Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ وَقَالَ الْمَسِيحُ يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اعْبُدُوا اللَّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ إِنَّهُ مَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللَّهُ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ وَمَأْوَاهُ النَّارُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنْصَارٍ
“Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler, gerçekten kâfir oldular. Hâlbuki Mesih, “Ey İsrailoğulları!” demişti, “Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Kim Allah’a ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır, onun barınağı ateştir ve zalimler için hiçbir yardımcı da yoktur.”[1]
“Meryem oğlu Mesih, sadece bir peygamberdi; ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Annesi de dosdoğru bir kadındı. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, nasıl ayetleri onlara açıklıyoruz; sonra bak, nasıl (haktan) uzaklaştırılıyorlar.”[2]
“De ki: Allah dışında size bir yarar sağlamaya ve bir zarar dokundurmaya malik olmayan şeylere mi ibadet ediyorsunuz?! Hâlbuki Allah işitendir ve bilendir.”[3]
“De ki: “Ey kitap ehli! Haksız yere dininizde aşırı gitmeyin. Önceden sapmış olan, birçoklarını da saptıran ve doğru yoldan çıkmış olan bir topluluğun isteklerine uymayın.”[4]
“Emre karşı geldikleri ve hakkı çiğnedikleri için İsrailoğulları’ndan küfre sapanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir.”[5]
Ayetlerden istifade edildiğine göre İsrailoğullarından birçoğunun küfre düşmesinin sebebi, Meryem oğlu Mesih’in Allah olduğuna inanmalarıdır. Bu inanç, kıyamet günü onlara cennetin haram ve barınaklarının cehennem ateşi olmasına yol açmıştır. Onlar bu batıl inançları yüzünden zalim olmuşlardır. İleride yardıma ihtiyaç duyacakları günde de onlara yardım edecek kimse bulunmayacaktır.
Daha sonra zikredilen ayette; Mesih’in de diğer peygamberler gibi bir elçi olduğu, annesinin Sıddıka Meryem olduğu, her ikisinin de yemek yediği, yemek yemenin muhtaçlığa delil olduğu, muhtaçlığın ise ilahlık ve rablikle uyuşmadığı, aksine ilahlığın mutlak zenginlik, bağımsızlık ve bir şeye ihtiyaç duymamayı gerektirdiği; oysaki Mesih ve annesinin kulluğun gereksinimi olan ihtiyaçla kuşatılmış oldukları ve bu yüzden de başkaları için birer rab olmadıkları ve insanlar için ilah olamayacakları ifade edilmiştir.
Bir sonraki ayette yaratılmışlara ait özelliklerden ve onların gerekliliğinden bir diğerine işaret etmiştir. 76. ayette onların başkalarına zarar ve yarar verme gücüne sahip olmadıklarına inkâr manasındaki istifhamla şöyle dikkat çekilmiştir:
“Allah dışında size bir yarar sağlamaya ve bir zarar dokundurmaya malik olmayan şeylere mi ibadet ediyorsunuz?!”
Burada yarar sağlamaya malik olmaktan maksat müstakil olarak insanlardan zararı defedebilme gücüdür. Aynı şekilde yarara malik olmaktan maksat müstakil olarak insanlara yarar ulaştırma gücüdür. Ayetten nasıl bu mana çıkarılabilir? diye sorulacak olursa şu cevabı verebiliriz: Malikiyetin manası budur. Çünkü başkasından ödünç alınarak birine iletilen şey hakkında malikiyet tabiri kullanılmaz. Ayrıca şunu net olarak söyleyebiliriz: Bu manada (müstakil olarak) hiçbir insan başkasına yarar ve zarar vermeye malik değildir. Oysaki biz sürekli insanların birbirlerine yardım ettiklerini, birbirlerinden birtakım zararları savdıklarını ve birbirlerine yararlar ulaştırdıklarını görmekteyiz. Dolayısıyla malikiyetten kastedilen şey bu işleri müstakil olarak yapabilme gücüdür. Ayette nefyedilen de müstakil güçtür. İnsanlar arasında sabit olan birbirlerine yönelik zarar ve yarar mecazi anlamdadır; çünkü onlar Yüce Allah’tan aldıkları güç ile bunu yapmaktadırlar. Dolayısıyla burada iki konu arasında çelişki yoktur. Zira konunun farklı olması durumunda inkârla ispat birbiriyle çakışmaz. Aynı şekilde Rabbimiz bu ayette insanların Allah’tan başka hiçbir şeye, hiçbir şahsa, hatta Mesih ve annesine ibadet etmesine müsamaha göstermemiştir, böyle bir ibadeti reddetmiştir.
Daha sonra Rabbimiz aynı surenin 77. ayetinde dinde gulüv etmeyi yasaklamış, gulüvvu batıl addetmiş ve onu doğru yoldan sapmış olan bir grubun nefsani arzularına uymak saymıştır. Bu ayetlerden anlaşılan şudur: Nehyedilmiş olan gulüv; Meryem oğlu Mesih’i Allah olduğuna inanmak, Allah’ı bırakıp ona ve annesine ibadet etmektir. Bu da doğru yoldan çıkıştır, küfürdür, lanetlenmelerine ve Allah’ın rahmetinden uzaklaşmalarına, cehennem ateşine girmelerine ve cennetin kendilerine haram kılınmasına sebeptir.
Allah’ın evliya kullarından birinde görülecek mucize ve kerametlere gelince; gulüvvu yasaklayan ayetleri zikrettikten sonra bunları sunacağız ve bunları kabul etmenin gulüv olmadığını göreceğiz. Nitekim Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de gulüvvu yasaklarken Meryem oğlu İsa ve onun dışındaki diğer peygamberler ve evliya hakkında birçok büyük mucizeleri ispat etmiştir. Burada ispat edilen şey inkâr edilen şeyden farklı olduğu için bir çelişki söz konusu değildir. İleride evliyadan biri için keramet ve mucizeler ispat etmenin onun hakkında gulüv manasına gelmediğini de arz edeceğiz.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Ey kitap ehli! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında hak ötesinde bir şey demeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın peygamberi, Meryem’e salıverdiği bir kelimesi ve O’nun tarafından (gönderilen) bir ruhtur. O hâlde Allah’a ve peygamberlerine iman edin ve “(Allah) üç tanedir.” demeyin. Vazgeçin. Bu sizin için daha iyidir. Allah, sadece tek bir ilahtır; çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa O’nundur. Vekil (yönetici) olarak Allah (insana) yeter. Ne Mesih ve ne de mukarreb melekler, Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler. Kim Allah’a ibadet etmekten kaçınır ve büyüklük taslarsa, Allah onların tümünü kendi huzurunda bir araya toplayacaktır.”[6]
Bu iki ayet Yüce Allah’ın gulüvvu haram kıldığı ve onun ölçüsünü beyan ettiği en öne çıkan sözüdür. Zira birinci ayette Yüce Allah kitap ehlini gulüvden ve Meryem oğlu İsa hakkında batın inançtan men etmiştir; onun Allah’ın elçisi ve kelimesi olduğunu buyurmuştur. Onun bir ilah olmadığı halde Allah’ın elçisi, kelimesi ve ruhu olduğunun altını çizmiştir. Şu halde Allah’ın ilahımız, rabbimiz ve sahibimiz olduğuna inanmak vacip olduğu gibi onun elçilerine de Allah’ın kulları, O’na doğru hidayet eden ve yol gösteren rehberler olarak inanmamız vaciptir. Allah üç değildir ve üç tanenin üçüncüsü değildir, aksine O tek ilahtır, evlat sahibi olmak gibi yaratılmışlara ait bir özellikle nitelendirilmekten münezzehtir. Bilakis göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O her şeyin Rabbi, vekili ve ihtiyar sahibidir.
Sonraki ayette ise Mesih’in Allah’a kulluktan asla çekinmediği, aksine Allah’a halis bir kul olduğu ifade edilmiştir. Aynı zamanda meleklerin hepsinin Allah’ın kulları olduğu belirtilmiştir; onlar Allah’a kulluk konusunda asla büyüklük taslamazlar ve onların hepsi Allah’ın huzurunda bir araya toplanacaklardır.
İki ayetten elde edilen sonuç şudur: Dinde gulüv etmek haramdır. Gulüv ise – ister insan olsun ister mukarreb melek olsun – Allah’ın kullarından birinin ilah ve rab olduğuna inanmaktır. Mesih ve melekler Allah’ın kullarıdır, birer rab ve ilah değildirler.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın kitap, hikmet ve peygamberlik verdiği hiçbir insan, “Allah’ı bırakıp bana ibadet edin” deme hakkına sahip değildir. Ama (o şöyle der): “Kitabı öğrettiğiniz ve okuduğunuza göre Rabbanî kişiler (Allah’ı tanıyan ve O’na yönelen din âlimleri) olun.”
“O, melekleri ve peygamberleri rab edinmenizi emretmez. Allah’ın emirlerine boyun eğmenizden (ve hakka teslim olmanızdan) sonra size kâfir olmayı mı emredecek?!”[7]
Burada Yüce Allah, Hristiyanlık’ta bulunan bazı batıl inançlara işaret ettikten sonra onları reddetmiştir. Bu batıl inançlardan biri, Mesihilerin Meryem oğlu İsa’ya isnat ettikleri ilahlık vasfıdır ki tamamen kendi kuruntuları ve uydurmalarıdır. Mesih asla bu iddiada bulunmamıştır. Aynı şekilde Mesih’e isnat edilen şeyi peygamberlerin hiçbiri iddia etmemiştir. Zira Yüce Allah’ın insanları Allah’a çağırmakla gönderdiği bir elçinin insanları Allah’a değil de kendisine kulluk etmeye çağırması mümkün müdür?! Aksine böyle bir elçi insanlara Rabbanîler olmalarını emreder. “Rabbanî” “Rabbe mensup olan” manasına gelir; yani ilim ve amelle halis olarak kendisini Rabbine adamış kâmil insan demektir.[8]
Rabbanî “Rab” konusunda ilmi açıdan mümkün olabilecek en doruk noktaya ulaşmış, amelinde de zamanının çoğunu O’nun için harcayan, ömrünü O’nun rızasını elde etmek, mukarreblerin mertebesine nail olmak için geçiren kimsedir. Bu da muhlisler veya muhleslerin mertebesidir.
Ayrıca peygamberlerden hiçbirinin insanlara, melekler ve peygamberleri “rab” edinmeleri yönünde bir emir vermesinin mümkün olmadığını şu sözüyle altını çizmiştir: “Allah’ın emirlerine boyun eğmenizden (ve hakka teslim olmanızdan) sonra size kâfir olmayı mı emredecek?!” Yani böyle bir şeyin imkânsız olduğunda hiç kuşku yoktur.
Ayetlerden hâsıl olan sonuç şudur: Dinde yasaklanmış olan gulüv, peygamberlerden, evliyadan ve meleklerden birini rab ve ilah edinip ona ibadette bulunmak; onlardan herhangi birini mukadderatın, kendilerine yarar ve zararın maliki olduğunu düşünmektir. Bu küfürdür ve peygamberler böyle bir şeyden şiddetle beraat etmiş, uzak durmuştur. Dolayısıyla bir müminin, nefsani arzu ve şeytani hedefleri olanların uydurduğu bu tür batıl itikatlara inanarak dininde gulüv etmesi doğru değildir.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Hani Allah şöyle dedi: “Ey Meryem Oğlu İsa! Sen mi insanlara, “Allah yerine beni ve annemi iki ilah edinin” dedin? O, “Seni her eksiklikten uzak bilirim, hakkım olmayan bir şeyi demek bana yaraşmaz. Eğer söylediysem, kuşkusuz sen onu bilirsin. İçimde olan her şeyi sen bilirsin; ama ben senin içinde (zatında) olanı bilmem. Gerçekten sen gaipleri (gizlileri) çok iyi bilensin.”
“Onlara ancak bana emrettiğin şeyi söyledim; ‘Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin’ dedim. Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit (gözetici) idim. Beni (aralarından) aldığında kendin onları kollayıcı oldun ve sen her şeye şahitsin.”[9]
Bu iki ayetin ışığında şunu anlıyoruz: Mesihiyet iddiasında bulunanlardan bazılarının, Mesih ve annesini iki ilah edinmiş olmaları yasaklanmıştır. Yüce Allah ileride Mesih’e şöyle soracak: “Sen mi insanlara, “Allah yerine beni ve annemi iki ilah edinin” dedin?” Mesih de ancak Rabbinin ona buyurduğu şeyi emrettiğini; yani Mesih’in ve tüm insanların Rabbi olan Allah’a kulluğu emrettiğini, dolayısıyla kendisine ibadet edilmesine yönelik bir çağrıda bulunmadığını söyleyecek. Yüce Allah Mesih hakkında tüm bunları bilmektedir. Onun için buradaki soru istifham ve istilam manasında değildir. Zira Yüce Allah her şeyin hakikatini bildiği gibi Mesih’in de insanlara böyle bir şeyi emretmediğini bilmektedir. Buradaki soru insanlara yönelik bir nevi kınamadır. Yüce Allah bu soruyla onlara şunu söylemek istiyor: Sizler nasıl olur da Mesih’i rab edinirsiniz?! Oysaki Mesih size böyle bir emir vermemiştir. Dolayısıyla Hıristiyanlıktaki gulüv, Mesih’i rab ve ilah edinmek, ona ibadet etmek, onun Allah’ın oğlu olduğuna inanmak ve onu üç ilahtan biri saymaktır ki bunlar, dünya genelindeki Hristiyanların iddiasıdır.
Kur’an ayetlerinden anlaşılan şudur: Peygamberler, evliyalar ve meleklerden birinin ilahlığına inanmak dinde gulüvdur (aşırıya gitmektir), küfre ve şirke düşmektir. Bu aynı zamanda evliyaların haddinin beyanında konulmuş sınırların biridir. Yani Vahid’ul-Kahhar olan Allah’ı bırakıp onlardan birini rab ve ilah edinmek, müstakil olarak yarar ve zarar ulaştırmaya kâdir görmek caiz değildir. (Müstakil olarak zarar veya yarar ulaştırmaya kâdir olmadıkları manasını “malikiyet” kavramından anlıyoruz. Yoksa insanların ve hatta hayvanların birbirlerine zarar ve yarar ulaştırdıkları hepimizin kabulü olan bir gerçektir. Ancak malikiyet mutlak manada zarar ve yarar ulaştırmak anlamına gelmez; zira bu herkes için söz konusudur. Bilakis malikiyet birinin Allah’ın izni ve gücü olmaksızın, başka bir ifadeyle Allah’tan bağımsız olarak yarar ve zarar menşei olmasıdır ki böyle bir şey mümkün değildir.)
Buraya kadar arz ettiklerimiz gulüvvun yukarı yöndeki sınırıdır.
Gulüvvun bir de aşağı yönde sınırı vardır. Onu da tayin etmek için araştırma yapmak gerekir. Kur’an’ın açık ayetlerinden şunu anladık ki Allah’ın yarattıklarından birinin rab ve ilah olduğunu iddia etmek gulüvdur ve haddi aşmaktır, küfre düşmektir, tartışmasız olarak haramdır. Allah’tan başkasına ibadet etmek caiz değildir. Meselenin bu yönünde neredeyse hiç tartışma yoktur. Ancak geriye bir şey kalıyor, o da şudur: Kullar için caiz olan sınır nedir? Evliya, enbiya, imamlar ve meleklerin hangi özelliklerle nitelenmesi caizdir? Acaba onların birinden mucizeler, kerametler ve olağanüstü işler görülmesi mümkün müdür? Yoksa olağanüstü denilen herhangi bir işin onlara isnat edilmesi caiz değil midir? Bu tür işlerin sadece hiçbir ortağı bulunmayan ve tek olan Allah’tan mı sâdır olması gerekir? Dolayısıyla burada peygamberlerin mucizelerinden bazıları istisna edilebilir; zira insanların onların sözlerine güvenmesi, çağrılarına uyması ve hidayet görevinin tahakkuku için buna ihtiyaç olmuştur. Geri kalan olağanüstü işlerin evliyalara ve imamlara isnat edilmesi de gulüv olup onların rab ve ilah olduğuna inanmanın farklı bir türü müdür? Yoksa evliyalar ve imamların hastalara şifa vermesi, kalpleri hidayet etmesi, tayyü’l-arz yapması, müşkülleri halletmesi ve ölüleri diriltmesine inanmak; neticede onlardan bunları istemek ve onları Allah’a doğru vesile kılmak da onlara ibadet etmek midir? Yoksa bu işler sadece Allah’ın katında mıdır ve O’ndan başka hiç kimseden bu tür işler sâdır olmaz mı?
Dolayısıyla Allah’ın kullarından birine bunları isnat etmek caiz değil midir? Buna dayalı olarak birinin “Ya Ali, Ya Hüseyin, Ya Resulallah veya Ya Bakiyyetellah, şöyle böyle yap” diye istekte bulunması gulüv mudur, şirk midir ve onları birer ilah ve rab edinme midir? Dolayısıyla bu tarz istekler Allah’ı bırakıp onlara ibadet etmek olduğu için yasak mıdır? Haram mıdır? Küfür müdür? Zındıklık mıdır?
Burada vereceğimiz ilk cevap Kur’an’dan olacaktır: Zira o, Yüce Rabbimizin kelamıdır. Şimdi sunacağımız ayetler konuyu açıklamaya kifayet edecektir.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Onu İsrailoğulları’na bir elçi olarak gönderir ve o (İsrailoğulları’na) şöyle der: “Ben, Rabbiniz tarafından size açık bir işaret ile geldim. Ben çamurdan kuş sureti yapıyor, sonra ona üflüyorum ve o Allah’ın izniyle kuş oluyor. Allah’ın izniyle anneden doğma körleri ve alacalıları iyileştiriyorum, ölüleri diriltiyorum. Evlerinizde ne yediğinizi ve ne biriktirdiğinizi size bildiriyorum. İman etmişseniz, bunda (benim peygamberliğim hususunda) sizin için bir işaret vardır.”[10]
“Kuşkusuz, Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na ibadet edin. İşte budur doğru yol.”
İsa onlarda inkârcılığı hissedince şöyle dedi: “Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?” Havariler, “Biz Allah’ın (dininin) yardımcılarıyız; Allah’a iman ettik; sen de bizim (O’na) boyun eğdiğimize (Müslüman olduğumuza) tanıklık et.” dediler.[11]
Yüce Allah Kur’an’ın bir diğer yerinde şöyle buyurmuştur:
“Hani Allah şöyle dedi: Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi an. Hani Ruhu’l-Kudüs ile seni destekledim de beşikte ve yetişkinlik çağında insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Hani çamurdan iznimle kuş şeklinde bir şey yapıyor ve ona üflüyordun, o da benim iznimle kuş oluyordu; anadan doğma körü ve alacalıyı iznimle iyileştiriyordun; ölüleri iznimle (diriltip kabirden) çıkarıyordun. Hani İsrailoğulları’na apaçık deliller getirdiğinde onların sana zarar dokundurmalarını önledim. Onlardan küfre sapanlar, “Bu apaçık bir sihirdir” demişlerdi.”[12]
Kur’an’da Süleyman’ın yardımcısı ve vezirlerinden biri olan Asif b. Berhiya’nın bir göz açıp kapama süresi içinde Sebe melikesinin tahtını getirebileceği konusundaki sözünü görmekteyiz. İlgili ayetlerde şöyle geçer:
“(Süleyman,) “Ey ileri gelenler! Onlar teslim olarak gelmeden önce, hanginiz o kadının tahtını bana getirebilir?” dedi.
Cinlerden bir ifrit şöyle dedi: “Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Ben bu işte güçlü ve güvenilir biriyim.”
Kitaptan bir ilmi olan kimse, “Gözünü açıp kapamadan ben o tahtı sana getiririm.” dedi. (Süleyman,) tahtı yanında yerleşmiş olarak görünce, “Bu, Rabbimin bir lütfudur; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Kim şükrederse, gerçekten kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, kuşkusuz Rabbimin kimseye ihtiyacı yoktur ve kerimdir.” dedi.”[13]
Kur’an’da Allah’ın izniyle rüzgârın Hz. Süleyman için ram olduğuna işaret edilmiştir. Öyle ki sabah vakti rüzgârla bir aylık yol gidebiliyor ve akşam rüzgârının esmesiyle de bir aylık yolu dönüyordu. Yani o, ordusuyla birlikte bir serginin üzerine oturuyor ve bir yolcunun piyade olarak iki ayda yapacağı yolculuğu rüzgârın etkisiyle bir günde yapıyordu. Kuşlar ve cinler onun hizmetindeydi ve ona türlü türlü hizmetler yapıyorlardı. O, kuşların dilini biliyordu ve onlarla konuşuyordu.
Kur’an’da Hz. Musa’nın eliyle gerçekleşen bazı mucizelere değinilmiştir. Asayı hızla hareket eden bir yılana dönüştürmesi, asayı taşa vurmasıyla birlikte taşın bağrından on iki pınarın fışkırması ve her topluluğun kendi su içeceği yeri bilmesi, asayı denize vurmasıyla birlikte denizin ortasında İsrailoğulları’nın geçebileceği kuru yolların ortaya çıkması ve onları takip eden Firavun hanedanının boğulması bunlardan bazılarıdır. Peygamberlerin eliyle tahakkuk eden mucizelerden bazıları da şunlardır: Hz. Yunus’un balığın karnında yaşaması ve oradan kurtuluşu, taşların arasındaki bir dağın bağrından Salih için bir deve çıkarmak, Hz. Yakub’un gözlerinin Hz. Yusuf’un gömleğine değmesi ile şifa bulması, Peygamberimizin (s.a.a) bir işareti ile ayın iki bölünmesi ve güneşin onun için geriye dönmesi, Peygamberimizin (s.a.a) Bedir gününde düşmana taraf attığı çakılların Müslümanların zaferini sağlaması ki Yüce Allah ayette bu atışı kendisine isnat ederek şöyle buyurmuştur:
و ما رمیت اذ رمیت ولکن الله رمی
“Attığın zaman sen atmadın, gerçekte Allah attı.”[14]
Nitekim Resulullah’a itaati kendisine itaat olarak saymış, şöyle buyurmuştur:
من یطع الرسول فقد اطاع الله
“Kim Peygamber'e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”[15]
Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere birinden sadır olan fiil, büyük veya küçük olması yönüyle ölçülüp değerlendirilmez; “büyük fiiller Allah’a has ve küçük fiiller ise kullara özgüdür” denilemez. Aksine büyüğü ve küçüğü ile tüm fiiller eğer Allah’ın izniyle kullardan birinden sadır olursa Allah’a isnat edilir; zira gerçekte bu fiil Allah’ın fiilidir. Aynı zamanda kula isnat edilir; zira Allah’ın izniyle onun elinden sadır olmuştur. Dolayısıyla burada merkezde olan şey fiilin türü değildir; bilakis merkezde olan şey tevhit ve şirk gerçeğidir. Eğer failin müstakil olduğuna; Allah’ın izni olmaksızın bir iş yaptığına inanırsa – yapılan iş gerçekten çok basit olsa da – bu düpedüz küfürdür, şirktir. Fakat eğer şuna inanılırsa ki: Allah, kullarından birine – Meryem oğlu İsa gibi – ölüleri diriltme, hastalara şifa verme, kuş yaratma ve gaybı bilme gibi konularda izin vermiş, Peygamberimizi miraç olayı ile üstün kılmış, çakıl onun elinde Allah’ı tespih etmiş, Allah’ın izniyle Hz. Ali b. Ebutalib, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve diğer imamların eliyle birçok keramet gerçekleşmiş… Bunların olanaksız olduğu düşünülmemeli, bu kerametlere inanmak onlar hakkında gulüv sayılmamalıdır. Hatta yaratmak, rızık vermek, öldürmek, diriltmek, tayyü’l-arz ve’s-sema, yağmur indirmek gibi önemli işler dahi eğer Allah’ın izniyle O’nun kullarından biri tarafından gerçekleştirilirse bunları birinin yapıp diğerinin yapamadığı işler olarak görmeyiz. Aksine bunları, ilmi ve kudreti her şeyi kuşatmış olan Yüce Allah’ın kullarından dilediğine verdiği birer fazilet olarak değerlendiririz.
Evet, geriye bir şey kalıyor, o da şudur: Eğer birisi çıkıp derse ki: Tüm bunlar Allah’ın izniyle mümkündür. Lakin birisinin çıkıp da yalan yere bu tür işleri kendisi veya başka birisi hakkında iddia etmesi de mümkündür ki bu durumda gulüv etmiş olur. Biz de diyoruz ki: Evet, iddida yalan mümkündür. Fakat yalan ile gulüv birbirinden farklı iki şeydir. Eğer biri çıkıp da falan şahıs bu mertebelere sahiptir diye bir iddiada bulunursa ve iddiasında sadık değilse ona yalancı denilir, gali/gulüv eden denilmez. Her konunun kendi hükmü vardır. Gulüv eden kimse yalancıdır ama her yalancı gulüvcu değildir. Zikri geçen bu mertebe ve makamlar eğer Allah’ın izni koşuluyla biri hakkında kabul edilirse asla gulüv olmaz. Çünkü gulüv, Allah’ın kullarından birine ilahlık ve rablik isnadında bulunmak, tek olan Allah’ı bırakıp ona ibadet etmektir. Şunu da ifade etmemiz gerekir ki her türlü saygı ve tazim ibadet değildir. Hatta İslam dininde Allah’tan başkasına yapılması haram sayılan secde dahi eğer Allah’tan başkasının karşısında ona saygı ve tazim için yapılırsa ibadet değildir. Ancak secde eden, secde edilenin ilah ve rab olduğuna inanarak bunu yaparsa o başkadır. Nasıl ki Allah’a inanmadığı halde O’na secde ve rükû eden kimseyi Allah’a ibadet ediyor saymayız; çünkü onun inanç ve niyetinin olmaması sebebiyle yaptığı işin şekli her ne kadar namaza ve ibadete benzese de batıldır.
Kur’an ayetleri üzerinde yapılan açıklamaların tümünden özet olarak şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Ayetlerde Allah’ın kullarından birine atfedilen makamlar gulüv değildir. Çünkü Yüce Allah’ın bir taraftan Yahudiler ve Hıristiyanlara; dinlerinde gulüv etmelerini yasaklarken; bunun küfür, zulüm ve batıl bir inanç olduğunu, cennetten mahrumiyet ve cehenneme giriş sebebi olduğunu beyan ederken diğer taraftan Meryem oğlu İsa için birtakım makamlardan, keramet ve mucizelerden söz ettiğini görüyoruz. Onun yaratma, öldürme, hastalara şifa verme ve gizli bilgilerden haber verme gibi özelliklerin açıklıyor. Demek ki yasaklanan şeyle ispatlanan şey birbirinden farklıdır. Dolayısıyla Allah’ın kullarında biri hakkında bu tür makam ve mucizelere inanmak gulüv değil, aksine Allah’ın fazlını, rahmetini, iznini ve onu Ruh’ul-Kudus’la desteklediğine itiraftır. Yüce Allah’ın bu fazl ve inayetini diğer kulları hakkında da – Meryem oğlu İsa’daki özellikleri onda görmesi halinde – tekrarlamasına bir engel var mıdır?
Nitekim biz Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a), ondan sonra gelen Ehlibeyt imamları (a.s) ve âlemdeki kadınların hanımefendisi olan Hz. Fatıma Zehra (s.a) hakkında daha önce geçmiş olan Allah dostları ve peygamberler hakkında söylenmiş olanları söylemekteyiz. Onların da Ruh’ul-Kudus’la desteklenmiş olduklarını, Allah’ın verdiği kerametlerle yüceltilmiş olduklarını ve Allah’ın izniyle diğerlerinin yapmaktan aciz kaldığı işleri yapabildiklerini söylüyoruz. Ancak onlarla aynı potada yürüyenler bu tür işler yapabilir. Şunu da unutmamak gerekir ki insan Allah’a doğru yolculuğunda öyle bir makama ulaşabilir ki onun işi Allah’ın fiili sayılır; Allah’ın gözüyle nazar eder, Allah’ın kulağıyla işitir, Allah’ın eliyle tutar. Nitekim bu konuya Şia ve Ehlisünnet’in sıhhatinde ittifak ettiği Kurb’un-Nevafil Hadisi olarak bilinen rivayet de delalet etmektedir. Böyle bir makamda kulun fiili Allah’a ve Allah’ın fiili kula isnat edilebilir. Bununla birlikte ne ona Allah denilir ne de Allah odur denilir. Burada hululden (reenkarnasyon) söz edilmez. Aksine irfan ve süluk ehlinin dediği gibi vusulden ve ittisalden, yakınlıktan, fena fillahtan (Allah’ta fani olmaktan) ve beka billahtan (Allah ile baki olmaktan) söz edilir.
Dolayısıyla Allah’ın kullarından birinde bazı Rabbanî isim ve sıfatların tezahür etmesi muhal ve uzak bir olasılık değildir. Bilakis bu insan kemalinin nihai noktası ve ilahî dinlerin en ulvi amacıdır. Evet, dünya ile meşgul olup gaflete dalmak insanı bu büyük makama nail olmaktan engellese de biz Allah’tan fazlı, inayeti ve rahmeti ile hakkımızda hak ettiğimizle değil, kendisine yakışan şekilde bize muamelede bulunmasını niyaz ediyoruz. Âmin ya Rabbel-Âlemin.