.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a.) bir gün, ölüm döşeğinde yatmakta olan bir genci ziyaret ederek ona “Kendini nasıl buluyorsun?” diye sorar. O da “Ey Allah’ın Resulü! Vallahi, ben Yüce Rabbimin rahmetini ümit ediyorum, ama günahlarımdan da korkuyorum.” diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurur:

“Böyle bir durumda olan bir kulun kalbinde bu iki husus birlikte yer almışsa, muhakkak ki Allah, ona ümit ettiği şeyi verir, korktuğu şeyden de emin kılar.”

Yüce dinimizde hayat, sadece dünyayı değil, ahireti de kapsayan bir bütün olarak görülmektedir. Nitekim içinde bulunduğumuz dünya hayatının ardından gelecek olan hayata, ‘sonraki hayat’ anlamında ‘ahiret’ denmektedir. Müslümanın hayata bakışı, işte bu bütünlüğü koruma esasına dayanır. İnanan bir mü’min için mükâfatın en büyüğü elbette Yüce Allah’ın katındadır. Ancak bu büyük mükâfata kavuşabilmenin yolu da dünyadan geçer. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutmaAllah nasıl sana iyilikte bulunduysa, sen de [başkalarına] öyle iyilikte bulun ve sakın yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma. Çünkü şüphesiz, Allah bozguncuları sevmez!”[1] buyurularak dünya hayatını ihmal etmenin ahiret hayatını kaybetmek tehlikesini doğuracağına işaret edilmektedir.

Ahiret ve hesap gününe olan inanç öyle değerlidir ki, bu inanç, insanın hayatını her daim bir ümit içerisinde yaşamasını sağlar; karşılaştığı sorunların üstesinden gelmesine yardımcı olur; olumlu ve olumsuz bütün olaylarda ilahî bir takdir ve hikmetin saklı olduğunun bilinmesini telkin eder. Bu yüzden mümin, imanı gereği asla karamsarlığa kapılmaz; azim ve kararlılıkla hayatını iyilik ve doğruluk üzere sürdürmeye çalışır. Allah’ın her daim kendisiyle beraber olduğu şuuru ile yaşayan mümin; insanlara, çevresine ve bütün mahlûkata sorumluluk bilinci içerisinde yaklaşır; her şeye ve herkese pozitif ve olumlu değer katar.

Gündelik hayatımızın telaş ve koşuşturması içerisinde umut ve kaygılarımızın yönlendirdiği bir hayatı yaşıyoruz. Ancak umut ve kaygılarımızın, sadece bu dünya hayatıyla sınırlı olması en büyük yanılgılarımızdan bir tanesidir. Elbette kazanmak, güçlenmek, varlıklı olmak bu dünyada da güzeldir; kaybetmek ise hiç kimsenin isteyeceği bir şey değildir. Ancak esas kazancın ve esas kaybın ahiret hayatında olacağı unutulmamalıdır. Gerçek huzurun; kaybolan, tükenen, sona eren, geçici olana bağlanmakla değil, ancak her türlü kirden arınmış, sadece Allah için çarpan bir kalple mümkün olacağı unutulmamalıdır.

Yüce Allah ile dinginliğe ve esenliğe kavuşmuş bir mümin, yaşadığı dünyanın ahiret için bir tarla olduğunu ve yapılan her iyiliğin veya kötülüğün ahirette mutlaka karşılığının görüleceğini yakinen bilir.[2] Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.a.) ve onun mukaddes emaneti Ehl-i Beyt de (a.s) bu yolculuğumuzda Allah’ın rahmetinden asla ümit kesmememizi öğütlerken, hak-hukuk tanımaz, nezaket ve edep bilmez bir sorumsuzluğun cezasız kalmayacağının da daima akılda tutulması gerektiğini haber verir. İşte ümit ve korku arasındaki bu denge, her şeye ve herkese karşı sorumluluk taşıyan bir mü’min profili ortaya çıkartır ki, bugün insanlığın hasret kaldığı model şahsiyet de budur.

Cenab-ı Allah can emanetimizi bu denge ve hassasiyet içerisinde taşıyabilmeyi nasip eylesin.

Âhir ve âkıbetimiz hayr olsun.

[1] Kasas, 77

[2] Zilzal, 7-8