.

.

Ehlader Araştırma Bölümü

Soru 1: Yaratıklar arasında özellikle de insan âleminde görülen farklılıklar ve ayrımlar Allah'ın adaletiyle nasıl bağdaşır? Neden Allah bir insanı beyaz diğerini siyah, birini güzel diğerini çirkin, birini zengin diğerini fakir, birini zeki diğerini geri zekâlı olarak yaratmıştır? Hatta neden Allah bir varlığı akıl ve ilim sahibi olan insan, diğerini hayvan, ötekini bitki ve öbürünü cansız bir varlık kılmıştır? Niçin bütün varlıkları aynı şekilde yaratmamış? Niçin bütün insanlara aynı güzellik ve aklı vermemiştir?

Soru 2: Neden varlıklar var olduktan sonra yok oluyorlar? Niçin ölüm vardır? Niçin insan hayata gelip hayatın tadını aldıktan ve ebedilik arzusuna kapıldıktan sonra henüz hayatının tadını çıkarmadan alıp götürülüyor? Bunu nasıl Allah'ın adaletiyle bağdaştırıyorsunuz? 

Varlık âleminde müşahede edilen yukarıda işaret ettiğimiz şerlerin, belaların ve olumsuzlukların varlığı bazılarını, alemin icadında ilim, hikmet ve kudret sahibi olan bir mebdein varlığında şüpheye düşürüp inkara iterken, bazılarını da, şerlerle hayırların arasında bulunan zati ihtilaf ve farklılık yüzünden, onların hikmet ve ilim sahibi bir mebde'den neşet bulamayacağına ve dolayısıyla şerler için bir mebde' ve hayırlar için de ayrı bir mebde' olduğuna inanmaya götürmüş ve böylece seneviye (çok tanrılı) akidesini doğurmuştur. 

İslam bilginleri, bu ve benzeri itirazları geniş olarak ele almış, hepsine cevap verilmişlerdir. Ancak, bu gibi itirazlara verilen cevaplar, özet ve tafsilatlı olmak üzere iki kısma ayrılır. Biz ilk olarak özet olarak verilen cevaba işaret edip, sonra geniş olarak her şüpheye cevap vereceğiz. 

Özet cevap; genellikle din ışığında sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcının varlığına inanan iman ehlinin, bu gibi şüpheler karşısında izlediği yoldur. Onlar, bu gibi şüphelerin tamamına verdikleri bir cevapla kendi vicdanlarını rahatlatmışlardır. 

Şöyle ki, kesin delillerle evrenin ilim, hikmet ve kudret sahibi bir mebdeden neşet bulduğu ispatlandıktan sonra, sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olan bir yaratıcının yaratıklarına zulüm ettiğini düşünmek anlamsız olur. Zira böyle bir yaratıcının kimse ile bir düşmanlığı yoktur ki, birilerine zulmetmeye kalkışsın veya bütün kemallere sahip olan bir yaratıcıda ihtiyaç, kıskançlık ve bilgisizlik gibi eksik sıfatlar söz konusu olamaz ki, O'nun birilerine zulmettiği hayal edilsin. 

Kısacası; zulüm denilen şeyin menşei, ya cahillik, ya güçsüzlük ya da ihtiyaçtır. Sonsuz kemal sahibi yaratıcıda böyle şeylerin olmasına bir yer yoktur. O halde O'nun kimseye zulmettiği düşünülemez. O, sonsuz ilim, güç, hikmet sahibidir. En mükemmel düzeni, O herkesten daha iyi bilir ve icat etmeye de kadirdir. O halde O'nun yarattığı en mükemmel düzendir. Dolayısıyla şerler olarak nitelenen şeyler, eğer ekmel düzene aykırı olsaydı, elbette ki Allah onları yaratmazdı. Demek ki, bizlerin şerler, olumsuzluklar ve zararlar olarak nitelediğimiz şeyler aslında böyle değildir. Gerçi, biz bu sınırlı ilmimizle onların hikmet ve felsefesini bilmesek dahi, onlar gerçekte bir hikmet üzere yaratılmıştır ve ekmel düzenin gereğidir. 

Bu düşünceye göre; gerçi, bizler bir takım şeylerin hikmet ve felsefesini bilmesek dahi, bizlerin bilmemesi, onun hikmetten yoksun olduğu anlamına gelmez. Zira onu yaratan hikmet ve ilim sahibidir. Mutlaka o şey belli bir hikmet gereğidir ki, yaratılmıştır. 

Eğer faraza bizler cihandaki varlıkların bazılarının hikmetini anlamasak da; bu, onun hikmet gereği olmadığına delil olamaz. Bu, ancak bizim o konuda yeterli bilgiye sahip olmadığımızı gösterir. Zira evrenin baştanbaşa sonsuz hikmetlerle dolu olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla bazı konulardaki hikmet ve sırrı anlamamamız, onun baştanbaşa hikmetsiz olduğuna bir delil olamaz.

Meselâ, elimizde bulunan derin ilmi muhtevayı içeren bir kitabı okurken, bizlerin onun bazı bölüm veya satırlarını çözemememiz, hiçbir zaman o kitabın üstün ilmi kariyere sahip olan bir müellif elinden çıkmadığına bir delil olamaz ve böyle bir durumda biz, o kitabın kendiliğinden yazılmış olduğuna hükmetmeyiz. Aksine, bizim ilmi yapımızın, henüz o kitabın tamamını anlamaya yeterli olmadığına kanaat getiririz. 

Sonsuz hikmet ve sırlarla dolu olan bu cihan de böyledir. Biz, onun bazı sırlarını çözmekten aciz kaldık diye, onun baştanbaşa hikmet ve ilim üzere kurulu olmadığına hükmetmemiz, son derece cahillik ve kendini beğenmişliktir. Zira bir şeyin zararlı veya yararlı olduğuna dair hükmetmek için, onun A'dan Z'ye kadar her yönünü bilmemiz ilk şarttır. O halde henüz kendi varlığının A'sında aciz kalan bir insanın kalkıp tüm evren hakkında ahkâm kesmesi, mantık ve bilim dışı bir olaydır.

Hz. İmam Sadık (a.s), Mescid-ün Nebi'de Hz. Resulullah (s.a.a)'in kabri şerifi başında zamanın ateistleri olan Ebu-l Avca ve arkadaşlarının, evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olmadığına ve kendiliğinden oluştuğuna dair konuşmalarını duyup da üzülen ashabından Mufazzal'a, Allah Teâla’nın varlığını ve sıfatlarını ispat eden ve yaratılış âlemindeki hikmetleri içeren, yüksek marifetlerle dolu uzun bir açıklamasında işte bu delile dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:

"Ey Mufazzal! Bu şüpheciler, yaratılıştaki sebep ve hikmetleri bilmemekteler. Akılları, Allah Teâla’nın karada ve denizde, ovada ve dağda yaratmış olduğu çeşitli varlıkların hikmet ve nedenlerini düşünüp anlamaktan aciz kalmıştır. Böylece kendi ilimlerinin eksikliğinden inkârcılığa, basiretlerinin azlığından da yalanlama ve inatçılığa gitmişlerdir. Hatta eşyanın yaratılışını inkar edip, onların, hikmet ve ilim sahibi bir müdebbir ve yaratıcının tedbiri ve takdiri olmadan kendiliğinden oluştuğunu iddia etmeye başlamışlardır. 

Onların bu sapıklıklarındaki durumu, aynen o kör insanların durumuna benzer ki, en üstün ve güzel bir düzenle kurulmuş olup, en güzel ve pahalı yaygılarla döşenmiş olan, içerisinde ihtiyaç duyulan her türlü yiyecek ve içeceklerin hazırlandığı ve her şeyin en üstün bir tedbir ve düzenle yerli yerinde konup düzenlendiği bir binaya girerler. Sonra gözleri kapalı olarak onun içerisinde sağa, sola, öne ve arkaya giderek, odalarını dolaşmaya başlarlar. Ama ne o binanın kendini, ne de içerisinde hazırlanan o nimetleri görürler. 

Bu arada biri, gerekli bir ihtiyaç için hazırlanıp, gerekli yerine konan bir nesneyi bulur. Fakat onun ne için hazırlandığını, hikmetinin ne olduğunu ve niçin oraya konmuş olduğunu bilmez. Bu yüzden sinirlenip rahatsız olur ve o binanın eksikliğinden söz edip yapanını ayıplamaya başlar. 

İşte yaratılışı ve ondaki hikmet ve tedbiri inkar edenlerin durumu budur. Onların zihni, eşyadaki, hikmet ve sebepleri anlamaktan aciz kaldığı için, bu alemde şaşkın şaşkın gezip, onda olan üstün hikmet, yüce sanat ve güzel düzeni kavrayamıyorlar. Bazen bir şeyi buluyorlar, ancak ondaki hikmeti, niçin öyle olduğunu ve neye yaradığını bilmediklerinden, hemen ayıplamaya koyulup onun hata ve hedefsiz olduğunu öne sürüyorlar..."

Bu yol, kendi haddinde doğru bir yol ve doğru bir istidlal biçimi olup, bir çok vicdanı rahatlatacak niteliktedir. Ancak İslam bilginleri bununla yetinmemiş ve zikredilen şüphelerin kökten halline gitmişlerdir. şimdi bu şüpheleri teker-teker ele alıp cevaplandıralım.

Birinci Şüphenin Cevabı

Birinci şüphe varlıklar arasında yapılan ayırım ve farklılığa yönelikti. "Bütün varlıkların Allah'a nispeti aynı olduğu halde, neden biri beyaz diğeri siyah, biri güzel ötekisi çirkin, biri zeki öbürü geri zekâlı yaratılmıştır? Niçin biri insan diğeri hayvan olmuştur? Vs. Bu, varlıklar arasında ayrım yapmak değil mi?" diye soruluyordu.

Evvela; bu gibi konular, ispatlanmış kesin kusurlar olmayıp, bir takım hikmeti bizce meçhul olan farklılıklardan ibarettir. Bizler her şeyin sırrına ve hikmetine vakıf değiliz. Âlemde müşahede ettiğimiz bu farklılıkların da elbette bir sırrı ve hikmeti vardır. Bizim onların hikmet ve sırrını bilmememiz, onların hikmetten yoksun olan kesin kusurlar ve eksiklikler olduğu anlamına gelmez.

Saniyen; ayrım ile farklılık ayrı-ayrı şeylerdir. Âlemde müşahede edilen farklılıktır, ayrım değil. Zulüm olup hikmet ve adalete aykırı olan, ayrım yapmaktır, farklılık değil. Yani, zulüm aynı istihkaka sahip olan birkaç birey arasında ayrım yaparak, bazılarının hakkının verilmesi, bazılarının hakkının ise hasıraltı edilmesidir. 

Evrende böyle bir şey yoktur. Evrende var olan, varlıkların birbirlerinden farklı olmasıdır. Allah Teâla varlıkları, hikmet gereği olarak farklı-farklı yaratmıştır. Hiç birinin O'nun üzerinde bir hakkı olmadan, onların tamamına ihsanda bulunmuştur. Bu zulüm değildir. Aksine hepsine yapılan büyük bir ihsandır. 

Aslında cihanın kâmil düzeni varlıkların birbirinden farklı olmalarını gerektirir. Cihan aynen bir bahçe gibidir. Onda bulunan ağaçların, güllerin, çiçeklerin ve ürünlerin çeşitlilikleri ve farklılıkları, hatta diken ve çalıları onun güzelliğini artırır ve kâmil bir bahçe olmasını sağlar. Onun böyle olması onun bir eksikliği değildir. Aksine böyle olmaması eksiklik sayılır.

Bir şeyin ağaç olmasının gereği, onun gövde, budak, yaprak ve meyve gibi çeşitli parçalardan oluşmasını ve her birinin diğerinden farklı olmasını gerektirir. Çiçek de böyledir, meyve de böyledir. Her birinin çeşitli ve farklı parçaları olması zorunludur. 

Bu durumda, niçin bütün ağaçlar aynı şekilde yaratılmamıştır? Niçin bir ağacın bütün parçaları aynı şekil ve aynı büyüklükte değildir? Niçin bütün çiçekler aynı şekil ve aynı renkte olmamıştır? Niçin bütün yapraklar aynı biçim ve aynı büyüklükte değildir? Niçin bütün yapraklar çiçek olmadı? Niçin bütün meyveler aynı tat ve aynı şekilde değildir? Niçin meyvelerin içi ile dışı birbirinden farklıdır? Niçin bütün bahçeler gül bahçesi olmadı? Niçin bütün ağaçlar elma ağacı olmadı? Niçin bütün çiçekler lale olmadı? Niçin her şey gül letafetinde değildir? Vs. gibi sorular sormak doğru ve makul sorular sayılır mı? Böyle soruları sorana gülmezler mi? Senin isteğin mantık ve hikmet dışı istektir demezler mi?

İnsan âlemine gelelim, bir şeyin insan olması için, onun ruh ve bedenden ve bedenin de çeşitli organlardan oluşması, organlarının birbirlerinden farklı şekil ve yapıda olup, her birinin farklı yerlerde yerleştirilmesi ve çeşitli iç ve dış duygularının olması gerekmez mi? 

Bu durumda, niçin insanın bedeni ruhu gibi değildir? Niçin insanın organları birbirinden farklıdır? Niçin başı, beyni, gözü, kulağı, burnu, ağzı aynı şekil ve aynı büyüklükte değildir? Niçin birinin yeri yukarıda diğerinin yeri aşağıda, biri içeride diğeri dışarıda olmuştur? Niçin duygularının hepsi aynı duygu değildir? Niçin organlarının letafet ve güzelliği aynı olmamıştır? Vs. gibi sorular sormak doğru olur mu? Böyle sorular mantıklı ve makul karşılanır mı? Böyle soru soranlara ve böyle istekte bulunanlara senin isteğin insanın insan olmaması demektir denmez mi? 

Bir şey insan olacaksa, ancak böyle insan olur. Aksi takdirde asla insan olamaz. İnsan bireyleri arasındaki farklılıklar da böyledir. İnsan bireyinin çoğalması ve hür iradelerine dayalı toplumsal yaşantılarını sürdürmeleri, ancak onların farklı-farklı yaratılışa sahip olmalarıyla mümkündür. Aksi takdirde ne insan bireyinde çoğalma meydana gelir, ne de onlar hür iradelerine dayalı toplumsal yaşantılarını sürdürebilirlerdi. 

O halde hiçbir şeyin, ne Allah Teâla üzerinde zayi edilen bir hakkı vardır, ne de farklı oluşları Allah Teala'nın hikmet ve adaletine aykırıdır. Aksine bu farklılıklar ekmel ve ahsen nizamın bir gereğidir.

İkinci Şüphenin Cevabı

İkinci şüphe canlı varlıkların, özellikle de insanın dünyaya gelip hayatın tadını tadarak hayata bağlandıktan ve baki kalma arzusuna kapıldıktan sonra, henüz hayatının tadını çıkarıp hayatına doymadan yok edilmesinin Allah'ın adalet ve hikmetiyle bağdaşamayacağı şüphesi idi. 

İlk olarak; canlı varlıkların ölmesi, evrende hâkim olan nedensellik kanunun bir gereği olup, ekmel ve ahsen nizamın bir parçasıdır. Tekvin âleminin ondan yoksun olması imkansızdır.

Saniyen; bir önceki canlı varlıkların ölmesi sonraki canlıların meydana gelmesine ortam hazırlıyor. Dolayısıyla canlı varlıklarda ölüm mukadder edilmeseydi, sonraki canlı varlıkların meydana gelmesi için ortam hazırlanmazdı. Sonuçta sonradan meydana gelecek canlılar hayat nimetini tatmaktan mahrum kalırlardı. O halde canlıların ölmesi bu hayatın bir gereğidir.

Salisen; eğer bütün canlılar hayatta kalsalardı, çok geçmeden canlılar yeryüzündeki hayatlarını sürdürebilecek tüm imkânları tüketir ve gıda ve benzeri imkânların azlığından açlık ve çeşitli zorluklarla karşılaşır, hayat güzelliğini ve anlamını yitirirdi. İmkânların azalması tecavüzleri, zulümleri ve kargaşayı arttırır ve belki de çeşitli zorluklardan dolayı insanlar hep birlikte ölümü arzularlardı. Dolayısıyla ölümün varlığı hayatın güzelliği ve bekası için elzemdir.

Rabien; böyle bir itirazda bulunan kimse, hayatın felsefesinin bu dünyada baki kalmak, ölümün ise yok olup gitmek olduğunu sandığından böyle bir itiraz ortaya atmıştır. Oysaki ilahi hikmet gereğince hayatın felsefesi, ne bu dünyada baki kalmak, ne de ölüm yok olup gitmektir. Aksine, ilahi felsefeye göre, ölüm daha üstün bir yaşantının başlangıcı, dünya yaşantısı ise ebedi ve daha üstün bir yaşantı olan ahiret yaşantısına geçiş için bir köprü niteliğindedir. Dolayısıyla ilahi felsefe gereğince bu şüphe temelden bozuktur.

Şöyle ki; dünya hayatından maksat, sırf dünya hayatını tatmak değildir. Asıl maksat; canlıların, özellikle de insanın ebedi saadete ulaşması olup dünya hayatı insanın kendisini ebedi saadete ve daha kâmil bir hayata hazırlaması için yaratılmıştır. Ölüm ise, bu daha üstün ve daha kâmil hayatın başlangıcıdır. Ölüm, geçici bir hayattan ebedi bir hayata geçiştir. Ölüm, yok olmak değildir. Ölüm, bir hayatın sönüşü, ondan daha üstün olan bir hayatın başlangıcıdır. Ölüm, mutlak yok oluş değildir. Aksine, nispî yok oluştur. Ölüm, bir şeyi kaybetmek, ondan daha kıymetli bir şeyi bulmaktır. Ölüm, bir değişimdir. Ölüm, toprağın bitkiye ve ürüne dönüşümü gibi, bir dönüşüm ve değişimdir. Ölüm, bir açıdan bir çocuğun anne rahminden dünya hayatına göz açması gibi, yeni bir hayata doğuştur. 

Nasıl ki, çocuk anne rahminde dünya hayatına göz açmaya hazırlanır ve onun için olgunlaşırsa, dünya hayatı da aynen böyledir. Dünya, ahiret yaşantısının rahmidir. Canlılar burada oradaki yaşantı için hazırlanıp olgunlaşırlar. Nasıl ki, anne rahminden dünyaya doğuş, oradaki yaşantının bitişi ve dünya hayatının başlangıcı ise, ölüm de dünya hayatının bitişi ve ahiret yaşantısının başlangıcıdır. Dünya yaşantısının ahiret yaşantısına nispeti, ilköğretim döneminin ortaya ve orta öğretim döneminin yükseköğretime olan nispeti gibidir. Nasıl ki, yükseköğretime gitmek isteyen, ilk ve orta öğretim döneminden geçmesi gerekirse, ahiret yaşantısına geçmek için de, dünya hayatından geçmesi gerekir. Böyle olunca da artık bu itirazın temelden yanlış bir itiraz olduğu ortaya çıkıyor.

.