.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
İrfan ve Sapkın ya da Benzer Yollar
İlahî irfan, öyle özel bir yoldur ki, ne benzeri vardır ne de başka bir şey onun yerini tutabilir. İrfan yolu Allah'a ulaşır ve ulaştırır. Diğer yollar böyle değildir.
İrfan görünümlü yollar iki türlüdür: Birinci çeşit, temeli bozuk olan sapkın yollardır. İkinci çeşit, temeli bozuk olmayan, fakat eksik olan benzer yollardır. Sapkın yollar cehennem ateşiyle son bulurken, benzer yollar cennetle son bulur; ama cenneti yaratanla değil.
Bu fasılda benzer yollardan ikisini, sapkın yollardan ise üçünü inceleyeceğiz. Benzer yollar şu şekildedir:
1. Kâr maksatlı, tacirce ve cennet nimetlerine tamahkârlıkla ibadet yolu.
2. Kölevâri ve cehennem ateşi korkusuyla ibadet yolu.
Bu iki yolu birleştirip nispeten geniş şekilde ele aldık. Bu tafsilata birkaç nedenle girilmektedir:
Birincisi: Bu konu niyet meselesini incelemekte düğümlenmektedir ve niyet bahsi dinde oldukça kapsamlı, anahtar ve önemli bir konudur. Fakat ne yazık ki çok az detaylı açıklamanın konusu olmuştur.
İkincisi: İslam tarihi boyunca mevzular ile irfanî şahsiyetlerin ve irfan dışından kimselerin birbirine karıştırıldığı çoğu durumun kökeni bu konudur.
Üçüncüsü: Geniş biçimde ele alınması dışında çerçevesi çizilemeyecek yenilikler ve icat edilmiş noktalar vardır. Sapkın yolları şu şekilde sıraladık:
1. Masum'un makamı konusunda aşırıya gitme ve onu hedef zannetme yolu.
2. İlginç ilimler ve tasarruflar (başkaları üzerinde etki) yolu.
3. Batıl tasavvuf ve nefsi takviye yolu.
Öyleyse burada dört konudan bahsedeceğiz; fakat ondan önce bir soruya özetle cevap verelim.
* * *
Soru: Bir kimse diyebilir ki: "Allah'a giden yollar insanların nefisleri adedincedir." değil midir? Allah'a giden yollar çok değil midir? Öyleyse neden Allah'a giden yolu özel ve özellikli kabul ediyorsunuz? Neden tekelleştiriyorsunuz? Günümüzde kimileri müziği Allah'a yakınlaşmanın yolu görmektedirler. Kimisi de Hind ve Kızılderili mistisizminden hoşlanmaktadır. Şöyle söylememizin ne sakıncası var: Allah'a giden yollar çoktur; çünkü öncelikle nedensiz tekelden kurtulmaktayız.
İkincisi, çeşitli eğilimleri olan insanları korkutmaktan uzak durmuş olmuyor muyuz?
Cevap: Bu soruya cevabı genel ve ayrıntılı olmak üzere iki şekilde vermek mümkündür.
Tafsilatlı cevapta şu konulara girilmelidir:
Acaba müstakim sıratlar mı var, yoksa bir taneden fazla olmayan ve zaten olamayacak olan sırat-ı müstakim mi var?
Sübül-i selam veya sübül-i ilahî ile sırat-ı müstakim arasında nasıl bir irtibat var?
Müzik gibi dinî mayası olmayan bir şey insanı Allah'a yaklaştırabilir mi?
Çeşitli eğilimler hangi miktarda olursa insanın Hakk'a giden yolu seçmesinde olumlu veya olumsuz rol oynayabilir?
Bu bahislerden bazısı, bu çalışmanın kimi konularının içinde ele alınmıştı.
Bazıları ise başlı başına bir kitap gerektirmektedir. Bu vesileyle özetleyerek söylenebilecek olan şudur ki, Allah'a giden yol, kâmil ihlasla beraber şeriatla amel etmekten başka bir şey değildir ve şeriatların esası da bir tektir:
“Gerçek şu ki, din Allah'ın nezdinde sadece İslam'dır.”[1]
Öte yandan tüm insanlar tevhidî fıtrata sahiptirler ve herkese tabiat ötesi şevki yerleştirilmiştir. Diğer bir ifadeyle, kemali arayan fıtrat tüm insanlarda vardır. Bu yüzden gaybî meçhulleri keşfetmeye duyulan ilgi bütün insanlarda muhtelif şekillerde görülür. Dinin aslî işlevi de bu fıtratı uyandırmak ve sonra ona yön göstermektir; zira insanlar tatbikte, sorun yaşayabilmektedirler. Mesela, bazıları müziği Allah'a giden yol zannederler. Yahut sülûk amaçlı rindlikten her şeyi mubah saymayı anlar ve onun Allah'a yakınlaştırıcı olduğunu düşünürler. Bir grubun hatası da kâmil yollar yerine noksan yolları tercih etmesi ve gerekli rüşde erememesidir. Mesela marifet ve mutlak kulluk yerine tacirce ibadet veya kölevari zühdün yolunu tutarlar. Cenneti yaratanı bırakıp cennetle yetinirler. Bunların hüsranı birinci gruptan daha azdır; ama yine de büyük bir hüsran ve zararlı alışveriştir.
Eksik yollar belli bir yere kadar kâmil yolla bir kısım belirtilerde zahiren uyum içinde olabilir; fakat kesin olarak maksudun menzilinde nihayet bulmazlar. Bütün kaygı ve üzüntüsü nefsi güçlendiren ve tasarrufların bir kısmına erişimi olan kimse asla Allah'a ulaşamaz. Fena fillah ve beka billah lezzetini tadamaz. Zira hikmetli "Kendini bırak ve yüksel." fermanıyla amel etmemiştir. Kerametin peşine düşen, "insanın kerameti"nin hakikatini anlamaktan öteye savrulmuştur ve kaçınılmaz olarak sırat-ı müstakime erişmeye çok uzaktır. Bu durumda kendi "mecazî varlık"ından nasıl vazgeçebilecek ve Hak'tan başkasını istemez, görmez ve bilmez hâle gelebilecektir?
Birinci Konu: İrfan Yolunun, Tacirce veya Kölevâri İbadetten Farkı
Bu zeminde söylenmiş en kâmil sözlerden birini İbn Sina İşarat'ın 9. nemetinde beyan etmiştir. Önce onun sözünü Hâce Tusî'nin şerhinden bir bölümle birlikte zikredecek ve sonra konuyu işleyeceğiz.
* * *
İbn Sina'nın Görüşüne Göre Zâhid, Âbid ve Ârif
İbn Sina şöyle der:
Dünya malı ve onun hazlarından yüz çevirene zâhid adı verilir. Namaz ve oruç gibi ibadetleri yerine getirmede özenli davranan kimse âbid adıyla tanınır. Düşünce ve kalbini Hak'tan başkasına odaklanmayı engelleyen ve Hakk'ın nuru ona yansısın diye "âlem-i kuds"a te veccüh eden kişi ise ârif adıyla anılır. Elbette ki bazen bu unvanlardan bazıları diğer bir kısmıyla bir araya gelir.[2]
Söz konusu ifadeden anlaşıldığı kadarıyla zühd, ibadet ve irfan bir arada anılabilir. Merhum Mutahharî şöyle der:
“Bunlar tek tek veya topluca ortaya çıkabilir. Bu durumda toplam yedi sıfat farz edilebilir. Yani tek başına zühd, tek başına ibadet, tek başına irfan, zühd ve ibadet, zühd ve irfan, ibadet ve irfan, zühd, ibadet ve irfan. Farz edilen bu yedi sıfat arasında fiiliyatta vuku bulmayan birkaç sıfat daha vardır. O da üçüncü, beşinci ve altıncı sıfattır. Yani tek başına ârif, âbid olmayan zâhid ve ârif, zâhid olmayan âbid ve ârif; çünkü bir kimsenin zühd ve ibadet merhalelerini katetmeden irfan aşamasına ulaşması mümkün değildir.”[3]
Bundan sonra tasnif yaparken, irfanın zühd ve ibadetle bir araya getirilmesinin ham düşünce olduğunu söyleyeceğiz. Daha dikkatli bir bakış, zâhidin zühdünün ârifin zühdüyle lafzen müşterek olduğunu ve âbidin ibadetinin ârifin ibadetiyle sadece lafızda ortaklığı bulunduğunu fark eder. Ârif, zâhidin zühdü ve âbidin ibadetini Hak Teâlâ'ya şirk ve hakaret kabul eder. Öyleyse bölümlerin dört kısma münhasır olduğu söylenmelidir: Zâhid, âbid, âbid-i zâhid ve ârif.
* * *
Tacirane Zühd veya Ârifane Yüz Çevirme
İbn Sina, zâhidin zühdü ile ârifin zühdü arasındaki farka dair şöyle der:
“Ârif olmayan nezdinde zühd bir tür muameledir. Zâhid sanki dünya hazzını satmakta ve ahiret hazzını satın almaktadır. Fakat ârif nezdinde zühd, kalbi, Allah'tan engelleyen her şeyden temiz tutmaktır ve Hak Teâlâ dışındaki her şeye karşı bir tür tekebbürdür.”[4]
Hâce Nasîruddin Tusî (r.h), İbn Sina'nın sözünün bu kısmını şerh ederken şöyle der:
“Fakat ârifin, Hakk'a yöneldiği ve O'ndan gayrısına yüz çevirdiği hâldeyken zühdü, onu Hak'tan engelleyen her şeyden maksudunu seçme yönünde elini eteğini çekmektir. Halka yöneldiğinde ise Hakk'ın gayrısının bayağı ve değersiz sayılması nedeniyle Hak dışındaki şeylere tekebbürdür.”[5]
* * *
Tacirane İbadet veya Âşıkane Riyazet ve Ârifane Kulluk
İbn Sina, âbidlerin ibadeti ile âriflerin kulluğu arasındaki farkı şöyle anlatır:
“Ârif olmayanın ibadeti bir çeşit alışveriştir. Sanki dünyada ücretli çalışmaktadır ve ahirette ücretini ecir ve sevaplar olarak alacaktır; ama ârifin ibadeti, nefsin vehmî ve hayalî kuvvetleri ve irade için bir tür riyazettir. Nitekim alıştırma neticesinde onları gururun tuzağından kurtarıp Hakk'a yöneltebilir. Böylece bu kuvvetler derunun sırrıyla ahenkli ve uyumlu olabilirler. Derunun sırrı Hakk'a teveccüh ettiğinde aykırı yola sapmaz. Bu hâl tedricen meleke hâline gelir ve sonuçta da ârif olan şahıs bütün bir varlığıyla âlem-i kuds yoluna girer.”
İbn Sina, âriflerin ibadeti konusunda şöyle der:
“Ârif Hakk'ı ister, Hak'tan gayrı bir şey için değil. Hiçbir şeyi Hakk'ın marifetine tercih etmez. İbadeti, Hakk'ı ibadete layık gördüğü içindir. İbadet Zat-ı Şerif'le rabıta olduğu içindir, bir şeye eğilim ve tamah ya da bir şeyden korku nedeniyle değil.”
Hâce Nasîruddin Tusî bu kısmı şerh ederken şöyle der:
“Ârifin ibadeti, iradesinin temelini atmak için riyazetten sonradır. Şehvet, gazap, hayal ve vehim kuvvetleri için riyazettir. Bunu yapmak, cismanî âlemle meşgul olma ve ona meyil göstermeyi engeller ve aklî âleme yöneltir. O âleme teveccüh etmek istediğinde bu kuvvetlerin tamamı onunla ahenk ve uyum içinde hareket etmeye alışır, hiçbir zaman müşahede hâlindeyken aklına ve derunî sırrına sorun çıkarmaz, bilakis onunla birlikte aklî âleme yönelir.”
* * *
Allah; Vasıta mı, Hedef mi?
İbn Sina yukarıda geçen mevzuları tamamlarken şöyle der:
“Allah'ı başka bir mesele için vasıta yapmayı caiz gören kimseye merhamet edilir; çünkü o, Allah'la haz alma ve şaşırtıcı tatlılığın tadına varamamıştır ki onu büyük bir şey saysın. O sadece noksan hazları tanır. Bunlara eğilim duyar ve daha yüksek lezzetlerden gafildir. Onun âriflere nispetle hikâyesi, olgun ve tecrübe görmüş insanlara nispetle çocukların hikâyesi gibidir. Çocuklar, büyüklerin hırsla talip olduğu hoşluklardan habersiz olduğundan ve çocuksu oyalanmalarla yetindiklerinden büyük insanların ve yaşlıların hâline -onları kendilerine önem vermez ve diğer şeylere odaklanmış gördüklerinde- şaşarlar.
Aynı şekilde, kabiliyetten yoksunluk ve eksikliğin, gözünü Allah'ın müthişliği ve hoşluğunu incelemeye kapadığı bir kimse sadece yakınındaki dünyevî hazlara sarılır. Böyle bir kimse bıkkınlık vermedikçe ve gelecekte onun birkaç katı fazlasına (cennet) ulaşmadıkça dünyayı terk etmez. O, Allah'a yalnızca o dünyaya leziz yiyecekler, güzel içecekler ve hoş bir eş için gönderildiği yönüyle ibadet ve itaat eder. Böyle bir şahıs dünya ve ahirette işkembesinin ve belden aşağısının hazlarından başka bir şeyi düşünme. Ama batınî kılavuzluk sayesinde basiret gözü fedakârlık vadisinde açılan kimse gerçek lezzeti tadar ve ona yönelir. Kemalden eksikliğe yönelen noksan şahsın hâline de içi yanar. Ona da ilahî vaat itibariyle talep ettiği şey verilecek olsa bile.”[6]
* * *
İbn Sina'nın Cümlelerinden Çıkarılabilecek Noktalar
Yukarıda geçen ifadelerin toplamından çok sayıda nokta çıkarmak mümkündür. Bazılarına değineceğiz:
1. İrfan, zühd ve ibadet bir araya getirilebilir ve bir kimse her ikisine veya üçüne aynı anda sahip olabilir.
2. Zâhidin zühdü ve âbidin ibadetinin, ârifin zühd ve ibadetinden temel ve köklü bir farkı vardır.
3. Ârifin zühd, ibadet ve irfanı onun sırrıyla irtibatlıdır; fakat zâhid ve âbidde onların zâhiri ve cismiyle bağlantılıdır.
4. Şehvet, gazap, hayal ve vehim kuvvetleri eğer riyazet görmezse asilik eder.
5. Zâhid ve âbidin zühd ve ibadeti bir tür alışveriştir. "Allah" bu alışverişin ortasındadır.
6. Bütün insanlar, hatta âbidler ve zâhidler, marifet ehli ile mukayese edildiğinde, çocukça oyunlarla gönül eğlendiren çocuk hükmündedir.
7. Ârif olmayanlarda basiret zaafı vardır.
8. Allah zâhid ve âbidi istedikleri şeye, yani cehennemden kaçma ve cennete ve onun nimetlerine ulaşmaya eriştirir; çünkü Allah, vaadine vefa gösterir.
9. Zâhid ve âbid bir yönden merhamet görebilirler. Zira idrak ve anlayış miktarlarınca amel etmektedirler.
10. Âriflerin riyazetlerinin nedeni; güçlerini edeplendirmek ve alıştırmak içindir. Bu ise, "güçlerin içteki sırlar ile uyumlu olması" meleke hâline gelene dek devam etmelidir.
* * *
İbn Sina'nın Sözlerini Tahkik ve Tenkit
İbn Sina'nın sözlerinin bu kısmı başkaları tarafından şaşırtıcı ve makbul bulunmuştur. Gerçekten de Meşşaî bir filozof olan[7] İbn Sina, bu vadide sağlam adımlar atmıştır; ama bununla birlikte bu sözler eleştiriden uzak değildir. Bazı eleştiriler şöyledir:
1. Mantık olarak İbn Sina'nın zâhid, âbid ve ârifi tarif etmek yerine zühd, ibadet ve irfanı tarif etmeye yönelmesi daha uygun olurdu. Her ne kadar türev ve türevin mebdei bir tür özdeşlik içindeyse de tarif veya tarif hükmündeki isimlendirme mantıken mebde için zikredilir.
2. İbn Sina'ın zâhid, âbid ve ârif tarifi eksiktir. Bu eksiklik de karıştırmanın sebebi olmuştur. En iyi tarifler dört illeti (illet-i failî, illet-i gaî, illet-i maddî, illet-i surî/etkin, nihai, maddi ve biçimsel nedeni) kapsayan tariftir. Özellikle de sebeplerin zikredilmesi eğer tarifin çehresini değiştiriyorsa... İbn Sina'nın tarifinde, saik olan ihai nedene değinilmemiştir. Hâlbuki işaret edilseydi irfanın zühd veya ibadet ile bir araya getirilemeyeceği anlaşılırdı.
Eğer ârif, zâhid ve âbidi, "kendi rüşt ve yücelmesinden geri kalmış ve onun zıddıyla meşgul olmuş" kimseler kabul ediyorsa nasıl zâhid veya âbid olabilirler? Yine nasıl "Bazen bu unvanların (zâhid, âbid ve ârif) bir kısmı diğer bir kısmıyla terkip yapılıp bir araya getirilebilir." denebilir?
Eğer İbn Sina'nın maksadının sadece zâhid ve âbidi bir araya getirmek olduğu söyleniyorsa deriz ki, görünen bunun aksinedir. Bu nedenle şârihler de böyle anlamamışlardır. Eğer "قد "kelimesinin taklile (azaltmaya) delalet ettiği ve İbn Sina'nın muradının, zâhid ve âbidin bazı tariflere göre -mesela noksan tarif- ârifle bir araya getirilebileceği olduğu söylenirse deriz ki, bu, noksan tarifin karıştırmanın sebebi olduğunu söyleyen bizim eleştirimizi itiraf etmek olur.
Eğer muradın, bazılarının başta zâhid olduğu ve sonra âbid hâline geldiği, sonra da irfana yöneldiği ise, deriz ki, birincisi bu zâhire aykırıdır. İkincisi buna terkip denmez.
3. İbn Sina'nın cümlesinde sâlik ve ârifin birbirine karıştırıldığı anlaşılmaktadır. Ârif, maksud menziline ulaşmış, emn-i ilahînin hariminde sükûnet bulmuş ve tüm kuvvetleri ilahî hâle gelmiş kimsedir. O, nafilelerin kurbiyetine ve farzların kurbiyetine ulaşmıştır. Kendisinden kopmuş ve Allah'a bağlanmıştır.
“Doğruluk makamında muktedir mülkün sahibinin nezdindedir.”[8]
“Onlara korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir de.”[9]
Fakat sâlik henüz yoldadır ve "seferin maksadı"na ulaşmamıştır. Şeytan ona ulaşabilir; çünkü henüz muhlistir, muhlas olmamıştır. "Lâm"ın gölgesinde oturmaktadır (kesre/esre) ve henüz üstüne (fetha/üstün) çıkmamıştır.
Rabbimiz, bizim için nurumuzu tamamla."[10] duasına da icabet edilmemiştir. Bu temel fark, bu ikisinin bütün hâlleri üzerinde etkilidir. Bu cümleden olarak ibadetlerinde de. Ârifin ibadeti kemale erdirme ve riyazet esaslı değildir, şükretme temellidir.[11] Gerçi sâlikin ibadetleri riyazet esaslıdır. Sâlikin ibadetleri "minallah"tır (Allah'tan), "billah" (Allah ile) değil; fakat ârifin ibadetleri "billah"tır. Buradaki "bâ", musahabet (beraberlik) değil, mülasebet (iç içelik) "bâ"sıdır. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Ne mutlu kalbi zikirden nurla dolana / Zikrin heybetinden nefsi mağlup olana.
Kesret düşüncesi ortadan kalkar / Zâkir tümden zikir, zikir de mezkûr olur!”[12]
“Namazda o kadar "İyyake na'budu ve iyyake nestaîn" dedim ki, onu söyleyenin dilinden işitmeye başladım.”[13]
Evet:
Asilerin günahtan tövbe eder / Ârifler ibadetten istiğfar eder.[14]
4. İbn Sina'nın cümlesinin baş tarafından anlaşılan şudur ki, zâhidin zühdü ve âbidin ibadeti ile irfanda ibadet arasında anlam bakımından müştereklik vardır. Fakat yukarıda geçen ifadelerin sonundan, aralarında lafzî ortaklık olduğu sonucu çıkmaktadır.
- - - - - - - - - - - - - -
[1] Âl-i İmrân (3), 19.
[2] İbn Sina, el-İşârât ve't-Tenbîhât, Nemet: 9, c. 3, s. 369.
[3] Murtaza Mutahharî, Mâkâlât-i Felsefî, c. 2, s. 148.
[4] İbn Sina, el-İşârât ve't-Tenbîhât, Nemet: 9, c. 3, s. 370.
[5] age.
[6] İbn Sina, el-İşârât ve't-Tenbîhât, Nemet: 9, c. 3, s. 377
[7] Şehid Mutahharî'ye göre İbn Sina ömrünün son yıllarında irfana eğilim göstermiştir
[8] Kamer (68), 55. “(Her şeye ve hakkıyla) Muktedir bir Melik olan (âlemlerin tek sahibi ve gerçek yöneticisi Allah’ın) katında-huzurunda, (müttaki ve mücahit mü’minler) doğruluk makamında (onur ve mutluluk koltuklarında ve sadıklar meclisinde oturacak)lardır.”
[9] Bakara (2), 38.
[10] Sahîfe-i Seccâdiyye, 45. dua.
[11] bk. Seyyid Muhammed Hüseyin Hüseynî Tahranî, Lübbü'l-Lübâb, s. 56
[12] Şiir Merhum Şeyh Hüseyinali İsfahanî'ye aittir. bk. Ali Mikdadi, Nişan ez Binişanha, c. 2, kitabın başı.
[13] Muhammed Bahaî, Miftâhu'l-Felâh, s. 293.
[14] Sa'dî, Gülistân, ikinci bab.