وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُ قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَمٖيدُ
Tercüme
Eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı” diye sorsan, muhakkak: “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah’a hamd olsun (ki kendiniz de itiraf ediyorsunuz)” ama onların çoğu bilmiyorlar.
Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve övgüye layık olandır.
Varlık âleminin yaratıcısı olan yüce Allah’a inanmak, insanlık içerisinde meydana gelmiş en asil ve en eski düşüncedir. Ancak bu düşüncenin kaynağı nedir ve nasıl meydana gelmiştir? Bu soru karşısında materyalizm düşüncesiyle inançlı kesim arasında ihtilaf meydana gelmiştir.
Materyalistlerin Putperestliğin Oluşumu Hakkındaki Düşüncesi
Onlar şöyle inanmaktadır: Geçmiş asırlarda insanoğlu güçsüz yapısıyla bela dalgaları ve tehlikeli olaylarla karşı karşıya gelmekteydi. Şiddetli rüzgârlar, yıkıcı tufanlar, ağır seller, şiddetli depremler, yanardağ patlamaları, göz alıcı şimşekler, ürkütücü sesiyle yıldırımlar ve yıpratıcı kuraklıklar gibi birçok hadise ağzını açmış bu güçsüz varlığı yutmak istiyordu. Onun yok eden bu etkenler karşısındaki güçsüzlüğü, daha güçlü bir varlığa sığınmaya mecbur etti. Bu yüzden bazen hissedilir bir üstünlüğü olan ve bu olayların zararının ulaşamayacağı bir noktada olan gök cisimlerine sığınıyordu. Bazen onun yükseklerden uçan ruhu bu kadarıyla yetinmeyerek melek, cin ve peri gibi duyu ve düşünceden uzak olan varlıklara yönelip onlara olan sevgisinden dolayı taşları işleyerek hayal ettikleri şekillere benzeyen putlar yapmakta ve onlara tanrı diye tapmaktaydı. Kısacası insanoğlunun korkuları, onu güçlü olan varlıklara tapmaya yönlendirmiştir ve eğer bu etkenler olmasaydı, Allah düşüncesi aklına kesinlikle gelmezdi.
Allah’a İnananların Görüşü
Bunlar materyalistlerin sözüdür ve onlar, hakla batılı karıştırarak bu görüşü ortaya koymuşlardır. İnsanoğlunun bazı varlıklara taptığında bir şüphe yoktur. Ancak onun bir yöne yönelmesinin ve bir varlığa tapmasının nedeni, korkuları değildi. Onu bir noktaya yönlendiren şeyin nedeni, içinde diğer âleme karşı hissettiği cazibe gücüydü. Diğer bir ifadeyle, onu her an ve özelliklede büyük sıkıntı anlarında daha güçlü olana yönlendiren şey, fıtratın nidasıydı. Allah ve din inancı insanın benliğiyle yoğrulmuş gibiydi. Kısacası yüce Allah’a inanmak, insanın tapma duygusundan kaynaklanmaktadır ve günümüzde psikologlar bu hissi, insanın dördüncü hissi bilmekte ve açık delillerle Allah’a yönelmenin fıtrî (yaratılıştan) olduğunu nübüvvete kadar ulaştırmışlardır.[1]
Allah’a yönelme hususunda konunun fıtrî olmasının yanı sıra bir başka nedeni daha vardır. O da şudur: insan yaratılıştaki düzeni gözden geçirdiğinde Allah’a inanmayı fıtratına yerleştirmiş olan ve bu düzeni var edene yönelmektedir. İnsanın Allah’a olan inancının korku ve maddî sıkıntılardan kaynaklanmadığını açık bir şahidi şudur ki, insan açlık, susuzluk ve diğer helak edici etkenlerin olmadığı cennette de dünyaya gelmiş olsaydı yine de onun merakı dinmezdi. “Her düzenin bir düzenleyicisi ve her eserin bir tertipleyicisi vardır” temeli üzere kendi kendine şöyle sorardı: Bu düzenin yaratıcısı kimdir?
Öyle bir ortamda Allah’a karşı en ufak bir ihtiyacı dahi olmasa da merak duygusu onu bu düzeni yaratan Allah’a yönlendirirdi. İnsanoğlu bir şeyin zahirine bakıp yaratanını düşünmeyecek bir varlık değildir. Geniş ve refah için gereken her şeyin bulunduğu bir sofranın başına oturup, bu sofrayı açan gücün kim olduğunu araştırmayacak bir varlık değildir. İnsanı hakikatlere ve hakikatlerin kaynağı olan yüce Allah’a yönlendiren şey onun merak ve araştırmacılık özelliğidir. Bu özelliği, onu daha derin bir şekilde bilgi elde etme yönünde susuzluğunu artırmaktadır. Bu esas üzeredir ki, batıdaki materyalist hareketten önce âlemin yaratıcısını inkâr eden nadir kimseler bulunmaktaydı. Dolayısıyla insanoğlunun yüce Allah’a olan inancı âlemdeki varlıklar ve olayların nedenleri içerisinden birinci derecede fıtrattan ve ikinci derecede de merak ile araştırmacılık duygusundan kaynaklanmaktadır. Ele aldığımız ayetler, dakik bir ilmi konuyu (putperestlere göre putların yaratıcı değil de mabut oldukları konusunu) aydınlatmanın yanı sıra diğer bir hakikati de (putperestlere göre yaratıcının varlığının kesin bir şey olduğu konusunu) beyan etmektedir.
Putlar Yaratıcı Değil, Mabuttular
İnsan çeşitli nedenler neticesinde tabiat ötesi âleme doğru cezb olmaktaydı. Ancak Allah’a tapmak ve sadece O’nun önünde eğilmek yerine kendisi gibi olan yaratılmış varlıkların önünde eğiliyordu. Onların putlara yönelmesinin nedeni daha çok, Allah’ı histen uzak görmeleriydi. Bu yüzden kendi kendilerine histen uzak bir varlığa yönelmenin ve görme ufkumuzun dışında olan bir kaynağa ibadet etmenin faydasız olduğunu, duyularla hissedilebilen bir şeye ibadet edilmesi gerektiğini ve bu ibadetin de Allah’ın ibadeti sayılmasını veya en azından kendileriyle Allah arasında şefaatçi olmaları gerektiğini düşündüler. Onlar hiçbir zaman putları yerin ve göğün yaratıcısı olan Allah olarak görmediler ve yaratma özelliğini Allah’a has bir sıfat olarak görmekteydiler. Bu yüzden ne zaman kendilerine “gökleri ve yeri kim yarattı” diye sorulduğunda “muhakkak derler ki: Allah yarattı.” Allah, onların bu itirafına dayanarak onları mahkûm etmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten âlemin yaratıcısı O ise, neden bir başkasına ibadet ediyorsunuz?” Allah, Peygambere de “bütün övgüler Allah’a mahsustur” demesini emrediyor.
Putperestliğin dünyadaki şubeleri sayılamayacak kadar çoktur. Onların içinde Sabiiler, Brahmailer, Budistler ve Arabistan yarım adasının putperestleri daha belirgindirler. Bu fırkaların tamamı putlarını yerin ve göğün yaratıcısı olarak değil, övülmeye layık, şefaatçi ve Allah’a yakınlaştırıcı olarak görmekteydiler.
Arabistan Yarım Adasında Putperestlik
Ad ve Semud kavimleri gibi önceden yaşamış olan Araplar, hiç şüphe yok ki putperesttiler ve bir takım azaplarla helak olmuştular. Ancak Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve Hz. İsmail Mekke’ye gelip oraya yerleştikten sonra tevhit inancı o bölgede yaygınlaştı. Hz. İsmail’in soyundan “Amr b. Lahiy” Mekke’nin yönetimini ele geçirdi ve bir süre sonra ağır bir hastalığa yakalanıp, tedavi için Şam topraklarına gitti. Oradaki insanların gök nesnelerinin ve bazı büyük şahsiyetlerden olan insanların heykellerine taptıklarını gördü. Onlara göre bu heykellere ibadetin sonucunda onların ruhu kendilerine yardım edecekti. Amr b. Lahiy, bu durumu beğendi ve onlardan put istedi. Onlar da Hubel ve iki güzel genç veya bir karı koca şeklinde olan İsaf ile Naile putlarını ona verdiler. O da bu putları Allah’ın evine (Kâbe’ye) getirip yerleştirdi ve insanları bu putlara ibadet etmeye davet etti. Beşerin cehalet ruhuyla bağdaşan ve tabiat ötesi güç karşısında boyun eğme ruhuyla uyum içerisinde olan bu davet hızlı bir şekilde yayıldı. Peygamber efendimiz (s.a.a) gönderildiği gün onların inancına göre putlar yaratıcı değil, mabut, şefaatçi ve Allah’a yakınlaştırıcı idiler. Bu yüzden Kur’ân’da onların düşüncelerinin reddedilmesi konusu şöyle geçer:
“Muhakkak Allah’tan başka taptıklarınız da, sizin gibi bir kuldur. Eğer doğru sözlü iseniz, çağırın onları da size cevap versinler (ihtiyaçlarınızı gidersinler).”
“O’ndan başka taptıklarınız, ne size yardımda bulunabilir ne de kendilerine yardım edebilirler.” [2]
Ele aldığımız ikinci ayette de onlara cevaben şöyle buyurmaktadır:
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır.”
O ibadet edilmeye layıktır. Yani bu gök ve yer cisimleri, sizin gibi yaratılmış varlıklardır ve size bir üstünlükleri yoktur. Onlara ibadet etmek de yakınlaştırıcı değildir. Putların yaratıcı değil de mabut oldukları konusu Kur’ân’ın Ankebut suresinin 16. Zuhruf suresinin 87. ve Zümer suresinin 38. ayetlerinde geçmektedir.