarpıtacak yorumlar eklemek zorunda kalacak ve hatta bu yorumları gerçekmiş gibi manşetine taşıyacaktır. Bu da zamanla okuyucu tarafından güvensizlik duygusuyla karşılanacak ve habercilik insanların gözünde bir tür “masal anlatma” işi olarak algılanacaktır.

Bilimsel ve teknik yönden gelişmiş ülkelerden, az gelişmiş ya da gelişme sürecini tam olarak tamamlayamamış ülkelere doğru bilgi akışı tek yönlü olarak sağlanmaktadır. Bu durum, bilgi akışının dengesiz olmasına sebep olmaktadır. Tekinalp ve Uzun bu konuda uluslararası ilişkilerin sömürgecilikten kurtarılmasını, eşitliğe ve adil ilişkilere dayanan bir düzenin kurulması gerektiğini belirterek, yeni ekonomik düzen kavramının uluslararası iletişim düzenine yansımasıyla yeni uluslararası iletişim düzeni kavramının ortaya çıkmış olduğunu hatırlatmaktadırlar.

Yeni iletişim düzeninin günümüzdeki yansımalarına baktığımızda ise, artık herkes dağıtımcıdır. Bilginin sınır tanımaz biçimde yaygınlaştığını, bunun beraberinde çabuk tüketilen bir kültürel yapıya dönüştüğünü belirtmek gerekir. Bir bilgi diğer bilginin varlığını sınırlandırmakta ya da onu ortadan kaldırmaktadır. Bu akış içerisinde yoğun bir bilgi kirliliğinden söz etmek gerekir. Başka bir deyişle, bilgi fazlalığı, hakikat yoksunluğunun; algı yoğunluğu anlam yoksulluğunun başlıca nedeni haline gelmiştir. Baudrillard’cıl önerme, deyim yerindeyse, medyatik bilgi bombardımanı neticesinde gerçekliğin algısal zemininin çökertildiğine ilişkin kehaneti her zamankinden daha fazla geçerli kılmıştır. Hakikatin uçuculuğu bir yana, bizatihi haber kavramının kendisinde de benzeri bir kırılganlık söz konusudur. Haber, bilindiği üzere, doğası gereği çabuk tüketilen ve raf ömrü kısa olan bir üründür. Bu yüzden haberin yayınlanmasında zaman çok önemli bir unsurdur. Ancak hız düşüncesi, bazen haberin doğruluğuna zarar vermektedir. Haber yayınlamak konusunda büyük bir rekabetin yaşanması, haberin araştırılması süresini hızlandırmakta ve doğruluk kimi zaman bu hızın kurbanı olmaktadır.[4]

Haberin doğruluk ve güvenilirliği, hız kadar, hiç kuşkusuz gazetecinin öznel tavrı ve politik angajman düzeyinden de etkilenir. Ama en çok da, tarafsızlığını yitirdiği, gazetecinin kendi ülkesinin de savaşın bir tarafı olduğu durumlarda, hakikat duyumsaması büyük ölçüde zedelenir. Şu halde, hakikatin yitirilişine hemen her zaman gazetecinin kendi tarafsızlığını yitirişi eşlik eder.

Savaş Koşullarında Korunamayan Tarafsızlık Sorunu

Tarafsızlık, kısaca, birbirleriyle çatışma halinde olan iki veya daha fazla görüş arasında tercih yapmayarak, her fikre eşit mesafede bulunmak anlamına gelmektedir. Basın ilkesi açısından baktığımızda ise, tarafsızlık en fazla tartışılan konulardan biridir. Bunun en önemli nedeni, tarafsızlık kavramının kendi içindeki esnek ve yoruma açık olma özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle tarafsızlık, gazetecilik etiğinin üzerinde fikir birliği yapılamayan neredeyse tek ilkesi durumundadır.

Tarafsız/Objektif gazetecilik kavramı, gazetecilik tarihi kadar eski ve gazetecilikle özdeşleşmiş bir kavramdır. Kısaca tanımlanmak istendiğinde, habere kendi görüş ve yorumunu katmamak ve haberi tüm yönleri ve taraflarıyla ele almaktır.[5]

Gazetecilikte tarafsız/objektif haber verme anlayışı, 1861-1865 yılları arasında Amerikan İç Savaşı sırasında yapılan gazetecilik uygulamalarının bir sonucu olarak doğmuştur. Savaş esnasında telgraf hatlarının iyi çalışmaması ve ücretlerin pahalı oluşu, gazetecileri, haberleri iletebilmek için yeni bir yöntem geliştirmeye itmiştir. Gazeteler ve haber ajansları haberde değişiklik yapmadan, haberin özünü vermeyi ve olguları taraf tutmadan aktarmayı denemişlerdir.

Bu durum, daha sonraları diğer ülkelerde de benimsenmeye başlanmıştır.[6]

Haber çalışmaları açısından objektiflik 6 öğeden oluşur şeklindeki bir anlayış, kısmen de olsa kabul görmektedir. Bu öğeler şunlardır:[7]

 Bir sorunun farklı yönlerini sunarken dengeli ve tarafsız olma,

 Haber yazarken kesinliğe ve realizme uyma,

 Haberde tüm ana geçerli noktaları sunma,

 Yorum ile olguları birbirinden ayırma, fakat fikri geçerli olarak kabul etme,

 Yazarın kendi tutumu, yorumu ve katılımının etkisini azaltma,

 Aykırı, yanlı olma ve hınç alma amaçlarından kaçınma,

Bütün bu unsurların ışığında, tarafsızlığın “nesnellik” ve “dengelilik” kavramlarıyla da ilintili olduğu anlaşılmaktadır.

Birinci ve İkinci Körfez savaşında batılı gazetecilerin Amerikan füzelerine övgüler düzerken, Irak’ın füzelerini kötülemeleri, Irak’ın sivil altyapısı tahrip edilirken ve Iraklı siviller Cenevre Protokolü’nün tersine, kötü muamele ve işkenceye tutulurken görmezden gelinmesinin tarafsızlık ilkesinin açıkça çiğnenmesi olduğu dile getirilmektedir.

Yanlı habercilik, genellikle dış haberlerde ve siyasi haberlerde gündeme gelmektedir. Dış politikalara uyumlu olarak hazırlanan haberlerin temelinde ekonomik, ideolojik ve siyasi çıkarlar yaratmaktadır. Uluslararası haber dağılımının dengesizliği açısından olaya bakıldığı zaman, gelişmiş ülkelerden (aynı zamanda haber ve haberleşme tekelini elinde tutan) bağımlı ülkelere yönelik yönlendirici ve yanlış bilgi ve çarpıtma görülmektedir.[8] Bunlar daha çok savaş, terörizm, salgın hastalık, doğal afet haberlerinde gözlenmektedir. Öte yandan, iç haberlerde bilhassa siyasi ve iktisadi piyasalarda yanlı habercilik söz konusu olabilmektedir.

Buna karşılık tarafsızlık hemen hemen gazeteciliğin tüm alanlarında tartışılan bir olguyken, savaş alanında tarafsız olmanın mümkün olup olmadığı konusu çok daha fazla tartışılmaktadır. Bir görüş, gazetecinin tamamen tarafsız olması gerektiğini savunurken; bir başka görüş de bunun mümkün olamayacağını, gazetecinin de kendisine ait düşünce ve yargılarının olduğunu savunmaktadır. Elbette ki tam bir tarafsızlık ideal olandır, ancak bunu başarmak mümkün olamamaktadır.[9]

Foto muhabirlerinin ya da gazetecilerin tarafsız olması, olaylara, durumlara dışardan bakması gerektiği sayıklanıp duran bir söylencedir.

ITN’nin eski savaş muhabirlerinden Michael Nicholson haberi yapan kişinin habere kendi duygu ve düşüncelerini katması konusunda şunları söylemektedir:

“Hayran olduğum tüm büyük gazeteciler kendi duygularını ve insani değerlerini göstermekten kaçınmayanlardır. ‘Bu bir muhabirin bir tarafa yakın olduğu anlamına gelmez. Olaya çok yakın olmalısın, hatta kendini kurban olarak da hissedebilirsin; fiziksel veya benim Saraybosna’da olduğum gibi duygusal kurban. Bunun yanlış olduğunu düşünmüyorum. Kaç tane gazeteci vardır ki birinci sayfadan olayın içinde bir insan olarak yer alan, sadece ‘seyirci muhabir’ olarak değil, eline kan bulaştığını yazan. Saraybosna’da haberin bir parçası da bizdik, dışarı çıkamıyor, kuşatma altındaydık. Çevredeki tepelerden bombalar atıldığında tepelerden bakmıyorduk şehre. Aksine bombalanan şehrin ortasındaydık, insanlarla acıyı, umutsuzluğu paylaşıyorduk. Bu koşullar altında nasıl objektif olabilirdik ki? Hayır, ben sözde objektifliğe inanmıyorum. Hala gerçekleri yazabilirsiniz. Acı çekerek de, bağlılık hissederek de gerçeğe yakın olabilirsiniz. Bunda herhangi bir çelişki görmüyorum”

Aynı şekilde, Mete Çubukçu da, savaş muhabirliğinin objektif ve sübjektif boyutlarına ilişkin “içeriden” deneyimlenmiş önemli bilgiler aktarmaktadır:

“Savaş muhabirlerinin kendi içinde de ayrımları var, habere yaklaşım açısından. Birinci grup, savaş alanında ne oluyor, kaç ölü kaç yaralı var bilgilerini verenler. Yani çok katı objektifliği savunanlar. İkinci grup, objektiflikten vazgeçmeden ama savaşın diğer yüzünü de kendi yorumunu çok katmadan iletmeye çalışanlar. Üçüncüsü ise daha çok Bosna savaşı ile ortaya çıkan ve “something must be done” grubu. Yani savaşın içinde, o insanlarla birlikte yaşadıklarından dolayı aynı koşullara maruz kalıp, bir noktadan sonra ‘katliamın savaşın durdurulması’ yönünde tavır koyanlar. Dördüncüsü de, “2. Dünya Savaşı’nda ve Vietnam’da biraz olan, şimdi ise çok tepeye vuran “embedded”ler. Ben kendimi ikincisine daha yakın hissediyorum. Amacım, haberi gerçekten objektif olarak vermeye çalışmak, çünkü savaş alanlarında yapılacak haberler çok önemli, ama onun yanı sıra aslında savaşta yaşanan insani durumları da yansıtmak. Çünkü birinciyi çok fazla öne çıkardığınız zaman savaş kendi gerçekliğinden, kendi içeriğinden kopuyor”[10]

Kaya Hayse’nin bu konudaki görüşünü ise şöyle özetlemek mümkündür: şayet savaş muhabirleri her zaman ateş altında kalan sivillerin yanında olmak, tarafsızlıklarını yitirmesi anlamına geliyorsa, hiçbiri “objektif davranmıyor” demektir. Heyse şöyle devam etmektedir:

“Savaşın yıkıcılığı, hissettirdiği korku, beraberinde getirdiği açlık, ölüm, umutsuzluk en çok sivilleri etkiliyor. Savaşın gerekçesi ne olursa olsun, siviller savaşın gerçek kurbanları. Onların dramını yansıtmak asıl görevimiz olmalı. Yoksa onun dışında cephelerde gelişmeleri zaten ordu sözcülerinden alıyoruz. Bu anlamda kendimi her zaman taraflı hissettim. Bununla da gurur duyuyorum. Taraflılığımı haberlerime yansıttığım oldu. Afganistan’da Kabil bombalanırken Kızılhaç bürosu vurulmuştu. Binlerce ton buğday, battaniye ve ilaç kül olmuştu. Avucuma biraz buğday aldım. Parmaklarımın arasından yere döküp, ‘Amerikalılar burasını bilerek vurdu’ diyerek bir anons çekmiştim. Bu haberim yayınlanmıştı. Savaşlarda görev yapan muhabirlerin yaşadıkları en büyük çelişki mazlum-güçlü ayrımında yatar. Habercilikte objektifliğin, daha doğrusu haberi, olduğu gibi aktarma sorumluluğu olduğunu düşünecek olursak, muhabir bu çelişkiyi aşmakta zaman zaman zorlanır. Sonuçta işi yapanlar insanlardır ve duyguları vardır.”

Yine Çubukçu katıldığı bir konferansta savaş dönemlerinde tarafsızlığını yitirerek tek taraflılığa meyleden gazetecilerin yol açtığı mesleki erozyonu şu sözlerle dile getirmektedir:

“Koşulları eşit olmayan savaşlarda güçlü ve mazlum ayırımı yapmak zorundayız. Muhabir savaşta da sürekli güçlülerin yanında olur, mikrofonunu, kamerasını, kalemini güçlüden yana kullanırsa tek-taraflı davranmış olur. Olanları, yaşananları tüm objektifliği ile yansıtmak gerekir. Irak savaşı bu anlamda çok önemli bir örnektir. Birçok gazeteci, haber ve haberde kullanılan dil açısından Amerikan kuvvetlerinin sesi gibi davranmıştır.”

Bbu görüşlerin yanında savaş muhabirlerinin haberlerini yaparken haberlerine mutlaka yorum katmaları gerektiğini savunanlar da bulunmaktadır. Bu görüşü savunanlara göre, gazetecilerin yaptığı haberler sayesinde savaşlar durabilir, katliamlar son bulabilir ve binlerce insanın hayatı kurtarılabilir. Gazeteci olaylara yorumunu katarak dünyanın dikkatini orada olup bitenlere çekebilir. Heyse bu konuyla ilgili olarak şöyle demektedir;

“…Vietnam’da gazeteciler, kameramanlar olmasaydı, Amerikan halkı ölen Amerikan askerlerinin sayısından, sivillerin üzerine atılan napalm bombalarından, agent orange[11]gazından haberdar olmayacaktı. Gazeteciler olmasaydı, araştırmasaydı, Körfez savaşında indirgenmiş uranyum içeren silahların kullanıldığını kimse öğrenmeyecekti. Bizim yorumlarımız kitleleri harekete geçirir. Çekeceğimiz bir çocuk fotoğrafı, ağlayan bir kadının görüntüsü savaşların kaderini değiştirir. Ordular savaşır, ama savaşın süresini biz savaş muhabirleri belirleriz.”

Savaş muhabirleri elde ettikleri bilgileri doğrulatmak için gerekli zaman ve şartlara çoğu zaman sahip değildirler. Bu da objektif haber verememelerinin bir başka nedenidir. Bu durum basın özgürlüğünün gelişmiş olduğu ülkelerde bile bir vakıa iken; basın özgürlüğünün henüz tam olarak yerleşmediği ülkelerde çok daha vahim biçimde yaşanmaktadır. Aral bu konuyla ilgili olarak yaşadığı deneyimlerini şöyle aktarmaktadır.

“…Örneğin, İsrail’in Filistinlilere yapmış olduğu katliamları habere olduğu gibi yansıtmama rağmen, ne yazık ki, çalıştığım kurumların yayın politikaları gereği haberlerin çarpıtıldığı ya da yayınlamadığı olmuştur.”

Savaşın tarafları ölümlerin gerekçelerini ispatlamak için birbirinden farklı birçok açıklama yaparlar. Hatta tarihteki katliamların bile “rasyonel” açıklamaları yapılmaya çalışılmıştır. Bu, savaşın her bir tarafının kendi ölülerini diğer taraftaki ölülerden daha değerli görme eğiliminden kaynaklanmaktadır. Örneğin, İsrailliler, Filistinli çocukların öldürülmesiyle ilgili olarak İsrail askerlerine taş attığı gerekçesini öne sürerken; Filistinliler de İsrailli çocukların Filistinli intihar saldırıcıları tarafından öldürülmesini alkışlamaktadırlar.[12]

Bu örnekler de göstermektedir ki, bazı gazeteciler, savaş dönemlerinde, savaş alanında yaşanılanlardan etkilenmekte ve “bir şeyler yapmaları” gerektiği fikrine kapılmaya başlamaktadırlar. Bu durumu bazen içselleştirerek bizzat kendileri yerine getirmekte, bazen de bir şeyler yapabilmenin şartının dünyanın ilgisini çekebilmek olduğunu düşünmektedirler. Özellikle Bosna Savaşı’ndan sonra “Bir şeyler yapılmalı” anlayışı her savaş için geçerli olmasa da, “dünyanın harekete geçmesi”“uluslararası güçlerin askeri müdahalede bulunması” için “çağrıda” bulunmak için yapılan gazetecilik yöntemi haline gelmiştir[13]

Bütün bunların yanında, savaş halinde olan ülkelerin ve askeri güçlerin savaş alanından görev yapan gazetecileri, hem propaganda aracı olarak, hem de stratejik olarak kullandıkları ve bu yüzden onları yanlış bilgilendirdikleri yönünde bir görüş bulunmaktadır. Gazetecilerin yanlı bilgilendirilmesi ve bu amaç için kullanılmaları mümkün görülmektedir. Bu tür durumlar İspanya iç savaşında da olduğu gibi çok sık yaşanmıştır. Knightley konuyla ilgili şöyle demektedir:

“Gerçekler okuyucunun hakkı değil de savaş muhabirlerinin kendi taraftarının çıkarına en uygun olanı öne çıkarma hakkıysa, savaş muhabirliğine gerek yoktur.”[14]

Gerçekten de eğer gazetecinin hakikate ve habere ulaşma hakkı okuyucu adına kullandığı bir haksa, onun, yani gazetecinin varlığını gerekli kılan da yine adına hareket ettiği okuyuculardan kurulu bir kitle olmalıdır.

Kaynak: "Savaş Fotoğrafçılığı Bağlamında Ölüm Ve Mahremiyet: Ölü Bedenlerin Teşhiri Ya Da Medyanın Ölü Seviciliği"

YÜKSEK LİSANS TEZİ

[1] Yüksel ve Gürcan, 2005: 62-63

[2]  Avşar, 2002: 55

[3] Çubukçu, 2010: 20

[4] Reuters, 2008: 25

[5] Yüksel ve Gürcan, 2005:66-68

[6] Tokgöz, 2010: 380

[7] Tokgöz, 2010: 384

[8] Zeytinli, 1997: 57

[9] Eryılmaz vd. 2008: 182

[10] Tayla, 2003: 337

[11] Agent Orange, ABD ordusu tarafından özellikle Vietnam Savaşı'nda kullanılmış bir herbisit ve yaprak dökücüdür. Kimyasal adı 2,4,5-trikloro fenoksi asetik asit’tir.

[12] Hedges, 2002: 83

[13] Sontag, 2005:105

[14] Çubukçu, 2010: 48