.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Üstad Muhammed Taki Misbah Yezdî
İnsanın doğumuyla başlayıp ölümüyle biten süreç içinde insan ruhu birçok aşamadan geçmektedir ve insan bu aşamaların her birinde kendine has istek ve ihtiyaçlara sahiptir. Kendimizi bildiğimiz andan itibaren, hayatımızın içinde bulunduğumuz bu dönemine kadar hepimiz ruhumuzdaki farklı değişimleri hissetmişizdir. Buna ‘içsel tecrübe’ veya felsefe diliyle ‘huzûrî ilim’ diyoruz. Bu bahsettiğimiz tecrübelerin bir bölümü bütün insanlar için geçerlidir ve bütün insanlar az veya çok bu tecrübeleri yaşıyorlar. Örneğin dünyaya gözlerini yeni açmış olan bir bebeğin bütün hareketleri ve çabası karnını doyurmak doğrultusundadır ve bu aşamadaki insan bundan başka bir şey düşünmüyor. Bu sebeple insanoğlunun ilk ihtiyacı açlığını gidermektir ve belirli bir süre boyunca başka bir isteği yoktur. Doğal olarak hiçbirimiz hayatımızın ilk günlerini hatırlamıyoruz; ama bunu yeni doğmuş diğer insanlara bakarak görebiliriz. Bebeklik dönemindeki insanların yemekten başka bir şeye ilgi göstermediklerini kendi gözlerimizle görüyoruz. Zaten bu sebeple ellerine geçen her şeyi ağızlarıyla tatmak istiyorlar.
Bu dönem sonrasında, yani insan ruhunun tabii, fıtrî ve gayr-i ihtiyari olarak bir miktar tekâmül bulmasından sonra insanoğlu yemek ve içmek dışındaki şeyleri de kavramaya başlar. Örneğin bu dönemdeki çocuklar anne ve babanın sevgisini, özellikle anne sevgisini anlıyorlar ve onların şefkatli bakışları ve kucağına alıp sevmesinden haz duyuyorlar. Bu, çocuk için yeni bir ihtiyaç ve istektir. Çocuğun karnı tok olabilir; ancak anne ve babasının sevgisinden yoksun olduğu için üzüntü içinde olabilir. İşte bu, çocuktaki yeni bir ihtiyacın belirtisidir.
Bu aşama sonrasında çocuk, oyun oynamaya meyleder. Oyun oynamak, yüce Allah’ın insanda bırakmış olduğu fıtrî bir ihtiyaç olduğu için hiç kimsenin çocuğa oyunu sevmesi gerektiğini öğretmesine gerek yok. Bu eğilim çocukta kendiliğinden meydana gelir. Bazen çocuktaki bu eğilim yemek ve içmeği çocuğa unutturacak kadar güçlü olabiliyor ve çocuk, yemek içmek veya uyku saatinden saatler geçmesine rağmen bunu fark etmeyebilir bile. “İnsanoğlu bu aşamalardan geçiyor” derken “bir önceki ihtiyacını geride bırakıp da yeni bir ihtiyaçla tanışıyor” demek istemiyorum. İnsandaki yemek ve içmek isteğinin, hayatının sonuna kadar devam ettiğini herkes biliyor.
Tekâmül ve büyümenin sonraki aşamalarında tabii ve fıtrî olarak insanda meydana gelen ihtiyaçlardan birisi karşı cinse olan eğilim ve cinsel ihtiyaçtır. Bu his, insanoğlunun tekâmül süreci içinde hayatın belirli bir döneminde öğretilmeksizin ve kendiliğinden meydana gelir. Çocuk ilk başta bu eğilimini tam olarak anlayamıyor ve neyin peşinde olduğunu, tam olarak ne istediğini bilmiyor. Ancak zamanla bu ihtiyaç kendisini daha açık bir şekilde göstermeye başlar ve daha anlaşılır bir hale gelir. Ergenlik çağına gelindiğinde ise tamamen açık bir şekilde kendisini gösteriyor ve insan neyin peşinde olduğunu tam olarak algılıyor. İnsandaki bu eğilim bu dönem sonrasında ise gençlik döneminin zirvesine kadar hiç durmaksızın büyüme yönünde hareket eder. Bu istek kız çocuklarında daha erken kendisini gösteriyor ve kız çocukları dokuzlu onlu yaşlarda bu isteği hissediyorlar. Ancak hiç kuşkusuz insanın ruhunda meydana gelen bu eğilim, fiziğinden ve vücudundaki fizyolojik değişimden bağımsız değildir ve vücuttaki birtakım gelişmelerle birlikte gelişir.
Gerçek şu ki insan ruhunda meydana gelen yenilikler ve yeni arzu ve istekleri fiziğindeki değişikliklerle uyumludur. Bu süreç esnasında vücuttaki birtakım organlarda, bezelerde ve hormonlarda birtakım değişiklikler meydana geliyor. Ancak buradaki önemli nokta, bu fizyolojik değişimler ve vücutta meydana gelen yeniliklerin, ruhtaki değişimler için ancak bir mukaddime ve ön hazırlık konumunda olmasıdır. İnsandaki bütün ihtiyaç ve istekleri algılamak ise ruha aittir. İnsan vücudu bunların hiçbirisini algılayamaz. Zira algılamak işi yalnızca ruha aittir.
Burada söylenmesi gereken diğer bir konu ise her biri farklı bir dönemde meydana gelen bu değişiklikleri insanın önceden algılayamamasıdır. Örneğin çocukluk yaşlarındaki bir insan kesinlikle cinsel isteğin ne olduğunu algılayamaz, bunu anlamak onun için imkânsızdır ve hiçbir şekilde bu istek ve ihtiyacın ne olduğu çocuğa anlatılamaz. Bir çocuğa cinselliğin ne olduğunu ve nasıl doyuma vardığını ne kadar anlatırsanız anlatın, bunu anlayamaz.
Çocuk, cinsel haz diye bir haz olduğunu, bu hazzın, yemek içmek hazzından tamamen farklı olduğunu ve bu hazla karşılaştıramaz derecede yoğun olduğunu anlayamaz. Cinselliği algılayamayan çocuk için kesinlikle bu konunun anlaşılması imkânsızdır. Çocuk, yemek içmek ve oyun dışında hiçbir haz tanımıyor. Dolayısıyla bu bağlamda ona anlatabileceğimiz tek şey, cinselliği bal tadına benzetmektir. Oysa cinsel haz ve balın tadı tamamen farklı iki hazdır ve kesinlikle karşılaştırılamazlar.
İnsanın Ruhsal İhtiyaçları ve Bu İhtiyaçların Görünmez Evreleri
İnsanoğlu, buraya kadar değindiğimiz değişim ve evreler dışında insana farklı şekillerde kendini gösteren diğer evrelerden de geçiyor. Bu değişim ve evreler en az iki yönden birinci evrelerden farklıdır. Birinci fark çok hissedilir olmamasıdır. İkinci fark ise insanların ruh hali ve yeteneklerine göre farklılık göstermesi ve insanlarda farklı şekillerde kendini göstermesidir. Yemek içmek isteği, oyun isteği ve cinsel istek bütün insan fertlerinin açıkça hissettiği isteklerdir ve her ne kadar insanlardaki bu istekler kişiden kişiye farklı olsa da bu isteklerin orta seviyeye yakın bir seviyesini hemen hemen bütün insan fertleri yaşayarak hissediyor. Ancak birtakım istekler var ki bazı insanlarda çok güçlü olmasına rağmen diğer bazı insanlarda yok denecek kadar az ve siliktir. Bu sebeple buradaki istek seviyesi farkı, birinci gruptaki isteklere göre çok fazladır. Örneğin sanata olan eğilim, özellikle birtakım özel sanatlarda insanlar arasında çok farklılık gösterebiliyor. Bu eğilim ve istek kimi insanlarda, bütün hayatlarını etkileyecek şekilde kendini gösteriyor. Ama aynı zamanda sanatın ne olduğunu algıladığından bile şüphe edeceğimiz kadar sanata ilgisiz kimi insanlarla karşılaşabiliyoruz.
Bütün insanlar yeşil ormanlara bakarken, denizi seyrederken ve yüksek dağların girinti ve çıkıntılarını seyrederken bundan haz duyarlar. Ancak bazı insanlar bu manzaralara bakarken her şeyi unutup kendinden geçercesine büyük bir haz duyarlar. Bu tür insanlar bazen saatlerce âdeta hiç göz kırpmaksızın bir çiçeğe veya bir ağaca bakabiliyorlar. Bu eğilim ve istek bazı insanlarda ise yeni güzellikler yaratmak isteği şeklinde kendini gösteriyor. Ressamlık, hattatlık, şiir ve edebî metinler yazmak insandaki bu istek ve eğilimden kaynaklanıyor. Bir şiir dinlerken hiçbir şeyden duymadığı hazzı duyan insanlar tanıyorum. Kimi insanlar güzel sesten, âdeta kendinden geçecek kadar etkileniyor. Ama aynı zamanda diğer insanlar bu duyguyu yaşamıyor ve tabii güzellikler veya sanat konularına aynı ilgiyi göstermiyorlar. Bu eğilim ve isteği kendinde bulan insanlar içlerindeki bu duyguyu hissedebildikleri gibi diğer insanlar da bu halleri bu insanlarda görebiliyorlar.
Geçici ve Kalıcı Eğilimler
İnsandaki istekler ve eğilimler konusundaki diğer bir husus ise bu eğilimlerin süre olarak farklı olmasıdır. Birtakım eğilimler insan hayatının tamamında kendini gösterdiği halde diğer bir takım eğilimler insanın tekâmül seyrindeki sadece bir zaman dilimine özgü olabiliyor. Bu tür eğilimler bu süre sonunda tamamen unutulur ve artık insan bu yönde bir istek hissetmez. Çocukça oyunlara olan eğilim, bu bahsettiğimiz ikinci tür eğilimlerdendir. İnsanoğlu hayatının çocukluk döneminde kendi yaşına uygun oyunlar ve oyun araçlarına oldukça büyük bir ilgi duyar. Ancak ergenlik çağına yaklaştıkça bu tür şeyleri bir kenara bırakır ve düne kadar gözü gibi baktığı oyuncaklarına dönüp bakma isteği bile duymaz.
İnsandaki birtakım eğilimler vücut ve organlarıyla pek ilintili değildir ve bu eğilimlerin filizlenmesi, yoğunluk kazanması veya sönük hale gelmesi kişinin yaşlı veya genç olmasıyla, kilolu veya zayıf olmasıyla ilgili değildir. Bu tür eğilimlerin bir bölümü kimi durumlarda kişinin yaşlanması ve fiziki güç kaybı yaşamasıyla daha da yoğunlaşıyor ve daha bir güçlü hale geliyor. Örneğin ‘saygı görme isteği’ bu türden bir eğilimdir. İnsanoğlu yaratılışı itibarıyla diğer insanların gözünde değerli olmaktan ve saygı görmekten hoşlanır. İnsandaki bu saygı isteği insanın kulağı, gözü, eli, ayağı, cinsel organı veya herhangi bir diğer organlarıyla bağlantılı değildir. İnsanoğlu, hangi yaşta olursa olsun yüce bir şahsiyete sahip olmaktan hoşlanır ve diğer insanların saygısını kazanmayı arzular. İnsandaki bu eğilim hiçbir zaman yaşlanmaz veya unutulmaz ve ölüm anına kadar insanla birliktedir. Birçok insan ölüm sonrasında iyi anılmak için ve insanlar arasında saygıyla yâd edilmek için yaşamı boyunca çaba sarf eder. Bu istek ve eğilim, zamanla azalan değil, aksine yaş geçtikçe artan bir eğilimdir.
Kendiliğinden Filizlenen ve Kendiliğinden Filizlenmeyen Eğilimler
Buraya kadar bahsettiğimiz eğilimlerin ortak özelliği, insanın herhangi bir çaba göstermesine bakmaksızın kendiliğinden açığa çıkıp da gelişen eğilimler olmasıydı. Şimdi burada soruyoruz kendimize; acaba insandaki bütün eğilimler bu türden midir? Acaba insanda kendiliğinden gelişmeyen ve filizlenip de gelişmesi için insanın çaba harcamasını gerektiren eğilimler de var mıdır?
Bu sorunun cevabı evettir. İnsan, ancak çabayla gün yüzüne çıkarabileceği birtakım potansiyellere sahiptir. İnsandaki bu potansiyel eğilimler, yapı itibarıyla ancak insanın çabasıyla kendini gösteren eğilimlerdir. Bu türden eğilimler için ‘aşk’ eğilimini örnek gösterebiliriz. Edebî eserlerde, şiir, roman veya hikâye kitaplarında büyük aşklar yaşayan insanlar okumuşuzdur. Belki siz kendiniz bile bu durumu bizzat yaşamışsınızdır. Aşk, bir insanın diğer birine güçlü bir şekilde bağlanması ve sevdiğini, kendisine gülümser şekilde görmek arzusu taşımasıdır. Âşık olan bir insan sevgilisinin gülümsemesini gördüğü zaman âdeta dünyadaki her şeyi elde etmişçesine sevinir. Sevgilisinin üzüntüsünü gördüğünde ise bütün dünya gözünde kararır.
İşte çok silik bir şekilde insanda kendini gösteren bu eğilim, ancak onunla ilgilenen insanlarda güçlü bir eğilime dönüşebiliyor. İnsan, bu eğilimin peşinden gittiği ölçüde bu eğilim de büyür; bu eğilime meydan verdiği ölçüde bu eğilim de güçlenir. İnsan, sevgilisini düşündükçe, onu hayal edip güzelliklerini aklında canlandırdıkça, sevgilisinin aşkı da aynı ölçüde kalbinde büyür ve aşk ateşi kalbini sarmaya başlar. Ancak insan, içinde bulduğu bu eğilime meydan vermezse, aklını ve kalbini meşgul eden bu eğilimi bilinçli bir şekilde söküp atmak isterse veya günlük sorunlar ve meşguliyetler insanı bu eğilimden alıkoyarsa zamanla bu eğilim de güçsüzleşir ve sönüp gider.
Dolayısıyla insanda kendi kendine büyüyen eğilimler olduğu gibi büyük ölçüde insanın katkısıyla büyüyen eğilimlerin olduğunu da söyleyebiliriz. İnsan dilerse bu eğilimlere meydan verip büyümesini sağlayabilir veya önünü alıp büyümesini önleyebilir.
İrfânî Eğilimler Kendi Kendine Gelişen Eğilimlerden midir?
Burada kendimize soruyoruz; acaba insandaki irfân eğilimi, kendi kendine gelişen eğilimlerden midir? Yoksa gelişmek için insanın özel çabasını gerektiren türden eğilimlerden midir?
Dini öğretiler ve büyük zatların söyleyip de büyük düşünürlerin onayladığı veriler, insandaki birtakım ilk başta kendisinin bile tam olarak algılayamadığı ve çabalarla gelişim kaydettiği eğilimlerin varlığını onaylıyor. İnsan, ilk başta bu eğilimleri tam olarak algılayamıyor ve ne olduğunu tam olarak anlayamıyor. Bir şeyin peşinde olduğunu, bir şeyi kaybettiğini hissediyor; ancak ne olduğunu, kim olduğunu ve nerede olduğunu bilemiyor. Kendisinde bir ihtiyaç hissediyor; ancak neye ihtiyaç duyduğunu veya kime ihtiyaç duyduğunu tam olarak algılayamıyor. İşte bu, kulluk içgüdüsüdür. İnsan her ne kadar fıtrî olarak ve yaratılış itibariyle Allah’ı arayan bir varlık olsa da kendisi tam olarak bu eğiliminin bilincinde değildir. İşte bu eğilim bazen kendisini gösteriyor; ama ne yazık ki kısa bir süre sonra bir hicap perdesi onun güzel yüzünü örtüyor ve insan bu eğilimini unutuyor. Hepimiz arada bir kalbimizin derinliklerinden esip de ruhumuzu okşayan bir esinti hissederiz. Ancak çoğu zaman maddi ve manevî birçok engel bu esintinin önünü kesiyor ve dünyevi kirlilikler bu esintiyi solumamızı engelliyor.
İçimizdeki bu gizli eğilimi uyandırıp, canlılık kazandırıp güçlü bir hale getirmek istiyorsak büyük bir azim ve gayretle çalışmalıyız. Bu eğilimi kendimizde uyandırdıktan sonra ise maddi ve dünyevi eğilimlerimiz içinde kaybolup gitmemesi için, hayvani isteklerimizin altında ezilmemesi için, ona özenle bakmalıyız, onu gözümüz gibi korumalıyız ve ilgi odağımız haline getirmeliyiz.
Elimizdeki bir takım deliller şunca insanın içinde, çok az da olsa birtakım insanların çocukluk döneminde çok güçlü bir kulluk içgüdüsüne sahip olduğunu, bu insanların hızla bu içgüdülerine canlılık kazandırıp yetişkin bir eğilim haline getirdiklerini, sevgililerini tanıdıklarını ve onu tanımak yolunda bilinçli bir şekilde büyük gayret sarf ettiklerini gösteriyor. Bu tür insanlar istisnai insanlardır. Bu insanlara ‘peygamber’ veya ‘veli’ diyoruz. Şu anda bile bu tür insanlar var olabilir. Bu tür insanların bir bölümü, doğum anında bile bizim algılayamadığımız birtakım şeylerin farkındadırlar veya anne karnındayken bile birtakım konuları algılayabiliyor veya dile getirebiliyorlar.
Bu tür olayların benzerlerini diğer alanlarda gördüğümüzde ise bu olayların gerçekleşmiş olabileceğine daha fazla inanmaya başlıyoruz. Üç yaşındaki bir çocuğun, on dört, on beş yaşındaki çocukların bile öğrenmekte güçlük çektiği konuları rahatlıkla öğrenebildiği haberini şu yaşadığımız dönemde duyuyoruz. Dört yaşındaki bir çocuğun bütün Kur’an’ı ezberlediğini duyuyoruz. Yaşadığımız asırda bu yönüyle öne çıkan kişi, bütün Kur’an ve Nehcü’l-Belaga’yı çok küçük yaşta ezberleyen Dr. Muhammed Hüseyin Tabatabaî’dir. Bu çocuğun beyin yetenekleri bütün insanları hayrete düşürmüştür. İşte zaman zaman ortaya çıkan bu tür insanlar Allah’ın birer alametidir ve varlıklarıyla, Allah’ın, diğer sıradan insanlardan daha üstün yeteneklere sahip insanlar yarattığını gösteriyorlar.
Bu gibi istisnai durumlar elbette ki üzerinde çok duracağımız konular değildir. Burada kendimiz gibi normal yeteneklere sahip, sıradan eğilimler taşıyan insanlardan bahsediyoruz. Biz ve bizim gibi sıradan insanlar, içimizde bizi Allah’a ve manevîyata yönlendiren gizli bir eğilim hissediyoruz. Ancak işin başında bu, bizim için pek de açık bir eğilim değildir ve bu eğilimin net bir şekilde ortaya çıkması için çaba harcamamız gerekiyor. Bu süreç sonrasında ise bu eğilimin filizlenmesi ve iyice gelişmesi bizim çaba ve gayretimize bağlıdır. Yani sonuçta her halükarda bu eğilimin gelişmesi ve kemale ermesi bizim göstereceğimiz çabaya bağlıdır ve kendi kendine gayri ihtiyari olarak gelişmeyecektir.
Ahlak konusu genel olarak ve irfân veya seyr u sülük konusu irfân ve ahlak üstatlarının tanımladığı şekliyle, işte bu tür bir konu üzerinedir. Ahlak, irfân ve seyr u sülûkun temelini oluşturan esas, insanın ulaşabileceği kemal hali üzerinedir. Ancak her şeyden önce bu kemalin algılanması, bizim yapmamız gereken iştir. Sonraki adımda ise bu yönde adım atmak ve bu eğilimin doyumu için çaba harcamak, insanın kendi istek ve iradesiyle yapması gereken iştir. Bütün peygamberler ve vasilerin bütün çabaları nihayette insandaki bu eğilimi uyandırıp zirveye vardırmak içindir. Bu gerçeği bilmek, bu eğilimin ne denli değerli ve paha biçilmez olduğunu anlatmak için yeterlidir.
İnsandaki En Temel Eğilim Olarak İrfan
İnsandaki bu eğilimin, temel eğilim olduğunu, önemini ve üstünlüğünü algılayabilmek için şunlar üzerine düşünmeliyiz; evet, peygamberler toplumu adalete ulaştırabilmek için ayaklandılar. Evet, peygamberler zalimlerin zulüm elini mazlum insanların üzerinden çekmek için geldiler. Evet, peygamberler, insanlara Allah’ın kelamını ve hikmeti öğretmek üzere peygamberliğe seçildiler. Evet, peygamberler sosyal, ekonomik, siyasî, askerî, hukukî, medenî ve sağlıkla ilgili birtakım hükümleri insanlara sunmuşlardır. Ancak şu söylediklerimiz, peygamberlerin aslî görevleri olarak düşünülmemelidir ve peygamberlerin nihai hedefi olarak algılanmamalıdır. Bu tür bir düşünce kesinlikle yanlıştır. Bütün bu saydıklarımız birer ön hazırlıktır ve orta hedefler olarak görülmelidir. Nihai hedef ise başka bir şeydir.
Kesinlikle toplumlar adalet ilkesi üzerine kurulmalıdır, zulüm tamamen kalkmalıdır, herkes hak ettiğine ulaşmalıdır, insanlar arasındaki sosyal ve insani bağlar sağlıklı hale gelmelidir ve toplumdaki insanlar her yönden sağlıklı bir hayata sahip olmalıdırlar. Ancak bütün bunlar niçin olmalıdır? Bütün bunlar olmalıdır, insanlar gerekli ruhi ve manevî yükselişi yakalayabilsinler diye, bütün bunlar olmalıdır, insanlar nihai hedeflerine yani ‘kurb-i ilahi’ye (Allah’a yakınlaşmaya) ulaşabilsinler diye.
İran İslam Devrimi Lideri merhum Ayetullah İmam Humeynî defalarca konuşmalarında bu gerçeğe işaret ederek bu devrimin ve adalet üzerine kurulu bir devlet oluşturmanın nihai hedef olmadığını, aksine bütün bu yapılanların, insanların daha fazla rablarıyla tanışabilmesi için birer mukaddime olduğunu vurgulamışlardır. Ahlak, irfân ve ‘seyr ü sülûk’un doğru açıklaması ise insanın içinde taşıyıp da kendisini Allah’a yönlendiren güç ve yeteneği, kendi çabasıyla ve bilinçli bir şekilde doğru yöne yönlendirip güçlendirmesidir. Dolayısıyla gerçek irfânı, “bir insan için düşünülebilen en yüce makama varmak için gösterilen çaba” olarak tanımlamalıyız.