.

.

Ehlader Araştırma Bölümü

Farklılık ve ayrımcılık Allah’ın adaletiyle nasıl uyuşmaktadır? Bela ve musibetler neden vardır? Neden Allah kimine bol rızık veriyor, kimine ise hiç vermiyor? Neden bazılarını güzel yaratmışken, bazılarını çirkin yaratmıştır? Niçin bazılarını hidayete erdirmiş, bazılarını kendi haline bırakmıştır?

Adalet şu manalara gelmiştir: Bir bütünün parçalarının yerli yerinde olması, bireylerin haklarını gözetmek, hakkı hak sahibine vermek, varlık feyizi verirken hakka riayet etmek ve son olarak da bazen adalet kavramı eşitlik ve her türlü ayrımcılığı reddetmek anlamında kullanılır.

Soruya uygun olan mana bu son mana, yani eşitlik ve her türlü ayrımcılığı reddetmek manasıdır. Adeletin karşıtı ise zulüm ve ayrımcılıktır.

Yani herkese ve her şeye değişik şartlar altında eşit davranmak veya eşit şartlarda farklı davranışlar sergilemektir.

Hak ve istihkak kavramı, varlığın ihtiyaç ve imkânı veya onun kemalidir. Her varlık, Allah Teâlâ’nın feyiz veren ve tam fail olması hasebiyle hak ettiği şeyi alır ve eğer eksiklik görülürse sorun feyizi alandadır.

Ama buradaki asıl soru şudur: Neden Yüce Allah varlıkları böyle yaratmıştır? Ve acaba Allah’ın fiilleri, belli gayeler ve sonuçlar için midir?

Eşaire’nin aksine Mu’tezile’ye göre Allah’ın filleri fiilin kendisinde olan bir gaye, maslahat içindir ve en iyiyi seçme prensibine göredir. Dolayısıyla varlıktaki düzen en güzel düzendir. Şiî filozoflar gayeyi, fiil gayesi ve fail gayesi olmak üzere ikiye ayırmış ve her fiilin bir gayesi ve Allah Teâlâ’nın da gayelerin gayesi olduğuna inanmaktalar. Her şey O'ndandır ve O'na doğrudur:

“Her şey Rabbinde son bulur.”

Varlıklardaki sıralanış ve düzen onların özünden kaynaklanır. Bunlar Allah’ın bir iradesiyle gerçekleşmiştir. Yani bir iradeyle gerçekleşip başka bir iradeyle de düzene girmemişlerdir ki ondan önce varlıkları ve hakları vardı diyebilelim. Varlık âlemindeki çeşitlilik ayrımcılık değil gerçekte farklılıktır. Ve adaletle çelişen şey de farklılık değil ayrımcılıktır. Sebep ve sonuç kanununa göre farklılık varlıkların zâtından kaynaklanır. Zira her sebepten belli bir sonuç doğar. Sebepler çeşitli olduğu için sonuçlar da çeşitlidir. Sonucun, sebebin gerektirdiğinin dışında olması imkânsızdır. Sonucun sebebe uygun olması gerekir. Ayrıca farklılıkta hareketli olma, vs. gibi bir takım faydalar vardır ki eşitlikte bu yoktur. Âlemin, bir insanın bedeni gibi, bir bütün olabilmesi için parçaların bir araya gelmesi gerekir. Bu yüzden en güzel düzen için ayrımcılığın değil farklılığın olması zarurîdir. Güzellik ve çirkinlik bir arada olmasaydı ne güzel güzel olurdu, ne de çirkin çirkin.

Bela ve musibetlere gelince, varlık âleminde çeşitli bela ve musibetler vardır. Bazı belalar insanın kendi amelinin sonucu iken, bazıları da anne babaların ve diğer bazıları da başkalarının ihmali sonucu gerçekleşmektedir. Bu iki kısım da insanın kendisine aittir ve Allah Teâlâ’ya dayandırılmamalıdır.

Bela bazen günahları silmek için gelmektedir. Gerçekte günahların keffaresidir. Gaflet uykusundan uyandırmaya neden olan bela, insanların imtihan edilip daha kâmil olmaları içindir. Bu da adalete aykırı olmadığı gibi Allah’ın rahmet ve lütfundandır.

Kimine rızık verip kimine vermediği görüşü de doğru değildir. Zira hareketi olan bütün yaratıkların rızkı Allah’ın üzerinedir. Ancak rızık kazanmak için çaba sarfetmek kulların görevidir. Bütün işlerin zâhirî ve bâtınî sebepleri Allah’ın takdirindedir. Allah başlangıçta kimseyi rızıktan mahrum etmez. Rivayetlerde rızkın iki çeşit olduğu açıklanmıştır: Talep eden rızık ve talep edilmiş rızık. Talep eden rızık, insanın ayağına gelen rızıktır; talep edilmiş rızık ise insanın peşinden gittiği rızıktır. Talep eden rızık, ömür vb. gibi rızıklardır. Talep edilmiş rızık ise çaba harcamak ve ortamları hazırlamakla elde edilir.

Allah’ın hidayet etmesi ve saptırması ise tekvinî ve teşriî olmak üzere iki kısıma ayrılır. Tekvinî hidayet de genel ve özel olmak üzere kendi arasında ikiye ayrılır. Genel tekvinî hidayet kâfir, mümin vs. bütün kulları kapsamaktadır. Özel tekvinî hidayet ise Allah’ın özel kulları içindir.

Başlangıçta Allah’ın saptırması diye bir şey asla söz konusu değildir. Yüce Allah başlangıçta kimseyi saptırıp başı boş bırakmaz. Ama bir kul Allah’ın emir ve yasaklarına (teşriî hidayete) uymaz ve yanlış yola saparsa Allah da onu kendi haline bırakır. Allah’ın saptırmasının anlamı budur.

Yaratılmışların, özellikle de insanların farklı oldukları doğru mudur? Yüce Allah neden birine rızık veriyor, diğerine vermiyor? Neden birini güzel, bir diğerini çirkin yaratıyor? Neden birini hidayet ederken bir diğerini kendi haline bırakıyor?

Soruya cevap verebilmek için önce adalet kelimesinin anlamını incelemek gerekiyor. Bu kelimenin dört manası vardır:

1- Yerli yerinde olmak: Çeşitli parçaları ve belli bir hedefi olan bir bütünü göz önüne aldığımızda onda her parçanın gerekli miktarı yönünden muayyen şartları vardır. Nitelik yönünden ise parçaların birbirleriyle olan uyumlarına dikkat edilmelidir. Ancak böyle olduğu zaman bir bütün, bütün olabilir, etkisini gösterebilir ve hedefine ulaşabilir. Örneğin bir toplum ayakta kalmak istiyorsa dengeli olmak zorundadır. Toplumun dengeli olabilmesi için de ihtiyaçların ne kadar olduğu belirlenmeli ve o ihtiyaçlara göre bütçe ve enerji harcanmalıdır. İşte burada “hayır” konusu öne çıkmaktadır. Hayırdan kasıt, genelin hayrıdır. Yani genelin bekası ve genelden beklenen hedefler göz önüne alınmalıdır. Âlem bir ölçü ve düzen üzerinedir. Böyle olmasaydı ayakta kalamaz ve ölçüsüz olurdu.

Adaletin bu manasının karşısında olan mana zulüm değil uyumsuzluktur. Dolayısıyla adaletin bu manası ayrımcılık ve farklılık konusunun dışındadır. Uyum manasına gelen ve uyumsuzluğun karşısındaki söz konusu adalet, genel ve tüm âlemin nizamıdır. Ama zulmün karşısındaki adalet her birey ve parçaya ait bir olgudur.

2- Adaletin ikinci manası, insanların haklarını gözetmek ve hakkı hak sahibine vermektir. Zulüm, hakları zayi etmek ve başkalarının haklarına tecavüz etmek demektir. Adalet ve zulmün bu manası bir taraftan öncelikler temeline dayalıdır, diğer taraftan insanın zâtî özelliğinden kaynaklanan bir takım itibari düşünceler temin etmeye ve iyi ve kötüyü belirlemeye mecburdur.

3- Varlık feyizi verirken haklara riayet etmek ve feyiz vermekten sakınmamak: Âlemdeki varlıklar, feyizi almadaki kabiliyeti ve imkânı yönünden birbirlerinden farklıdırlar. Varlıklar hangi mertebede olurlarsa olsunlar feyiz alma kabiliyetleri yönünden belli bir hakları vardır. Yüce Allah mutlak kemal ve mutlak feyiz verendir. Her şeye kendi imkânlarının kabul ettiği varlığı ve varlığının kemalini verir ve onu esirgemez.

Filozoflar, hiçbir varlığın Allah’a hak iddia edemeyeceğinden, verilen hakkın‚ vazifeyi yerine getirmek’ veya borcunu vermek’ sayılmayacağı inancındadırlar.

4- Adaletin bir diğer manası eşitlik ve her türlü ayrımcılığı reddetmektir. Adaletten kasıt, hiçbir şekilde hakka riayet edilmez ve herkese ve her şeye aynı gözle bakılması olursa bu adalet değil zulmün kendisi olıur. Ama adaletten kasıt, eşit haklarda eşitliği gözetmek ise bu doğrudur. Adalet böyle bir eşitliği gerektirmektedir, bu eşitlik onun gereklerindedir.

Varlıkların farklılıkları konusunda ise diyoruz ki, eşya konusundaki hak ve istihkakın Allah’a göre durumu, varlığın ihtiyaç ve imkânı veya varlığın kemalidir. Her varlık, varlık imkânı veya bir çeşit varlık kemalinin imkânına sahipse Yüce Allah tam fail ve vacip feyiz veren olduğu için varlığı veya varlığın kemalini bahşediyor. Allah’ın adaleti, var olma imkânı olan veya varlıkta kemal imkânı olan bütün varlıklara hiçbir şekilde ayrımcılık yapmadan verdiği genel feyiz ve sınırsız bağıştır.[1]

Neden Allah âlemi ve ondaki varlıkları böyle yarattı? Neden her şey kabiliyet, imkân ve istihkak yönünden farklıdır? Allah’ın filleri de insanlarınki gibi belli gayelere dayanmalı mı? Allah’ın işlerinin de insanlarınki gibi neden ve niçinleri mi vardır?.. diye sorulabilir.

Mutezilîler ilahi fiillerin hedefinin olduğuna inanmakta ve Allah’ın Kur’an’da da bir çok kere geçen hekim sıfatını böyle yorumlamaktadır. Yani O, işlerinde hedef sahibidir, kemal üzere işlerini bilinçli olarak en salahiyetlisini seçerek belli bir hedef üzerine yapar. Dolayısıyla mevcut düzen en güzel ve en kâmil düzendir; yani mümkün olan en güzel surette yaratılmıştır. Fakat Eşaire Allah’ın fillinde hedef olmadığına inanır. Kur’an’daki hikmet kavramını adalet gibi yorumlamışlardır. Yani hikmet olan şeyi Allah yapmaz, Allah’ın yaptığı şey hikmettir. Bu fırkaya göre Allah’ın işlerinin bir takım maslahatlara göre olduğunu söylemek yanlıştır.[2]

Şiî mektebinin kelam ve felsefesinde, tevhide ait konularda her şey tevhidîdir. Bu yüzden gaye ve hedef meselesi de fiilin ve failin hedefi diye ikiye ayrıldıktan sonra Allah açısından hikmet kavramı, inayet etme ve her şeyi kendi hedefine ulaştırmaktır. Müslüman filozoflara göre her fiilin hedefi vardır ve son hedef Allah Teâlâ’nın kendisidir. Yani O, hedeflerin hedefidir. Her şey ondandır ve ona doğrudur:

“Doğrusu, son varış Rabbinedir.”[3]

Âlemin düzeni âlemin zâtının gereği midir? Cevap şudur: Varlıkların düzenleri onların varlıklarının kendisidir. Bu, Allah tarafından onlara bahşedilmektedir. Onlara düzen veren Allah’ın iradesidir. Ama bu, bir iradeyle yaratıldı ve başka bir iradeyle de onlara düzen verildi demek değildir. Böyle olursa düzen iradesi kaldırıldığında asıl yaratılış yerinde kalır gibi bir durum ortaya çıkar ki bu da yanlıştır.[4]

Farklılıkla Ayrımcılığın Farkı

Varlıkların yaratılışında farklılık vardır ama ayrımcılık yoktur. Farklılık, eşit olmayan şartlarda fark koymak demektir ama ayrımcılık eşit şartlarda ve eşit haklarda fark koymak demektir. Başka bir deyişle ayrımcılığı veren taraf yapmaktadır. Örneğin bir öğretmen eşit şartlarda olan öğrencilerine farklı notlar verirse bu ayrımcılıktır. Ama sınavla ve her öğrencinin yeteneğine göre not verirse farklılıklar ortaya çıkacaktır.[5]

Varlıkların farklılıkları onların kendi zâtında olup sebep ve sonuç kanununun gereğidir. Çünkü bütün âlem başlangıçtan sona kadar ayrı ayrı iradelerle değil, bir ilahi iradeyle ve de mücerred bir iradeyle var olmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim buyuruyor:

“Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır. Bizim emrimiz bir göz kırpması gibi bir şeydir.”[6]

Bu inanca göre yaratılış için belli bir düzen vardır. Bu yüzden sebep ve sonuç kanunu veya sebepler ve sonuçlar düzeni doğmaktadır. Yani her sonucun belli bir sebebi ve her sebebin belli bir sonucu vardır. Sebep ve sonuç nizamında her varlığın belli bir yeri vardır. Yani her sonuç belli bir şeyin, belli bir sebebin sonucudur. Dolayısıyla sonucun sebebe karşı gelmesi imkânsızdır. Örneğin insandan hayvan, hayvandan da insan türemez. Zira sebebin belli bir sonuç için olması, bir sonucun da belli bir sebebe dayanması anlaşmayla değildir.

Aksine sebep ve sonuç kendi varlıklarının yapısından kaynaklanan özellikten dolayıdır. Bu özellik bir gerçektir, anlaşmayla değildir, arazî değildir, değişmez. Bu yüzden sebep tüm zâtıyla sonucun ortaya çıkmasının kaynağıdır. Her şeyin kendine ait belli bir yeri vardır ve onun başka bir yerde farzedilmesi, zâtını kaybetmesi demektir. Kur’an da bu noktaya işaret etmiştir.[7]

Varlık düzeninin insan bedeni gibi çeşitli uzuvlardan oluşması gerekmekte ve her uzuv kendine uygun olan yerde olmalıdır. Başka bir deyişle, uzuvlar birbirlerinden farklı olmalıki bütün ortaya çıkabilsin ve her uzuv kendi özel yerinde olmalıki en güzel nizam gerçekleşsin.[8]

Âlemdeki farkılıklar gereklidir. Her şeyi bir bütün olarak ele aldığımızda genel nizam ve ölçüde dertler, kederler, başarılar, başarısızlıklar, üstünlükler, aşağılıklar vs. hepsi lazımdır. Varlıkta farklılıklar olmasa değişik varlıklar da olmayacaktır. Âlemin azamet ve güzelliği onun geniş bir çeşitlilik yelpazesine sahip olmasındadır. Çirkinlikler güzellikleri ortaya çıkarır. Çirkinlikler, âlemin bütününün bir parçası ve genel nizamın onlara bağlı olmasının yanı sıra güzellikleri ortaya çıkarması ve onlara cilve vermesi açısından da gereklidir. Güzellikle çirkinlik arasında bir yakınlık olmasaydı güzel de güzel olmazdı ve çirkin de çirkin olmazdı. Herkes eşit olsaydı ne bir hareket olurdu, ne de cazibe ve aşk; çünkü seviyeler eşit olduğunda bütün güzellikler, iyilikler, heyecanlar ve tekamüller yok olur gider.

Âlem; göz, kaş, ben ve hat gibidir
Her şey yerinde olduğunda güzeldir

“Çirkinliğin falan faydası vardır.” sözünün manası “Falanca güzel olacaktı da güzelliğin değeri bilinsin diye kasıtlı olarak çirkin yaratıldı” değildir. Böyle olsa idi o zaman: “Niçin tersi olmadı?” diye sorulabilirdi.

Yukarıdaki sözün manası şudur: Her varlık kendisi için mümkün olan azami kemal ve cemali almanın yanı sıra, bu farklılığın ortaya koyduğu güzelliğin değer kazanması, cazibe, hareket, heyecan vb. gibi güzel eserleri de vardır. Ayrıca varlık âlemi sebep ve sonuçlar bütünüdür ve her sonuç belli bir sebebin eseridir, onun gerektirdiğinden başka bir şey olması imkânsızdır.[9]

Peki insanların yaşantısında neden hep bela ve musibetler vardır?

Cevabı şudur:

1- İnsanın kendi işlerinin sonucu olan belalar: Buna örnek olarak insanın kendi eliyle kendine zarar vermesini örnek verebiliriz. Böyle belaları Allah’tan bilmemek lazım. Kur’an-ı Kerim, yeryüzünde zulüm ve fesat varsa bunun, zalim insanların kendi amellerinin neticesinde olduğunu belirtmiştir.

2- Başkalarının ihmali sonucu insanın yaşamında meydana gelen belalar: Örneğin anne ve babanın dikkatsizliği sonucunda çocuğunun hasta ya da sakat doğması gibi. Bu tür belaların Allah’tan kaynaklandığını söylemek doğru değildir.

Daha önce de söylenildiği gibi, varlık âlemi sebepler ve sonuçlar bütünüdür. Her sebep kendi sonucunu doğurur. Örneğin kusurlu bir sebep kusurlu ve hasta sonucu doğurur.İnsandan insan, hayvandan da hayvan dünyaya geldiği gibi buğdaydan buğday, arpadan da arpa çıkar. Bununla birlikte Yüce Allah böyle bir insana kendi sonsuz lütuf ve kereminin gereği, fazl ve bağışından ahirette karşılık verecek, onun çektiklerini telafi edecektir.

3- Günahları temizleyen belalar: Bunun Allah’ın adaletine aykırı bir yönü olmadığı gibi rahmet ve lütfundan kaynaklanmaktadır. Zira bunlar gerçekte ahirette insanın günahlarını hafifletmek için günahların keffaresidirler. Dünyada bela ve musibete düçar olan, ahirette azaptan korunmuş olur.

4- Çoğu insanın Allah’a yönelmesine neden olan belalar: Belalar, Allah’tan gafil olanları gafletten uyandırır ve onların geçmişte yaptığı hatalarını anlamalarına neden olur. Bu da Allah’ın lütuf ve rahmetindendir.

5- Bela ve dertler insanların olgunlaşıp gelişmesini sağlar. İnsanlar günümüzde bir çok ilerlemeler kaydetmişse bunun nedeni yaşadıkları bir çok sorundan dolayıdır.

6- Belalar insanların imtihan edilmesi veya Allah dostlarının derecelerinin yükselmesi içindir. Kur’an’ın buyruğuna göre bu, ümmetlerin her zaman değişmez sünnetidir. Nitekim şöyle buyuruyor:

“Muhakkak sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltma ile deneriz. Sabredenleri müjdele.”[10]

Kimine rızık veriyor, kimine de vermiyor konusuna gelince, bu doğru bir görüş değildir. Çünkü yeryüzündeki (ve gökteki) canlı olan her şeyin rızkı Allah’ın üzerinedir:

“Yeryüzündeki her canlının rızkı Allah’a aittir.”[11]

Ondan başka kimse rızık veren değildir. Ancak mukadder olan rızığı elde etmek için çaba sarfetmek gerekir. Rızık peşinde koşmak kulların görevidir; işlerin düzenlenmesi ve genellikle kulların elinde olmayan, görülen ve görülmeyen sebepler ilahi takdire göredir.[12]Allah başlangıçta kimseden rızkı esirgemez. Mukadder olan rızkı kazanmak için çaba sarfetmeyen kimse ondan mahrum olur. Kısacası rızıka ulaşıp ulaşmamak Allah’ın ilim ve izniyledir, rızık ve diğer şeyler kimsenin elinde değildir.

Rivayetlerde rızık iki kısıma ayrılmıştır: Talep eden rızık, talep edilmiş rızık. Talep eden rızığın kendisi insanları bulur ve her zaman onları takip eder. Böyle bir rızığın kaynağı ilahi takdirdir ve değişmez. Talep eden rızık varlık, ömür, imkânlar, aile ortamı, yetenekler vs. dir. Rızkın bu kısmı gerekli güç, dikkat vs. şeyler bir işin yapılması için meydana gelir.

Talep edilmiş rızık insanların peşinden gittiği rızık olup isteyen için mukadder olunmuştur. Onun peşinden gidilir ve elde etmek için lazım olan şart ve imkânlar hazırlanırsa ona ulaşılır.[13]

Allah neden kimilerini hidayet eder, kimilerini de saptırır, sorusu hakkında da kısaca şöyle diyebiliriz: Allah’ın hidayeti iki kısıma ayrılır: Tekvinî ve teşriî hidayet.

Tekvinî hidayet de iki kısımdır:

1- Varlık âleminde bütün varlıklara şamil olan genel tekvinî hidayettir.

2- Özel kullara has olan özel tekvinî hidayet. İlahi hidayetin yanı sıra Allah’ın emir ve yasaklarına (teşriî hidayet) uyanlar özel ilahi inayete nail olurlar. Bu tür hidayete ‚ikincil hidayet’te denilebilir.

Resullerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesiyle gerçekleşen teşriî hidayet, mümin-kâfir herkese şamil olmaktadır. Ama kötü seçim neticesinde birçokları ilahi yolun dışında başka bir yolu seçtikleri için azaba müstehak olurlar. Fakat ilahi saptırma asla iki kısıma ayrılmaz. Allah başlangıçta kimseyi saptırmaz. Ama insan ilahi nimetlere şükretmez, mevlasının emir ve yasaklarına uymaz, fıtratının aksine kötülüğe giderse Allah da onu kendi haline bırakır. Kendi haline bırakıldığı anda ise sapar ve uçuruma sürüklenir. İlahi saptırmanın manası işte budur. Daha fazla bilgi için tefsir vs. kitaplara başvurunuz.[14]

[1]     Murtaza Mutahharî, Adl-i İlahi, s. 54-60; Molla Sadra, Esfar-ı Erbaa, c. 2, Kainatın Varolma Şekli, c. 2.

[2]     Murtaza Mutahharî, a.g.e., s. 23, İntişarat-ı Sadra, h.ş. 1380; Ayetullah Subhanî, İlahiyyat, c. 1, s. 273-292.

[3]     Necm, 42; Murtaza Mutahharî, a.g.e., s. 30.

[4]     Murtaza Mutahharî, a.g.e. s.9 7; Maarif-i İslami, s. 94-104, İntişarat-ı Simmet, h.ş. 1376.

[5]     Murtaza Mutahharî, Adl-i İlahi, s.101.

[6]     Kamer, 49-50.

[7]     Saffat, 164.

[8]     Muhammed Hüseyin Tabatabâî, el-Mizan, c.13, s. 194; Nihayetu’l-Hikme, 8. Merhale, s.156; Murtaza Mutahharî, Adl-i İlahi, s.107; Molla Sadra, Esfar-ı Erbaa, İllet ve Malul konusu, c. 2, s. 268, Muhammed Taki Misbah Yezdî, Amuzeş-i Akaid, 35 ve 36. Dersler.

[9]     Murtaza Mutahharî, Adl-i İlahi, s.143-144.

[10]    Bakara, 155; Ayetullah Subhanî, İlahiyyat,c.1, s. 290; Maarif-i İslami, s.100; Molla Sadra, Esfar-ı Erbaa, Şurur (Şerler) konusu, s. 445; Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Nihayetu’l-Hikme, 12. Merhale, 17 ve 18. fasıllar, s. 308; İmam Humeynî, 40 Hadis Şerhi, 39. Hadis.

[11]    Hud, 6.

[12]    İmam Humeynî, 40 Hadis Şerhi, s. 560.

[13]    Bkz. Nehcu’l-Belağa, 31. Mektup.

[14]    el-Mizan, c.1, s.43-45…; Abdullah Cevad Amulî, Tefsir-i Tesnim, c. 1, 457-478, 493, 516-527, yine c. 2, s. 515-521 ve Hidayet der Kur’an.