.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Hüccet’ül-İslâm Muizzî

Konuya İmam Rıza’nın (a.s) bir buyruğuyla başlamak istiyorum. İmam Şöyle buyurmaktadır: “İnsan(ın kişiliği), dilinin altında saklıdır (konuştukça tanınır).”

Takva ehlinin özellik ve vasıflarını içeren ve Hemmam hutbesi olarak bilinen hutbede , dil ve konuşmanın önemi hakkında İmam Ali(as) çok değerli bilgiler vermiştir onların tümünü aktaracak değilim ancak konunun önemini vurgulamak için  önsöz niteliğinde  bir açıklama yapmak istiyorum.

Yüce Allah, insanın yaratılışından söz ettikten hemen sonra şöyle buyurmaktadır:

“İnsanı yarattı, ona beyanı (konuşup düşüncelerini açıklamayı) öğretti.” (Rahman, 3-4)

Dil ve işlevlerinden biri olan konuşmak, yüce Allah’ın insana bahşettiği nimetlerden biri olup insanın olgunlaşmasında temel bir role sahiptir.

İnsan konuşamasaydı, insanın sosyal ve medenî hayatı da olmayacaktı; medeniyetler oluşmayacaktı; insan kendi olgunluk yolunu katedemeyecek; sonuç olarak da ilerleme ve gelişme noktasında bugünkü konumuna varamayacaktı.

İnsan konuşamasaydı, insanla diğer hayvanlar arasında hiçbir fark olmayacaktı ve insanın yaşamı da diğer hayvanlarınki gibi donuk ve monoton olacaktı.

Müminler Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Eğer insanın dili olmasaydı, o da cansız bir heykel veya salıverilmiş bir hayvandan farksız olacaktı.”

Dil ve konuşma, insanın sahip olduğu büyük nimetlerden ve insanî ilişkiler bağlamında eşi-benzeri olmayan bir iletişim aracıdır. Bu büyük nimetten nasıl yararlanılması gerektiği hususunda, yüce İslam dininin çok hayatî bir takım emir ve tavsiyeleri vardır.

İmam Zeyn’ül Abidin’in (a.s) “hukuk risalesi” eksenli makalemde “nefsin hakkı” konusunu işlemiştim. İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), nefsin hakkını şöyle beyan etmişti:

“Senin üzerinde olan kendi hakkın ise, kendini tamamiyle Allah’ın itaatine vermendir...”

Bunun hemen ardından ise, Allah’a itaat veya muhalefet bağlamında çok etkili ve hassas rolü olan “dil”in hakkını beyan etmektedir.

İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), dilin hakkının yerine getirilebilmesi için öncelikle yapılması gereken şeyin, dile değer vererek çirkin sözlerden uzak tutmak olduğunu buyurmaktadır.

Şanı yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“İnsanlara güzel söz söyleyin…”(Bakara, 83)

Çünkü çirkin huylara sahip olan insanlar çirkin konuşur ve çirkin sözler ederler. İslamî eğiti ve öğretilir ışığında kendini arındıran ve takva edinen insanlar ise, sözlerin çirkininden kaçınmakla birlikte doğru olmayanından da sakınırlar.

Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Ey inananlar Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.”(Ahzab, 70)

İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), yerine getirilmesi gereken dilin haklarına şöyle devam etmektedir:

“(Dilin) güzel sözlere adet ettirilmesi…”

Her hal ve durumda Allah’ın doğru kulu olmak ve bütün azaların Allah’ın itaatinde kullanılması isteniyorsa, nefis eğitilmeli, arındırılmalı ve bu yönde ciddiyetle çalışılmalıdır; sürekli olarak nefis korunmalı ve kollanmalıdır; bu yönde azimli bir idman içinde olunmalıdır. Aksi taktirde, nefsin iyiliklere adet ettirilmesi mümkün olmayacaktır. İyilikleri ya da kötülükleri alışkanlık haline getirmek, insanın kendi elinde olan bir şeydir. Zaten insan, alışkanlık edinebilen bir varlıktır.

Müminler Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Alışkanlık (insanın) ikinci doğasıdır.”

İnsanın kötülükleri alışkanlık edinmesi, nefsin Allah’a itaat etmesine ve bu uğurda eğitilmesine engel olacaktır.

Müminler Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“(Kötü) alışkanlığın galebesi, nefsin eğitilmesinin afetidir.”

Müminler Emiri Ali (a.s), bir başka hadisinde ise şöyle buyurur:

“Dil, alıştırdığın şeyi ister senden.”

O halde, bütün gücümüzle çalışarak dilimizi iyi ve güzel şeylere alıştırmalıyız. Çünkü dil, her hayır ve şerrin anahtarıdır.

İmam Muhammed-i Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Kuşkusuz ki bu dil, her hayır ve şerrin anahtarıdır.”

İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), dilin hakları hususunda bir diğer hakkı şöyle buyurmaktadır:

“Dilini, edebe riayet etmeye zorlaman, ihtiyaç olan yerler veya din ve dünya menfaatleri dışında onu kullanmaman…”

Dilin duçar olabileceği birçok afetler vardır; dil kaynaklı bu afetler, şöyle örneklendirilebilir: Yanlış ve hatalı konuşmak, yalan konuşmak, gıybet etmek, fitne çıkarmak, riyalı konuşmak, iki yüzlülük ederek konuşmak, küfürlü konuşmak, hakaret ve saygısızlık doğuran tartışmalara girmek, insanın kendini övmesi için konuşmak, faydasız sözler etmek, gerçeği çarpıtmak, kalp kırıcı konuşmak, başkalarının onur ve haysiyetiyle oynamak…

İşte bundan dolayıdır ki eğer dilimizi eğitmek ve bu tür afetlerden korumak istiyorsak, konuşmadan önce aklımızı kullanmalı ve söylemek istediğimiz şey hakkında iyice düşünmeliyiz.

Müminler Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Akıllı insanın dili, kalbinin ötesindedir; akılsızın kalbi ise dilinin ötesinde.”

Yani akıllı insan, düşünce ve aklına danışmadan konuşmaz; önce söylemek istediği söz üzerinde düşünür, doğru ve uygun ise söyler ve aksi taktirde susmayı tercih eder.

İslamî öğretiler, dili eğitmenin en önemli yollarından birinin “susma” olduğunu bildirmiştir.

Yüce İslam Peygamberi (s.a.a), öğüt ve nasihat isteyen birine şöyle buyurdu:

“Hayır ve iyilik dışında dilini konuşturma.”

İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), dile, iyilikleri adet ettirmenin ve dil kökenli afetlerden korumanın yolunu şöyle beyan eder:

“(Dilini) fazla konuşmaktan ve çirkin sözlerden uzaklaştırmalısın. Çünkü çok konuşmanın yararı azdır ve getirisinin az olmasıyla birlikte zararından da korunmak olmaz.”

İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), daha sonra da dilin ehemmiyet ve değerine şöyle vurgu yapar:

“Dil, aklın şahidi ve onun nişanesidir.Akıllının kendi aklıyla süslenmesi de, dili hususundaki tavrıyla gerçekleşmiş olur.”

Dil, aklın tercümanı, ölçüsü ve kılavuzudur.

Sekizinci İmam Hz. Ali b. Musa er-Rıza’dan (a.s) rivayet edilen bir hadis (ki bu hadisin aynısı Müminler Emiri Ali’den -a.s- de rivayet edilmiştir) şöyledir:

“İnsan(ın kişiliği), dilinin altında saklıdır (konuştukça tanınır).”

Yüce İslam Peygamberi (s.a.a)  Şöyle buyurmaktadır:

“İnsan oğlu güne başladığında, bütün azaları da onunla güne başlar ve dilden isterler ki artık kifayet etsin; yani derler ki: Bizim hakkımızda Allah’tan sakın; çünkü biz, senin doğrulmanla doğruluyor ve senin eğrilmenle de eğriliyoruz.”

Allah Resulünün (s.a.a) bu buyruğu, insanın şahsiyetinde dilin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Kuşkusuz ki dili eğitmek, hayır ve iyiliğe alıştırmak, afet ve kötülüklerden uzaklaştırmak ancak ve ancak yüce Allah’ın yardım ve inayetiyle mümkün olur. İşte bundan ötürü de İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), buyruğunun sonunda buna vurgu yapmakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Güç ve kuvvet, ancak azamet sahibi yüce Allah’tandır.”

“Kulağın (senin üzerinde olan) hakkı, kalbinde hayır icat eden veya güzel huy kazandıran değerli sözden başka bir şey için onu kalbine yol kılmamandır. Çünkü kulak, sözün, kalbe giden kapısıdır; hayır ve şer içeren mana türlerini kalbe ulaştırır. Güç, ancak azamet sahibi yüce Allah’tandır.”

İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), “Hukuk Risalesi’nin” bu pasajında, Allah’ın bahşettiği büyük nimetlerden biri olan kulağın, insan üzerindeki haklarının neler olduğunu ve bu Allah vergisi nimetin nasıl ve nerede kullanılması gerektiğini beyan etmektedir.

İmamın (a.s) buyruğunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle bir mukaddime sunmalıyım.

Kur’an-ı Kerim’im öğreti ve eğitileri uyarınca insan, doğasına işlenmiş donanımlar sayesinde hem yaratanı, evreni ve kendini tanıyabilecek ve hem de bu tanımını, yakin merhalesine ulaştırabilecek bir varlıktır.

Şanı yüce Allah, meleklere, Hz. Adem’in (a.s) yaratılışından söz ederken, Hz. Adem’in (a.s) yaratılışının gizem ve sırrını, onun tanıma kabiliyetiyle ilintilendirmiştir. Kur’an-ı Kerim bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Adem’e isimlerin tümünü öğretti, sonra onları meleklere sunup: ‘Haydi, doğru iseniz onların isimlerini bana söyleyin.’ dedi.

Dediler ki: ‘Sen yücesin; senin bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen (her şeyin iç yüzünü) bilensin ve (her şeyi) yerli yerince yapansın.’

Allah dedi ki: ‘Ey Adem, bunlara onların isimlerini haber ver.’ Adem, bunlara onların isimlerini haber verince (Allah): ‘Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlemekte olduğunuz şeyleri bilirim, dememiş miydim?’ dedi.” (Bakara, 31-33)

Buna binaen, insanın, gayret ettiği sürece bütün gerçek ve hakikatleri öğrenebileceği rahatlıkla söylenebilir.

İnsanın bilgi edinme araç ve kaynaklarının neler olduğu ve nasıl bilgi edindiği konusu, çok detaylı olduğu için bunu, zaman olarak çerçevesi belli kısa makalelere sığdırmak mümkün değildir. Ancak şu kadarına değinmeliyim ki, işitme organından ibaret olan kulak, en önemli bilgi edinme gereçlerinden biridir.

Yüce Allah, Kur’an’ın birçok ayetlerinde, kulak da dahil olmak üzere bilgi edinme gereçlerine değinmiştir.

Bahsi edilen bu gerçeği, bir ayetle örneklendirmenin daha yararlı olacağı kanısındayım. Kur’an şöyle buyurmaktadır:

“Allah, sizi annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmediğiniz bir halde çıkardı. Öyle iken size,kulak, gözler ve kalpler verdi ki, şükredesiniz.”(Nahl, 78)

İnsan dünyaya geldiğinde hiçbir şey bilmemektedir ve hatta kendinden dahi gafildir. Ancak gün geçtikçe gözü görmeye ve kulağı işitmeye başlar. Bu gereçler aracılığıyla dış dünyadan algıladığı hususları, zihnine aktarır ve akıl gücüyle de bu aktarımlarını analiz etmeye koyulur.

Dikkat edilirse, Görünüş itibariyle gözün faaliyet alanı daha geniş olmasına rağmen işitme organına öncelik verilmiş ve önce kulak zikredilmiştir.

Bunun nedeni şöyle açıklanabilir: Gözün faaliyet alanı, sadece dokunmakla hissedilen şeylerdir; işitme organı kulak ise, her alanda bilgi edinme aracıdır. Çünkü insan, sözcükleri duymak yoluyla hem dokunma dairesi içindeki ve hem de başka alandaki gerçeklerle aşina olur. İşte bundan ötürüdür ki, kulak gözden daha önemli bir organ ve gereç addedilmektedir.

Bu mukaddime uyarınca, yüce Allah’ın bahşettiği bu büyük nimetin şükrü nasıl yerine getirilmelidir?

İşitme organı olan kulak nimetinin şükrü, sözlerin dinlenmesinden sonra akıl gücü ile ölçülmesi, ilahi bilgi mihengi ile karşılaştırılması ve de en güzelinin seçilmesidir.

Şanı yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Müjdele kullarımı: Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın, kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akıl sahipleridir.”(Zümer,18)

Yüce Allah bu ayette, sözleri dinledikten sonra en güzeline uyan bazı kulları müjdelemekte, ilahi hidayeti bulanlar ve aynı zamanda da akıl sahipleri olarak tanıtmaktadır.

Ayette ilahi müjdenin muhatabı olan bu insanlar, ilahi nurdan ve gaybî yardımlardan yararlanarak hem zahirî ve hem de batınî hidayetten nasip alan insanlardır.

Bu insanların düşüncesi şöyle resmedilmektedir, Kur’an-ı Kerim’de:

“Ve dediler: İşittik ve itaat ettik! Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz. Dönüşümüz sanadır!”(Bakara, 285)

İnsanın bütün azalarını yüce Allah’a itaat yolunda kullanabilmesi, ancak bu şekilde mümkün olabilir. Kulağın, insan üzerindeki hakkı da Allah’a itaat yolunda kullanılmasıdır.

Müminler Emiri Ali (a.s), takva ehlinin vasıflarını sıraladığı Hemmam hutbesinin başlarında şöyle buyurmaktadır:

“(Onlar) kendilerine faydalı olan ilme kulk kesilirler.”

Allah’a doğru ilerleyen ve olgunluğun zirvesine ulaşmak için bütün güçlerini seferber eden takvalı insanlar, faydası olmayan abes sözleri dinlemez ve kalbin yolu olan kulaklarını, bu tür beyhude ve zararlı sözlerden sakınırlar.

Bu insanlar, Müminler Emiri Ali’nin (a.s) “Dinleyen, söyleyenin ortağıdır.” veya “Gıybeti dinleyen, gıybet eden ikinin biridir.” buyruğuna bütün kalpleriyle inanmaktadırlar.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın haram kıldığı sözü dinlememek, şanı yüce Allah’ın nehyettiği ve işitmesi helal olmayan şeyden kaçınmak ve yüce Allah’ı gazaplandıran şeyi dinlememek kulağa farz kılınmıştır. Çünkü Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: (Allah) size Kitapta indirmişti ki: Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar (bu sözü bırakıp) başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Şüphesiz Allah, bütün iki yüzlüleri ve kafirleri cehennemde toplayacaktır.”(Nisa, 140)

Bu ayetin iniş sebebi hakkında Abdullah b. Abbas’tan şöyle nakledilmiştir: Bazı munafıklar, Yahudi din bilginlerinin Kur’an ayetlerini alay ettikleri toplantılara iştirak ederlerdi. Bu ayet indi ve bu davranışın kötü akıbetini bildirdi. Ayet özellikle vurgu yapmaktadır ki, bu türden toplantılara katılanlar da düzenleyenler gibidir. “…yoksa siz de onlar gibi olursunuz...”

Bu ayetten anlaşılmaktadır ki, hem günah ve haram sözleri söylemek ve hem de onları dinlemek haramdır.

Eğer kulağımızı, en önemli bilgi edinme aracı olarak veya daha doğru tabirle, kulağımızı yüce Allah’a itaat yolunda kullanmak istiyorsak, kulaklarımızı pisliklerden ve yanlışlardan sakınmalıyız. Aynı zamanda da değerli ve ülvî sözleri dinleterek hakkını eda etmeye gayret etmeliyiz; yararlı ve iyi sözleri iyice dinlemeyi alışkanlık haline getirmeliyiz.

Müminler Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Kulağını iyi dinlemeye alıştır ve kendini arındırmayı artırmayan sözleri de dinleme!”

Kulak, göz ve kalplerimizin sorguya çekileceği gerçeğini unutmamalıyız. Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi o(yaptığı)ndan sorumludur.”(İsrâ, 36)

Şimdi bir kez daha İmam Zeyn’ül Abidin’in (a.s) buyruğunu gözden geçirelim.

“Kulağın (senin üzerinde olan) hakkı, kalbinde hayır icat eden veya güzel huy kazandıran değerli sözden başka bir şey için onu kalbine yol kılmamandır. Çünkü kulak, sözün, kalbe giden kapısıdır; hayır ve şer içeren mana türlerini kalbe ulaştırır. Güç, ancak azamet sahibi yüce Allah’tandır.”

“Gözün (senin üzerinde olan) hakkı, helal olmayan şeye onu kapamandır; sağgörü kazandığın ibret yeri veya ilim elde ettiğin yer dışında, onu kullanmamandır. Zira göz ibret alma kapısıdır.”

İmam Zeyn’ül Abidin (a.s) “Hukuk Risalesi’nin” bu pasajında, beşinci hak olarak görme duyusu, gözün hakkını ve sorumluluklarını beyan etmektedir.

İmamın (a.s) buyruğunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle bir mukaddime sunmalıyım.

Daha öncede belirttiğim gibi Kur’an-ı Kerim’in öğreti ve eğitileri uyarınca insan, yaratılışına işlenmiş donanımlar sayesinde hem yaratanı, evreni ve kendini tanıyabilecek ve hem de bu tanımını, yakine dönüştürebilecek bir varlıktır.

Yüce Allah, hakikatlere ulaşabilmesi ve bilgi edinebilmesi için birçok araç ve gereçlerle donatmıştır insanı.

İnsan bu yönde gayret etmeli ve sonuç olarak da yaşadığı evrenin gerçeklerine ulaşmalıdır.

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Allah, sizi annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmediğiniz bir halde çıkardı. Öyle iken size, kulak, gözler ve kalpler verdi ki, şükredesiniz.”(Nahl, 78)

Kur’an-ı Kerim’in bu yüce öğretisi uyarınca, göz (görme duyusu) bilgi edinme, aydınlanma ve marifet kazanma vesilesidir.

Bilgi edinme, aydınlanma ve marifet kazanma ise, Allah’a ibadet ve kulluk sunmanın alt yapısını oluşturmaktadır ve hatta Allah’ı tanımak, O’na ibadet ve kulluk etmenin özüdür.

 İmam Sadık (a.s) rivayet eder ki İmam Hüseyin (a.s), ashabına şöyle buyurdu:

“Şanı yüce Allah, ancak Allah’ı tanısınlar diye kullarını yarattı. Kullar, Allah’ı tanıdıkları taktirde O’na kulluk ederler; Allah’a kulluk ettikleri taktirde ise, O’ndan başkasına kulluk etme ihtiyacında olmazlar.”

Bu mukaddime uyarınca göz, hem Allah’a ibadet ve itaat etme vesilesidir  hem de bilgi edinme ve ibret alma yönünde kullanıldığı taktirde bizzat Allah’a ibadet etmiş olur.

Basiret ve sağ görünün, Allah yolunda gayret ve çaba sarf etmenin ürünü olduğuna dikkat etmek gerekir. Kime basiret verilmişse, ona çok hayırlar verilmiştir ve kimden de alınmışsa, kuşkusuz ki helak olmuştur. Çünkü Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Kör, gözü görmeyen değildir; (gerçek) kör, basireti kör olandır.”

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapık. Ve işte gafiller onlardır!”(A’raf, 179)

Evet, bütün insanlar, Allah’a ibadet ve kulluk ışığında mutluluk ve olgunluğa ulaşmak amacıyla yaratılmıştır. Eğer insanlar bu gerçekten (Allah’a kulluk) gaflet edecek olsa ve bunun doğal sonucu olarak da kendilerini cehennemlik etseler, artık bunun karşısında yapacak bir şey yoktur.

Bu ayet-i şerife, cehennem ehlinin özelliklerini üç cümlede özetlemektedir:

“Onların ruh, düşünce ve akıl güçleri vardır, fakat onlardan yararlanmıyorlar…”

“Onların, hakikatleri görebilen gözleri vardır, fakat hakikatleri görmek için gözlerini kullanmıyor ve gerçeklerin yüzüne bakmıyorlar.”

“Duyabilen kulakları da var onların, ama gerçekleri duymaktan ve dinlemekten kaçınırlar.”

İşte onlar, bu üç özelliğe sahip oldukları için hayvan konumuna ve hatta hayvanlardan daha aşağı konuma indirgenmişlerdir. Çünkü hayvanlar, bu imkan ve yeteneklerden yoksundur.

İnsan ise bu güç, donanım ve yeteneklere sahip olduğu halde gaflet bataklığını seçmiş ve sapıklık harabesini mesken edinmiştir.

Allah vergisi olan görme nimetinin asıl işlevinde yoksun olunmaması ve aynı zamanda da bu büyük nimete karşılık olarak nankörlük yolunun seçilmemesi için İmam Zeyn’ül Abidin (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Gözün (senin üzerinde olan) hakkı, helal olmayan şeye onu kapamandır.”

Gözün asıl işlevi, olaylara bakıp ders çıkarmak ve başkalarının başına gelenlerden ibret almaktır. Bu işlevin yerine getirilebilmesi için gözü çirkinliklerden ve haramlardan arındırmak gerekir. Gözün arındırılması ise, haram olan şeylere bakmamaktan ve gözü kapatmaktan ibarettir.

Kur’an-ı Kerim, iman ehline hitap ederek şöyle buyurmaktadır:

“İnanan erkeklere söyle: Bazı bakışlarını kıssınlar... İnanan kadınlara da söyle: Bazı bakışlarını kıssınlar...”(Nur, 30-31)

Mahrem olmayan kadın veya erkeklere bakmak, kalbi fesada sürükleyen ve insanı da şeytanın karanlık tuzaklarına düşüren günahlardandır.

Yüce İslam Peygamberi şöyle buyurmuştur:

“(Mahrem olmayanlara) bakmak, şeytanın zehirli oklarındandır.”

Nice kısa süreli bakışlar vardır ki büyük bir fitnelere duçar eder insanı.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Gözler şeytanın tuzaklarıdır.”

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Ey Cündeb oğlu! Meryem oğlu İsa (a.s), ashabına şöyle buyurmuştu:...Bakmaktan sakının; çünkü o, kalbe şehvet tohumu eker. Bu ise, insanın fitne ve günaha düşmesine yeterlidir. Gözünü gözünde değil, kalbinde kılana ne mutlu!”

Kuşkusuz ki haram olan bakışlar, düşüncenin merkezi olan insan kalbini pisliğe bulaştırır ve kalbin Allah’ı anmasına engel olur. İşte bundan ötürüdür ki gözleri günaha kapatmak ve temiz tutmak gerekir.

İnsan eğitimini hedefleyen İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), gözleri, faydası olmayan şeylerde kullanmamayı emretmektedir.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurmakta:

“İbret alma gayesi taşımayan her bakış abes ve beyhudedir.”

İman ehlini tanımlayan ve özelliklerini sıralayan Kur’an-ı Kerim, müminlerin beyhude şeylerden uzak olduğunu şöyle buyurmaktadır:

“Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.”(Mü’minun, 3)

İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), gözün hakkını beyan ettiği buyruğuna şöyle devam eder:

“Sağ görü kazandığın ibret yeri veya ilim elde ettiğin yer dışında, onu kullanmamandır. Zira göz ibret alma kapısıdır.”

İmam Seccad (a.s) buyruğunun bu bölümünde, gözün sorumluluğunun ilim öğrenmek, bilgi edinmek, ibret almak ve öğüt çıkarmak olduğunu buyurmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in bu alandaki ayetleri, hakikatleri tanımak ve kavramak için bilgi edinmek gerektiğine vurgu yapmaktadır. Kur’an şöyle buyurur:

“De ki: Göklerde ve yerde olanlara (Allah’ın ayetlerine ve tevhid nişanelerine) bakın!” (Yunus, 101)

Göklerde ve yerde olan nişanelere doğru ve düşünerek bakmak, evrene hüküm süren düzenin baş döndürücü ve gizemli olduğunu ve ayrıca da yaratanın yücelik, kudret, ilim ve hikmetini kanıtlar.

Bir ayet-i şerife şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Yeryüzünde gezin, bakın yaratmağa nasıl başladı, sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah, her şeye güç yetirendir.”(Ankebut, 20)

Bu iki ayet, yaratılışın nasıl başladığını, sonunun ne olacağını, yaratıcının kim olduğunu anlamamız için yeryüzünde gezinmemizi emretmektedir. Bu gezinti, tevhit dersleri ve yaratıcının varlığını kanıtlayan deliller içermektedir.

İkinci ayette altı çizilerek belirtilen bir diğer husus ise, ölüm sonrası hayatın varlığıdır. Farklı varlıkları, değişik ırk ve kavimleri yaratan Allah, ahiret alemini yaratmaya da kadir ve güç yetirendir. Çünkü yüce Allah, ilk yaratışıyla gücünü kanıtlamıştır ve O, mutlak Kâdirdir.

Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet vardır ki yeryüzünde ve tarihte gezinerek olaylardan ders çıkarmaya ve ibret almaya çağırmaktadır insanları. Bu ayetlerden biri şöyledir:

“Sizden önce de yasalar uygulanmıştır. Yeryüzünde dolaşın da (peygamberleri) yalanlayıcıların sonunun nasıl olduğunu görün.” (Âl-i İmran, 137)

Kur’an-ı Kerim geçmişi bugünle ve bugünü de önceki milletlerin tarihiyle ilintilendirmekte ve gerçekleri algılama açısından bugünkü nesil ile geçmiş nesiller arasındaki düşünsel ve kültürel ilintilendirilişi gerekli ve kaçınılmaz kabul etmektedir. Çünkü bu iki zaman dilimi (geçmiş ve bugün) arasındaki irtibat ve bağlılık, gelecek nesillerin sorumluluk ve yükümlülüğü aydınlatır.

Yukarıdaki ayet şöyle buyurmaktadır: “Sizden önce de yasalar uygulanmıştır. Yeryüzünde dolaşın...”

Yüce Allah, geçmiş kavimler üzerinde belli bir takım yasalar uygulamıştır ve bu yasalar, hem geçmiş ve hem de gelecek nesiller için geçerli olan hayatî yasalar dizisi olarak uygulanmıştır.

Önceki kavimler üzerinde uygulanan yasalarda hem muvahhit, imanlı, Allah yolunda faaliyet eden ve uyanık insanların gelişim ve yücelişleri ve hem de bölük pörçük olmuş, imandan yoksun ve günaha bulaşmış insanların yenilgi ve hezimete uğrayışları vurgulanmıştır ki bunlar, insanlık tarihinde kayda geçmiştir.

Tarih her kavim ve millet için hayatî önem taşımaktadır. Tarih, geçmiş kavim ve milletlerin ahlakî özelliklerini, iyi ve kötü davranışlarını ve düşünce tarzlarını yansıtmaktadır; farklı zaman dilimlerinde yaşamış olan değişik toplumların saadet ve izmihlal nedenlerini, başarı ve başarısızlıklarını göstermektedir.

Özetlemek gerekirse geçmiş kavimlerin tarihi, insan toplumlarının ruhsal ve manevî yaşamlarının aynasıdır ve aynı zamanda da sonraki nesiller için bir uyarıcı ve öğüt vericidir.

Editör: Hasan Bedel