.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Musa Aydın
Bismillahirrahmanirrahim
Resulullah'ın Masumiyeti
Peygamberlerin masumiyeti, -özellikle kelamcılar arasında- öteden beri konuşulan, tartışılan bir konu olarak canlılığını günümüze kadar korumuştur. Biz bu makalede dergimizin Resulullah özel sayısı münasebetiyle, özellikle Resulullah'ın (s.a.a) masumiyeti konusunu ana hatlarıyla işlemeye ve bu konudaki soruları cevaplamaya çalışacağız.
Resulullah'ın (s.a.a) masumiyetinin diğer peygamberler gibi üç ana boyutu vardır:
1- Vahyin ve şeriatın telakki ve tebliğinde mutlak (kasıtlı veya sehvi yanlışlardan) masumiyet.
2- Sözlü veya ameli günahlardan masumiyet.
3- Alelade ve normal hatalardan masumiyet.
Bunların her birisinin hem akli hem de nakli delilleri vardır. Bu delillerin bir kısmı bütün peygamberleri kapsayan genel delillerdir. Bir kısmı ise Resulullah'a has delillerdir.
Biz önce bütün Peygamberlerin masumiyetini ispatlayan akli ve nakli delillerden birkaçını özetle beyan edip, Kur'ân ve hadislerden Resulullah'ın şahsına özel olan bazı delilleri zikredeceğiz; ardından da, Resulullah'ın masumiyetiyle çeliştiği zannedilen bazı ayet ve rivayetleri, masumiyetle çelişmeyecek şekilde izah etmeye çalışacağız.
* * *
Akli Deliller:
a) Allah-u Teâlâ, peygamberleri, kullarını doğru yola hidayet etmek, onlara dünya ve ahiretteki saadetlerini doğrudan etkileyen doğru inanç ve amelleri göstermek ve onları kötü şeylerden sakındırmak için göndermiştir. Onlar, gerçekte yeryüzünde Allah-u Teâlâ'nın insanlar arasında olan temsilcileridirler. İnsanlara, her şeyin gerçeğini ve doğrusunu öğretmekle mükelleftirler. Bu durumda eğer, onların kendileri getirdikleri şeylere riayet etmez ve kendi öğretilerine aykırı hareket ederlerse, insanlar onların eylemleriyle sözleri arasında çelişki olduğunu görür ve böylece onlara karşı olan itimat ve güvenleri sarsılır. Neticede, onların sözlerine itimat etmezler. Bu ise, onların gönderilme ve görevlendirilme hedefinin tahakkuk etmemesine yol açar ve onların gönderilmesi gereksiz ve abes olur. Böyle bir şey İlahi lütuf ve hikmete aykırıdır. Dolayısıyla sonsuz İlahi hikmet ve lütuf onların masum olmalarını gerektirir ki, onların gönderilmesinden amaçlanan hedef gerçekleşebilsin.
Bu gerekçe, peygamberlerin hayatlarının başından sonuna kadar masum olup, hatta sehven bile olsa bir hata ve günah yapmamalarını gerektirir. Zira ancak bu takdirde, halkın tam güvenine mazhar olup, istenen hedefe ulaşabilirler. Eğer onların sehven bile hata ve günah yapmaları mümkün olursa, birileri; onların "sehven günah işledik ve sehven hata ettik" gibi sözlerinin bir bahane olduğunu zanneder ve bunun sonucunda onlara olan güven ve itimatları sarsılabilir. Sonuçta risalet hedefi gerçekleşmez. O halde peygamberler her yönden ve her zaman için tam anlamıyla masum olmalıdırlar ki, kimse onlar hakkında herhangi bir şüpheye kapılmasın.
b) Peygamberlerin görevi sadece İlahi mesajı insanlara ulaştırmakla sınırlı değildir. Onlar, bununla birlikte insanları tezkiye ve terbiye etmekle görevlidir. Peygamberlerin başta gelen görevlerinden biri de, insanları terbiye ederek onları kemalin en doruk noktasına ulaştırmak ve liyakati olan kimselere önderlik yaparak onları en güzel sıfatlarla donatmaktır. Başka bir deyişle onlar, talim ve öğretim görevlerinin yanı sıra, eğitim ve öğretim görevine de sahiptirler. Peygamberlerin, topluma önderlik edecekleri bu yönleri, toplumdaki en istidatlı kişileri de kapsamı altına almaktadır. Açıktır ki, bu görevle mükellef olan kimsenin kendisi, insani kemal ve karakter açısından en üstün derecede olup, en üstün nefsi olgunluğa sahip olması gerekir. Zira kendinde kemal olmayan bir kimse, diğerlerine kemal yolunda örnek ve önder olamaz.
Bu konuda üstün bilgiye sahip olmak, tek başına yeterli değildir. İnsanın kendisinin bizzat bu sıfatlarla donanmış olması gerekir. Bir önder ve terbiyecinin sözlerinden ve öğretilerinden daha çok, onun hareket, davranış, ahlak ve sıfatları, terbiyesi altında olan kimselerde etkin olur. Çünkü mürebbi, terbiyesi altında olan kimselerin kalbinde ve ruhlarının derinliğinde kendine yer bulmalıdır. Bu konuda sadece bilimsel öğretiler ve mantıksal deliller yeterli değildir. Terbiyede en önemli etken, mürebbinin davranış, ahlak ve karakter yapısıdır, onun konuşma yeteneği değil. Gerçi bu da kendi yerinde önemlidir. Ama terbiyede asıl önemli olan ameldir, söz değil. Davranışlarında, ahlak ve karakterinde eksiklik olan bir kimsenin sözleri de etkili olmaz. O halde risaletin hedefine ulaşılması için, peygamberin iman ve amel açısından hiçbir eksikliğinin olmaması, yaşantısında hiçbir kör nokta bulunmaması şarttır. Onun öğretilerinin; söylem ve eylemlerinde tam anlamıyla tecelli edip kendini göstermesi gerekir. Aksi takdirde o, topluma önder ve örnek olmaz. İnsanları kurtuluş sahiline götüremez. Demek ki, peygamberlerin her yönden ve hayatlarının bütün dönemlerinde masum olmaları gerekir ki, bu görevlerini de başarıyla îfa edebilsinler. Peygamberlerin gönderilmesini gerekli kılan İlahi hikmet, onların bu sıfatlara haiz olmalarını da gerekli kılıyor. Evet, "Sizden Allah'a ve Ahiret Gününe kavuşmayı arzulayanlar ve Allah'ı çokça ananlar için Allah'ın Resulü'nde uyulacak pek güzel bir örnek vardır." (Ahzap, 21) Açıktır ki, takva sahiplerine, Ahiret Gününü düşünenlere ancak gerçek anlamda günahtan masum olan bir şahsiyet örnek olabilir.
* * *
Nakli Deliller:
Nakli delillerden maksadımız yoğunlukla Kur'ân ayetleri ve bazı hadislerdir.
1- Allah-u Teâlâ birçok ayetinde, Peygamberleri muhles (halis kılınmış kullar) olarak tanıtmaktadır. Örneğin şu ayetlerde:
"Kuvvet ve murakabe imkânlarına sahip kullarımız olan İbrahim, İshak ve Yakub'u da an! Onları, ahireti sürekli hatırlama özelliğiyle, samimi halis kullar yaptık." (Sâd, 45–46)
"Kitapta Musa'yı da an. O, muhles (halis kılınmış), peygamber ve resul idi." (Meryem, 51)
"... Biz böylece ondan kötülük ve pisliği caydırdık. Şüphesiz o, muhles (halis kılınmış) kullarımızdandı." (Yûsuf, 24)
Evet, bu ayetlerde örnek olarak bazı peygamberlerin ismi zikredilmiş ve Peygamberlerin Allah'ın halis kıldığı kullar olduğu beyan edilmiştir. Diğer yandan Allah-u Teâlâ Şeytan'ın herkesi doğru yoldan saptırabileceğini, sadece halis kılınmış kulları saptırmaktan aciz olduğunu bizzat Şeytan'ın dilinden beyan etmiştir:
"İblis: "İzzetin hakkı için onlardan (insanlardan) muhles (halis kılınmış) kulların müstesna, hepsini saptıracağım" dedi." (Sâd, 82-83)
Demek ki Şeytanın Peygamberler üzerinde bir sultası ve tasarrufu söz konusu değildir. Bu da açık bir şekilde onların masum olduğunu göstermektedir.
2- Allah-u Teâlâ muhtelif ayetlerinde genel olarak bütün peygamberlerin ve özel olarak İslam Peygamberinin mutlak bir şekilde itaatini insanlara farz kılmıştır ki bunlardan sadece bir kaçını vermekle yetiniyoruz:
"Biz gönderdiğimiz her peygamberi Allah'ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik..." (Nisa, 63)
"Ey iman edenler! Allah'a, elçisine ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir konuda ihtilafa düşerseniz, onu Allah'a ve elçisine götürün; eğer Allah'a ve Ahiret Gününe imanınız varsa..." (Nisa, 59)
"De ki: "Allah'a ve elçisine itaat edin. Eğer sırt çevirirlerse, bilin ki, Allah kâfirleri sevmez." (Al-i İmran, 32)
"Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Çekişmeyin, zayıflar, kaybolup gidersiniz. Ve sabredin, Allah sabredenleri sever." (Enfâl, 46)
"Kim, Resul'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir. Kim, sırt çevirirse, biz seni insanlar için koruyucu olarak göndermedik." (Nisa, 80)
Görüldüğü gibi Allah-u Teâlâ bu ayetlerde bütün Peygamberlerin ve Resulullah'ın (s.a.a) itaatini kayıtsız şartsız farz kılmış, onlara itaati kendi itaati saymıştır. Bu da onların masum olduklarını göstermektedir. Eğer onların herhangi bir konuda hata veya günah işlediğini farz edersek, bu o konularda da Allah'ın onlara itaati bize farz kıldığı anlamına gelir ki bu aklen de imkânsızdır, Kur'ân'da açıkça bunu reddediyor:
"Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir." (Nahl, 90)
"…De ki: "Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" (A'raf, 28)
Eğer Peygamberlerin bir yanılma veya günahı söz konusu olsaydı, insanlar yanılmasınlar diye bu açıkça beyan edilip o konularda itaatlerinin istisna edilmesi gerekirdi, oysa öyle bir istisna hiçbir ayette yapılmamıştır. Nitekim anne babanın itaatinden bahsederken onlarda bu ihtimal söz konusu olduğu için hemen istisnası beyan edilmiştir:
"Biz insana, anne-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme." (Ankebut, 8)
Meşhur Sünni müfessir Fahri Razi'nin de kendi tefsirinde "Kim, Resul'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir. Kim, sırt çevirirse, biz seni insanlar için koruyucu olarak göndermedik." (Nisa, 80) ayetinin tefsirinde bu gerçeğe vurgu yaprak şöyle demiştir: "Adı geçen ayet, Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) masumluğuna en kuvvetli delildir. Çünkü Allah-u Teâlâ, ona olunan itaati, kayıtsız şartsız, kendisine itaat olarak farz kılmıştır. Kayıtsız şartsız itaat ise, ancak peygamberin her hususta masumiyeti ile mümkün olabilir."[1]
3- Allah-u Teâlâ bazı peygamberlerinden bahsettikten sonra, onlar hakkında şöyle buyuruyor:
"Bunlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların hidayetine uy. De ki:"Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece bütün âlemlere bir öğüttür." (En'am, 90)
Diğer bir ayette ise şöyle buyurmaktadır:
"…Her kimi ki Allah şaşırtırsa, artık ona hidayet edecek yoktur. Her kime de Allah hidayet verirse artık onu da şaşırtacak yoktur. Allah aziz (çok güçlü) ve intikam sahibi değil midir?" (Zumer, 36-37)
Görüldüğü gibi birinci ayette Allah-u Teâlâ Peygamberleri İlahi hidayete mazhar olan kimseler olarak beyan ediyor. İkinci ayette ise Allah'ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz buyuruyor. Demek ki Peygamberleri Şeytan da dâhil kimse saptıramaz. Bunun anlamı ise masumiyetten başka bir şey değildir.
Bu konuda başka ayetlere de istidlal edilmiştir ki biz bu kadarıyla yetiniyoruz.
Bunlar bütün peygamberlerin masumiyetini ispat eden genel delillerdir. Şimdi Resulullah'ın masumiyetini gösteren bazı özel ayetlerden de birkaç örnek vermeğe çalışacağız:
1- Resulullah'a mutlak itaati emreden ayetler bazılarını yukarıda vermiştik.
2- "O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz; O (söyledikleri) ancak vahy olunan bir vahiydir." (Necm, 3-4) buyurmaktadır. Veya bir başka ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
"De ki "Size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum; gaybı da (Allah bildirmeden) bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahy edilene uyarım..." (En'am, 50)
Bu ayetler Resulullah'ın vahyi telakki ve tebliğinde masum olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yunus Sûresi, 15. ayet de aynı muhtevayı ifade etmektedir. Aynı gerçeği Hak Teâlâ bir başka ayetinde şu cümlelerle açıklıyor: "Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin..." (Nisa,105)
Bütün bu ayetlerden Allah Resulü'nün verdiği bütün hükümlerin, birer İlahi vahiy olduğunu ve onun kendi indinden herhangi bir emir veya nehiyde ve şer'i bir açıklamada bulunmadığı apaçık ortadadır. Zaten böyle olsaydı, Allah-u Teâlâ mutlak bir şekilde Resulüne itaat etmeyi ümmete muhtelif ayetlerinde farz kılar mıydı?[2] Veya yine hiçbir kayıt koymadan: "...Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan sakınıp-korkun..." (Haşr, 7) buyurur muydu? Yahut: "Ey iman edenler; Allah'a itaat edin; Peygamber'e itaat edin; ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve Resulüne döndürün şayet Allah'a ve Ahiret Gününe iman ediyorsanız..." (Nisa, 59) ayetinde ise Peygambere itaatin Allah'a itaat olduğunu, Müslümanların ihtilaflarda ve sorunlardaki başvurmaları gereken merci olduğunu bildirir miydi? Ve bilahare Allah'a ve Ahiret Gününe gerçek imanın baş şartının Allah'a ve Resulüne itaat edip, onu dinin baş vurulacak gerçek mercii olarak tanıtır mıydı?!
Eğer Peygamber bazılarının zannettiği gibi bir müçtehid olsaydı ve bir müçtehidin diğer bir müçtehide muhalefet etmesi caiz olduğu için Peygambere de muhalefet caiz olsaydı o zaman bu ayeti nereye koyacaktık?: "Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman , mu'min olan bir erkek ve mû'min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık sapıklıkla sapıtmıştır." (Ahzap, 36)
Zannedersek bu kadarı Kur'ân'dan yeterlidir. Sünnetten de bir iki örnek vererek bu konuyu noktalamak istiyoruz: İbn Amr b. el-As'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Ben Peygamber'den (s.a.a) duyduğum her şeyi yazardım. Ancak Kureyş beni bundan alıkoydu. Dediler ki: 'Sen Resulullah'ın her söylediğini yazıyorsun. Allah Resulü (s.a.a) de bir insandır; kızgınlık halinde de hoşnutluk halinde de konuşabilir. (Bu yüzden hata da yapabilir!)"
Ondan sonra yazmaktan vazgeçtim bunu Allah Resulü (s.a.a)'e anlatınca, mübarek parmağıyla ağzını gösterdi ve şöyle buyurdu: "Yaz! Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, bundan (ağzımdan) haktan başka bir şey çıkmaz."[3]
Evet, görüldüğü gibi: "Allah Resulü bir beşerdir; neticede o da hata yapabilir..." diyenler, bizzat Allah Resulü'nün zamanında dahi eksik değillerdi(!); ancak gördüğünüz gibi Allah Resulü nasıl hem de yemin ederek onlara gereken cevabı veriyor. Resulü'nden önce bizzat Allah-u Teâlâ onların cevabını Kur'ân-ı Kerim'de vermiştir. Evet, onlar Kur'ân'daki: "Namaza yaklaşmayın..." cümlesini görüp de "Sarhoş olduğunuz halde" cümlesini görmeyen veya görmek istemeyen kimsenin misali, Allah Resulü'nün masumiyetinden bahsedildiği zaman hemen "O da bir beşerdir" cümlesine asılıp, Kur'ân'da bu cümlenin ardından gelen ve "Bana vahy ediliyor..." (Kehf, 110) cümlesini görmezler; zaten bütün hatayı da bu noktada yaparlar. Her şey işte "Bana vahy ediliyor" gerçeğinin altında yatıyor. Zaten böyle olmasaydı Allah-u Teâlâ Resulü'nü insanlara örnek olarak tanıtır mıydı? Öyle bir örnek ki, bütün sözleri, fiilleri ve teyitleriyle insanlara bir İlahi hüccet niteliği taşıyor:
"Hiç şüphesiz sizin için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır..."
(Ahzap, 21)
Buraya kadar verdiğimiz deliller, daha çok Allah Resulü'nün İlahi mesajları telakki ve tebliğinde mutlak bir şekilde masum olduğunu göstermektedir. Gerçi itaat ve örnekliğini ifade eden ayetler ameli konuları da içermektedir. Şimdi Allah Resulü'nün her türlü günahtan masumiyetini gösteren delillerden bazı örnekler:
3- "(Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahy ettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse sen onlara birazcık meyledecektin. O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın." (İsra, 73-75)
Bazı basit ve yüzeysel düşünenler, maalesef bu ayeti Allah Resulü'nün -güya- masum olmadığına delil göstermeğe çalışmışlardır. Oysa açıklayacağımız üzere bu ayet bizatihi Resulullah'ın (s.a.a) masumiyetinin bir delilidir. Şöyle ki:
Ayetin sebeb-i nüzulü hakkında farklı rivayetler vardır ki ayetlerin Mekkî olduğu dikkate alındığında bu rivayetlerin birçoğunun doğru olmadığı görülecektir. Ayetlerin iniş zamanı dikkate alınırsa, en mantıklı rivayet İmam Muhammed Bakır'dan nakledilen rivayettir. Rivayet kısaca şöyledir: "Kureyş, Resulullah'a dediler ki biz bir yıl senin Rabbine ibadet edelim, sonra bir yıl da sen bizim putlarımıza ibadet et." Her halükarda sebeb-i nüzulün ne olduğu fazla önemli değil. Önemli olan "Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse sen onlara birazcık meyledecektin" cümlesini doğru bir şekilde anlamaya çalışalım. Dediğimiz gibi maalesef bazıları bu cümlenin zahirine sarılarak, ayeti Allah Resulü'nün yanlış yapabileceğine delil olarak göstermeğe çalışmışlardır.
Dikkat edilirse, ayette bir şart bir de ceza cümleleri vardır. Açıktır ki şart vuku bulmadan, cezanın vuku bulması imkânsızdır. Ayetteki şart şöyledir: "Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık." Ceza ise şöyledir: "Nerdeyse sen onlara birazcık meyledecektin." Eğer Allah'ın yardım ve lütfu olmasaydı, yani Resulullah'ın sadece beşeri yönü söz konusu olsaydı, çok az da olsa, onlara meyledebilirdi. Ama Allah'ın yardımı söz konusu olunca, o az meyil dahi gerçekleşmemiştir. Bu da masumiyetin ta kendisidir. Bu İlahi yardım ve tespit, fikri düzeyde olduğu gibi ameli düzeyde de gerçekleşmiştir. Dolayısıyla ne düşünce bazında olmuş ne de amelde müşriklere yönelik her hangi bir meyil söz konusu olmuştur. Bunu sebeb-i nüzule dayanarak sadece bu olaya münhasır kılmamız için hiçbir neden yoktur. Zira bu tespit ve korumanın bu olayda felsefe ve hikmeti ne ise, diğer her konuda da aynısı geçerlidir. Dolayısıyla burada söz konusu hikmete binaen koruyan Allah'ın, her yerde koruması gerekir ve korumuştur da.
Elbette açıktır ki bu İlahi imdatlar, Peygamberleri mecbur kılmaz ve her şeye rağmen yine de tersini yapabilme imkân ve hürriyetleri vardır. Ancak bu yardım ve yakinle birlikte onların söz konusu yanlışları yapması muhal-i addi haline gelir. Tıpkı öleceğini kesin bir şekilde bilen ve yakin eden bir kimsenin anormalleşmediği müddetçe zehir dolu kadehi içmesinin muhal-i addi olduğu gibi. Söz konusu şahsın zehri bilerek içmesi imkânsız değildir, ama onun sonucuna olan yakini bunu yapmasına engeldir.
Bu bölümü bir hadisle noktalamak istiyoruz.
Resulullah (s.a.a), bir ganimet paylaştırmasına itiraz eden bazı Müslümanlara şöyle buyurdu:
"Ben size bir şey verdiğimde veya bir şeyden sizi mahrum bıraktığımda bir haznedarım ben; ancak emredildiğim şekilde hareket ederim."[4]
Bu bölümde Resulullah'ın (s.a.a) her konuda, hatta vahyin telakki ve tebliğinin dışındaki gündelik konularda dahi bütün hata ve sehivlerden masum olduğunu ispatlamaya çalışacağız.
Yukarıda da değindiğimiz gibi Resulullah'ın masumiyetini gerektiren akli delillerden birisi de, insanların onlara olan güvenlerinin sarsılmaması gerektiğidir. Aynı delil burası için de geçerlidir. Vahyin telakki ve tebliğinin dışındaki konularda hata iki türlü düşünülebilir:
a) Bazı dini amellerin uygulamasında hata.
b) Hayatın gündelik meşgalelerinde hata.
İnsanların İlahi elçilere ferdi ve sosyal görevlerini eksiksiz yerine getirdiklerine dair güvenmeleri, onların görevlerini tam anlamıyla îfa etmelerinde hayati bir rol oynamaktadır. Zira bu konularda yapılan yanlışlar, yavaş yavaş insanlarda şöyle bir düşüncenin yerleşmesine yol açar: "Bu konularda hata yapan Peygamberlerin, vahyin tebliğinde hata yapmadıkları ne malum!" Kısacası bu konularda bile Peygamberlerin yanlış ve sehivleri insanların onlara şüphe ve tereddüt gözüyle bakabilecekleri tehlikesini doğurur ki bu da onların gönderiliş felsefesine terstir. Elbette bunu söylerken, bu gibi konularda hata yapan, mutlaka vahyin telakki ve tebliğinde de hata yapar demek istemiyoruz. Bu ikisi arasında akli bir mülazeme yoktur. Akli ve ilmi olarak birincisinde İlahi korumayla bir Peygamberin hatadan korunup, ikincinde korunmamış olması mümkündür. Ancak sorun şudur ki herkesin (özellikle avam insanların) bu ikisini birbirinden ayırt etmesi zor, hatta imkânsızdır. Normal insanlar, bunların hepsini aynı kategoride değerlendirir ve birisinde hata yapan diğerinde de yapar diye düşünür. Bu yüzden hikmet ve lütuf sahibi Rabbimiz, hiçbir kimseye herhangi bir bahane bırakmayacak şekilde Peygamberlerine sahip çıkmalı ve onları mücehhez kılmalıdır. Bu Yüzden İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Ruhu'l-kudüs (Peygamberlerde bulunan ve onları teyit eden kutsi ruh), nübüvvet (yükünü) taşımakta, ruhu'l-kudüs uyumaz, gaflet etmez ve sehiv yapmaz."[5]
Bu akli yaklaşımdan sonra, şimdi Resulullah'ın bu tür konularda bile hata ve sehivden uzak olduğunu Kur'ân'dan da ispatlamaya çalışalım. Allah-u Teâlâ Nisa suresinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah'ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana Kitab (Kur'ân)ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan fazlı-lütfu büyüktür." (Nisa, 113)
Bu ayetin sebeb-i nüzulünde tefsirlerde farklı rivayetler nakledilmiştir ki bunlardan bir tanesini nakletmekle yetiniyoruz. Resulullah'ın (s.a.a) ashabından birisinin zırhı bir ara çalındı ve sahibi birisi hakkında şüphelendi. Hırsız, olayın açığa çıkma tehlikesini sezince, zırhı gizlice bir Yahudi'nin evine attı ve kabilesinden kendisinin suçsuzluğuna dair Resulullah nezdinde şahitlik yapmalarını ve zırhın Yahudi'nin evinden çıkmasını buna delil olarak göstermelerini istedi. Böylece asıl hırsız beraat etti ve Yahudi itham altında kaldı. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ olaya el koydu ve Resulü'nü olaydan haberdar etmek için yukarıdaki ayeti zikredeceğimiz diğer bir ayetle birlikte nazil etti. Bu olay bu şekliyle doğru olsun veya olmasın, çeşitli rivayetler ve ayetlerin muhtevasından, Allah Resulü'nün benzer bir olayda zahiri görüntüye bakarak ve bazılarının komplolarıyla yanlış bir hüküm verme aşamasındayken, Allah-u Teâlâ'nın bizzat müdahale ederek, gerçeği ortaya çıkarma suretiyle Resulü'ne bilmediği gerçeği bildirip, onu yanlış bir karar vermekten muhafaza ettiğini anlıyoruz. Şimdi, Resulullah'ın hata ve sehivden bile nasıl korunduğunu bu olaydan ve olay hakkındaki söz konusu ayetten çıkarmaya çalışalım.
Ayette geçen üç cümle üzerinde dikkatle durmamız gerekir:
a) Allah, sana Kitab (Kur'ân)ı ve hikmeti indirmiştir.
b) Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir.
c) Allah'ın sana olan fazlı-lütfu büyüktür."
Birinci cümle Resulullah'ın hüküm vermedeki iki ana kaynağından Kur'ân ve hikmet (sünnet)ten bahsetmektedir. Bu iki kaynağa vakıf olmak, onu İlahi hükümleri beyan etme hususunda her türlü hata ve yanlıştan korur. Ama şurası da açıktır ki genel kanun ve kurallara vakıf olmak, insanı genel kanunları tatbik noktasında hatadan korumaya yetmez. Bu noktada hatalardan korunmak için başka bir şeye de ihtiyaç vardır. Yukarıda bahsi geçen ve Resulullah'ı hatalı bir karar verme aşamasına getiren olayda, Allah Resulü genel İlahi kanun ve hükümlerden tamamen haberdardı. Ama sırf bu bilgi, onu hata yapmaktan korumaya yetmedi. Bu bilgi başka bir şeyle birleşince, Resulullah'ın hatadan korunmasına vesile oldu. İşte bu ek bilgi bir sonraki cümlede şöyle açıklanmıştır: "Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir." Acaba Resulullah'ın bilmediği ve sonradan öğretilen bu bilgiden maksat nedir? Genel İlahi hükümler olamadığı kesindir; zira bunlar birinci cümlede geçen Kitap ve hikmette beyan edilmiştir. Bazıları bu cümlenin önceki cümleyi üsteleme için söylendiğini söylese de bu anlamsız bir sözdür; zira hiçbir kimse bir Peygamberin kendi şeriatının hükümlerinden habersiz olduğu ihtimalini bile vermez ki ayrıca üstelemeye gerek duyulsun. Demek ki bu değildir; sebeb-i nüzul rivayetlerini ve ayetteki karineleri dikkate aldığımızda bu bilgilerin bazı olayların gerçeği ve iç yüzüyle alakalı olduğunu anlıyoruz. Bu mana, konuyla ilgili bir başka ayette şu şekilde ifade edilmiştir:
"Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin..."
(Nisa, 105)
Görüldüğü gibi bu ayette de Resulullah'ın hüküm vermesi için iki dayanak zikredilmiştir:
a) İndirilen kitaba dayanarak.
b) Allah'ın gösterdiklerine dayanarak.
Böylece Allah Resulü'nün Kitap ve Sünnet bilgisi dışında özel bir takım bilgilerle de donatıldığını bu ayetten de anlamış bulunuyoruz. Ayrıca Allah-u Teâlâ bunun bir istisna ve birkaç örnekle sınırlı olmadığını ve Resulü'nün sürekli bu lütfe mazhar olduğunu vurgulamak için yukarıda bahsi geçen Nisa 113. ayetin sonunda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın sana olan fazlı-lütfu büyüktür." Hak Teâlâ'nın bir şeyi büyük ve önemli görmesi bizimkiyle elbette aynı değildir. Hak Teâlâ'nın ifadelerinde mübalağa gibi gerçeği yansıtmayan şeyler olmaz. Onun ifadeleri, tam anlamıyla hakikati ifade eder. Allah'ın fazlının, lütfunun Resulü'ne büyük olduğu, onun sürekli, hüküm vermede, sosyal teamüllerinde vs. bu gibi yardımlara, bilgilendirme ve korumalara mazhar olduğunu gösterir. Kısacası hem akli hem nakli delillere göre, nübüvvet görevinde yer alan hikmet ve maslahattan dolayı, ayrıca insanlara örnek teşkil etmesi hasebiyle Resulullah'ın hayatı, söylem ve eylemleri öyle bir şekilde tanzim edilmelidir ki insanları onun söz ve davranışlarına itaat etmelerinde asla tereddüt ve güvensizliğe itmesin.
Buraya kadar Allah Resulü'nün masumiyetinin çeşitli boyutlarının, akli ve nakli delillerinden en önemlilerinin birkaç tanesini zikrettik. Bu bölümde masumiyet karşıtlarının Kur'ân ve rivayetlerden Resulullah'ın masumiyetiyle bağdaşmadığını zannettikleri bazı delilleri zikredip cevaplamaya çalışacağız inşallah.
* * *
Masumiyet Karşıtlarının İddialarına Gösterdikleri Deliller:
Bilindiği üzere Peygamberlerin masumiyetine karşı çıkanlar, bazı ayetlerin ve hadislerin zahirini veya bazı uydurma rivayetleri kendilerine dayanak olarak kullanmaktadır. Biz bunlardan en önemli, yaygın ve meşhur olanlarını cevaplamaya çalışacağız.
1- Kur'ân'da Geçen Bazı Şartlı Uyarılar:
Masumiyet karşıtlarının delil olarak sarıldıkları şeylerden birisi de Kur'ân'da Resulullah hakkında inen bazı şartlı uyarılardır. Onlar bu şartlı uyarıları sanki vuku bulmuş birer olay olarak algılayıp bunları Resulullah'ın masum olamayacağına delil olarak göstermektedirler.
Biz bunlardan bir kaçını zikredip cevaplamaya çalışacağız. Bunları dikkate alan, benzer ayetlerin cevabını da öğrenmiş olur; çünkü hepsindeki üslup ve amaç aynıdır.
a) "…Ve eğer sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'tan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı." (Bakara, 120) Benzer cümleler çok az farkla Bakara suresinin 145. ayetinde ve Ra'd suresinin 37. ayetinde geçmektedir.
b) "Andolsun ki, sana da, senden öncekilere de şu vahyedildi: "Yemin ederim ki, eğer şirk koşarsan, bütün çalışmaların boşa gider ve mutlaka kendine yazık edenlerden olursun." (Zumer, 65)
c) "Eğer O (Peygamber), bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, * Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. * Sonra da onun şah damarını keser atardık. * O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız." (Hakka, 44-47)
Örnek olarak verdiğimiz bu ve benzeri ayetlerde yapılan şartlı uyarılar, asla şartın vuku bulduğu anlamına gelmez. Eğer bir şeyin şartlı beyan edilişi, illa da onun vuku bulduğu anlamına gelseydi, başka benzer şartlı cümlelerde de durum aynı olurdu. Oysa onlarda şartın vuku bulmadığını kesin olarak biliyoruz. Örneğin şöyle buyurmaktadır:
"Yemin olsun ki, dilersek sana vahy ettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bize karşı kendine bir vekil (koruyucu) bulamazsın." (İsra, 86) Hepimiz böyle bir meşiyyetin asla vuku bulmadığını, tam tersini Allah-u Teâlâ'nın Resulü vasıtasıyla şeraitini tekmil ettiğini biliyoruz.
"Peki, vuku bulmayan bu tür uyarıların yapılmasının sırrı nedir?" diye sorulabilir. Bu hususta iki noktaya değinmekte fayda var:
Birincisi, bu gibi uyarılarla Allah-u Teâlâ Resulü'nün beşeri yönüne dikkat çekip, eğer sadece onların bu yönleri söz konusu olsaydı, hata yapma ihtimalleri olabileceğine dikkat çekip, Peygamberin masumiyetini tamamlayan unsurun İlahi yardımlar olduğuna vurgu yapmaktır.
İkincisi, bu ayetlerdeki tabirler ayrıca eğitim amaçlı kullanılmış ve Resulullah kanalıyla başkalarına, ümmetine mesaj verilmek istenmiştir. Yani hitap zahirde Resulullah'a yapılmasına rağmen asıl muhatap başkalarıdır. Çünkü birçok kimse, kendisine direk hitap edilip bazı ağır uyarıların yapılmasını tahammül edemiyor ve yanlışlarından dönme yerine daha da inada biniyorlar. Oysa dolaylı mesajda bu risk asgariye iniyor ve adam kendi kendine, "Eğer Allah Resulü'ne bile bu konularda ayrıcalık tanınmıyor ve böyle ağır bir dille uyarılıyorsa, bize haydi haydi tanınmaz. O halde hal ve hareketlerimize daha çok dikkat etmeliyiz!" Esasen bu hemen her millette bulunan "Kızım sana diyorum, gelinim sen anla" yöntemidir. Bu bölümü, hitabın Resulullah'a yöneltilmesine rağmen asıl muhatabın, ümmet olduğunu gösteren çok açık bir ayeti de aktararak bu bölümü noktalamak istiyoruz:
"…Onlardan (anne-babadan) biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara "öf" bile deme ve onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle. * İkisine de acıyarak tevazu kanatlarını indir. Ve şöyle de: "Ey Rabbim! Onların beni küçükten terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de kendilerine merhamet et." (İsra, 23-24)
Hepimiz bu hitapların asıl muhatabının anne babasız büyüyen Resulullah değil, ümmet olduğunu biliyoruz.
2- Uyarı Mahiyeti Taşıyan Bazı Emir Ve Nehiyler:
Masumiyete muhalif çevrelerin iddialarına delil olarak gösterdikleri şeylerden birisi de Kur'ân'da Resulullah'a yönelik yapılan ve zahiri uyarı niteliği taşıyan bazı emir ve nehiylerdir ki bunlardan da birkaç örnek zikredip ayetlerin tahlilindeki genel ölçüyü vereceğiz. Bu ölçü benzer bütün örnekler için geçerlidir.
a) Müslümanlar bir müddet Beytü'l-Mukaddes'e doğru namaz kılıyorlardı. Ama daha sonra Allah-u Teâlâ bazı maslahatlara binaen kıbleyi Mescidü'l-Harâm'a doğru değiştirdi. Bunu gören münafıklar ve Yahudiler yaygara kopararak Müslümanların kafasını bulandırmaya çalıştılar. Allah-u Teâlâ indirdiği ayetlerle bu yaygaralara cevap verdikten sonra Resulü'ne hitaben şöyle buyurdu:
"O hak, Rabbindendir. Artık şüpheye düşenlerden olma sakın!" (Bakara, 147)
Benzer bir uyarı Hz. İsa'nın ulûhiyetini reddedip onun Hz. Hz. Meryem'in oğlu olduğunu ve Hz. Âdem gibi babasız dünyaya geldiğini beyan ettikten sonra, Resulullah'a hitaben şöyle yapılmıştır:
"O hak, Rabbindendir. Artık şüpheye düşenlerden olma!" (Al-i İmran, 60)
Açıktır ki gayb âlemini şuhud eden, vahiy meleğini görüp onunla konuşan, miraçta büyük İlahi ayetleri gören Resulullah'ın hakkı kabullenmekte şüphe ve tereddüt yaşaması mümkün değil. Yukarıda da beyan ettiğimiz gibi bu tür hitaplarda asıl muhatap Resulullah değil başkalarıdır.
b) Daha önce masumiyetin delillerinden bahsederken çalınan zırh olayı hakkındaki ayeti aktarmıştık. O ayetlerde Allah-u Teâlâ Resulü'ne şöyle hitap ediyor:
"Biz sana Kitab (Kur'ân)ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma!" (Nisa, 105)
Bir ayet sonrasında ise şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine hainlik edenleri savunma. Muhakkak Allah hain günahkârları sevmez." (Nisa, 106)
Söz konusu olayda gerçi Resulullah zahiri göstergelere dayanarak hüküm verme aşamasındaydı ve Allah-u Teâlâ bu kadar bir yanlıştan bile Resulünü korudu; ama kesinlikle ne bir hainin taraftarlığını yapmıştı, ne de bir haini savunma niyetindeydi; bunu yapanlar başkalarıydı. Ama Allah-u Teâlâ yukarıda bahsettiğimiz maslahatı dikkate alarak onların yanlışlarını direk olarak yüzlerine vurma yerine Resulü'nü muhatap alıp, "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" yöntemini kullanmıştır.
c) "Allah ile birlikte başka bir ilâh edinme! Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın." (İsra, 22)
"İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Sakın Allah'la beraber başka bir ilâh uydurma. Aksi halde kötülenmiş ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın." (İsra, 39)
"Elbiseni temizle. * Pislikten (puttan) sakın." (Müddessir, 4-5)
Bu ayetlerden de bazıları Resulullah'ın şirke düşme tehlikesinin olduğunu, dolayısıyla masum olamayacağını çıkarmaya çalışıyorlar.
Oysa şirki ve putperestliği ortadan kaldırmak için gönderdiği Peygamberine Allah-u Teâlâ dönüp "Kendine başka ilah edinme veya puttan sakın" buyuruyorsa, akıl sahibi her kes bundaki asıl muhatabın başkaları olduğunu teslim etmesi gerekir.
d) "Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman hemen onlardan uzaklaş ki, ondan başka söze dalsınlar. Eğer şeytan bunu sana unutturursa hatırladıktan sonra hemen kalk, o zalimler topluluğuyla oturma." (Al-i İmran, 68)
Bu ayet de masumiyet karşıtlarının sık sık ileri sürdükleri bir delildir. Diyorlar ki ayet bize Resulullah'ın şeytan'ın vesveseleriyle unutkanlık ve gaflete düşüp İlahi ayetlerle alay edenlerle birlikte olabileceğini gösteriyor. Bu ise masumluğa büsbütün ters bir durumdur.
Bizce burada da yine asıl muhatap Resulullah değil, genel anlamda Müslümanlardır. Zira bir sonraki ayette açık bir şekilde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'tan korkanlara o zalimlerin hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat bu bir hatırlatmadır. Gerekir ki sakınırlar." (Al-i İmran, 69) Görüldüğü gibi bu ayette "Allah'tan korkanlara" şeklinde çoğul kipi kullanarak, bu uyarıdaki muhatabın bir tek kişi değil, genel olarak bütün Müslümanlar olduğunu ortaya koymuş oluyor. Kısacası bu da yine "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" babından bir hitaptır..
Yukarıda da değindiğimiz gibi bu türden uyarıları taşıyan başka ayetler de vardır ki yaptığımız bu açıklamalarla, onların da gerçek tefsir ve tahlili anlaşılmış olduğundan, sözü bu bölümde bundan fazla uzatmaya gerek görmüyoruz.
3- Resulullah'a Atfen Kur'ân'da Zikredilen İstiğfarlar:
Masumiyete karşı olanların en çok koz olarak kullandıkları şeylerden birisi de Kur'ân'da ister diğer Peygamberlere, isterse İslam Peygamberine atfedilen "istiğfar" ve "zenb" tabirleridir ki biz Resulullah hakkında olan bazılarını örnek olarak verip bu ayetlerin gerçek muradını ve masumiyetle çelişmeyecek şekilde tefsirini vermeye çalışacağız inşallah. Elbette bu açıklamayla diğer Peygamberler hakkındaki benzer tabirlerin de cevabı verilmiş olacaktır.
"Allah'tan bağışlanmanı dile. Şüphesiz, Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir." (Nisa, 106)
"Rabbini överek tesbih et; O'ndan bağışlanmanı dile; çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir." (Nasr, 3)
"Ey Muhammed! Bil ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hem kendi günahın için, hem de mu'min erkekler ve mu'min kadınlar için Allah'tan bağışlanma dile. Allah, sizin gezip dolaştığınız yeri de duracağınız yeri de bilir." (Muhammed, 19)
"O halde sabret. Çünkü Allah'ın vaadi haktır. Hem günahından dolayı istiğfar et ve akşam sabah Rabbini hamdıyla tesbih et." (Mu'min, 55)
Evet, bunlar ve benzeri ayetlerin izahı için önce akıl sahipleri tarafından tereddütsüz kabul edilen bir prensibe değinmemiz gerekir; o da şudur ki bir insanın şahsiyetinin büyüklüğü oranında sorumluluk ve mesuliyeti de büyüktür. Dolayısıyla akıllılar örfü açısından bir insandan sadır olan bazı amel ve davranışlar, onun özel konumuna binaen suç ve hata sayıldığı halde, başka birisinden aynı ameller sadır olduğunda onun için normal bir şey olarak değerlendirilebilir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Şer'i hükümler, farz, haram, müstehap, mekruh ve mubah olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Bilindiği gibi her mükellef için farzı yerine getirme ve haramı terk etme hususunda ruhsat söz konusu değildir. Ama müstehap olan ameli yerine getirme ve mekruhu terk etme tercihli olmakla birlikte mükellefe bu konuda ruhsat tanınmıştır. Bununla birlikte bazı kimseler için sahip oldukları yüksek makam ve mertebeden dolayı farz ve haramların yanı sıra müstehap ve mekruh olan şeyler hususunda bile dikkatli davranıp onları ihmal etmemeleri beklenir. Hatta bazen mubah olan şeylerde dahi bazı arızî sebeplerden dolayı söz konusu insanların mubah bir şeyi yerine getirmeleri veya terk etmeleri gerekli görülebilir. Kısacası Hakk'ın azametine herkesten daha çok arif olan bir kimse, bütün bu hükümlerde herkesten daha çok hassas davranması gerekir ve hiç birisinde en ufak bir ihmali hoş karşılanmaz. Dolayısıyla bu türden bir ihmal söz konusu olduğunda da yaptığı işten istiğfar edip onu telafi etmesi beklenir; hâşâ şer'i bir günah işlediğinden dolayı değil, yapılan işin, onun makam ve mertebesine ve sahip olduğu ilim ve irfana yakışır bir şey olmadığından dolayı. Bu, toplumsal ilişkilerde de böyledir; örneğin insanlar, medenî, dünya gezmiş-görmüş, okumuş, ilim irfan sahibi olmuş bir kimseden bekledikleri tavır ve davranışların hepsini, bedevi bir hayat tarzına sahip olan bir kimseden beklemezler. Dolayısıyla da ikincisine hoş görüp normal karşıladıkları birçok şeyi, birincisi için hoş görmez ve normal karşılamazlar. Yaptığı şeylerin illa da bir suç ve günah olduğundan dolayı değil, sahip olduğu bilgi, tecrübe ve birikiminden dolayı bunları ona yakıştırmazlar. .
Evet, bütün bunlar, başta da söylediğimiz gibi insanın şahsiyetinin büyüklüğü oranında sorumluluk ve mesuliyetinin de büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. İşte bu yüzden, büyük insanlardan, enbiya ve evliyadan bazen sadır olan bazı gafletler veya mekruh olan veya ıstılah olarak terk-i evla denilen şeyler, günah sayılabilir. Ama bunlar bizim gibi insanlar için söz konusu olan mutlak günahlar (farzı terk veya haramı yerine getirme) türünden günahlar değil, nisbî günahlardır. Yani onlara ve sahip oldukları iman, ilim ve irfan mertebesine yakışmayan şeylerdir. Evet, onların istiğfarı da birinci tür günahlara sahip olduklarından dolayı değil, ikinci türden fiiller içindir. Biz, "Peygamberler masumdur" dediğimiz zaman da birinci türden günahlardan masum olduklarını kastetmekteyiz. Zira diğer insanların işlediği o tür günahlardan bir tanesini dahi maazallah işlerlerse, insanların onlara karşı olan güvenlerinin sarsılmasına ve İlahî hüccetin tamamlanmamasına yol açar; bu da Peygamberlik müessesesinin felsefesine tamamen terstir.
Bir diğer husus şudur ki yüce manevi makam ve mertebelere sahip olan arif insanlar, Hakk'ın azamet ve yüceliğini herkesten daha çok müdrik oldukları için, ne kadar da ibadet ve itaatte bulunsalar, yaptıkları ibadeti Rabbulalemin'e layık görmedikleri ve onun azameti ve verdiği nimetlerin karşısında hiçbir değere sahip görmedikleri için, yaptıkları iyi işlerden ve ibadetlerden dahi istiğfar etmektedirler! Hatta Hakk'a âşık olan o güzide insanlar, gerçek bir aşığa yakışanın daima maşukuyla haşir neşir ve onunla birlikte olması gerektiğini bildikleri için, beşeri özelliklerinden kaynaklanan ihtiyaçlarını giderme veya üstlendikleri bazı vazifeleri ifa etmek için maşuklarından ayrılma ve ondan gaflet etme mecburiyetinde kalmalarını dahi kendileri için bir eksiklik ve suç olarak görmekte ve bunu telafi için, ona istiğfar etmekte ve ağlayıp sızlamaktadırlar! Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz şeyler (makamlarına yakışmayan terki evlalar), İslam Peygamberi de dâhil bütün Peygamberler hakkında mümkün olmakla beraber, haklarında söz konusu olan istiğfarların belki de pek çoğu daha çok bu tür istiğfarlardır. Mesela Allah Resulü'nden şöyle bir hadis nakledilmektedir: "Ben her gün Rabbimden yüz defa (bazı rivayetlerde ise yetmiş defa) mağfiret dilemekteyim."[6] Şimdi (haşa) Allah Resulü (s.a.a) her gün yüz veya yetmiş defa bizim bildiğimiz şer'î günahlardan işleyip de onlar için mi istiğfar ediyordu?! Veya hatta her gün yetmiş terk-i evla işlediğini söylemek mümkün mü? Açıktır ki hayır. Bu yüzden bunların çoğundan maksadın en son bahsettiğimiz gerekçelerden dolayı olduğu kesindir. Böylece yukarıda örneklerini verdiğimiz ayetler ve benzerlerindeki günah lafzından veya istiğfar lafzından normal insanlar için söz konusu olan şer'i günahlar ve onlar için yapılan istiğfar olmadığı ve dolayısıyla bu tür tabirlerin inandığımız ve Kur'ân ve sünnetteki kesin delillere dayanarak çerçevesini çizdiğimiz masumiyete herhangi bir halel getirmediği açıklık kazanmış oldu.
4- Abese Suresinin İlk Ayetlerinde Geçen Olay:
Yüce Resulullah'ın (s.a.a) masumiyetiyle ilgilenen hemen herkesin gündeme getirdiği, masumiyete karşıysa, iddiasına delil olarak gösterdiği, karşı değilse cevabını merak ettiği şeylerden birisi de "Abese" suresinde anlatılan olaydan ibarettir. Bunun başlıca sebebi, belki de iki şeydir: Ayetlerin bir kısmında yer alan hitaplar ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında ayetlerin sebeb-i nüzulüyle ilgili nakledilen bazı rivayetler.
Bizim bu konudaki geniş bir incelememiz daha önce Kıble dergisinin 16. sayısında yayımlanmıştı. Ama bu sayı Resulullah (s.a.a) özel sayısı olduğu için, Resulullah'ın masumiyetiyle ilgili bütün başlıklar bir arada olsun diye bahsi geçen incelemeyi aynen buraya da aktarmayı uygun bulduk. Fakat konuya geçmeden önce bir hususa değinmekte fayda görüyoruz. Sünni tefsirlere ve konuyla alakalı eserlere vakıf olanlar biliyorlar ki Ehl-i Sünnet müfessirleri ve alimleri genellikle Abese suresindeki olayı Resulullah'la alakalı tefsir edip ayetlerde kınanan ve uyarılan kimsenin bizzat Resulullah olduğunu iddia etmektedirler. Ancak Yrd. Doç. Yener ÖZTÜRK isimli Sünni bir kardeşimiz, Yeni Ümit dergisinin 74. sayısında yayınlanan yazısında meşhur Ehli Sünnet görüşüne aykırı bir görüş ortaya atarak Ehlibeyt mektebinin görüşüne yakın bir görüş sergilemiş ve ayetlerde kınanan kimsenin Resulullah olmadığını ve Kureyş müşriklerinden birisi olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Yazıda ufak tefek katılmadığımız hususlar olsa da yazarı, bu güzel ve aynı zamanda ilginç çalışmasından dolayı kutluyoruz.
Biz bu olayı incelemeden önce, Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer aldığı şekliyle olayı nakledip, ardından cevabına geçmek istiyoruz:
* * *
Olay, Ehlisünnet kaynaklarında kısaca şöyle nakledilmiştir:
"Bir gün Allah Resulü (s.a.a) Kureyş'in servet ve makam sahibi bazı büyükleriyle (onları hidayet etme amacıyla) sohbet ederken, a'ma olan Abdullah İbn Ümm-ü Mektum, meclise girmiş ve ısrarla Allah Resulü'nden, Allah'ın öğrettiği şeylerden kendisine öğretmesini istemiş; Resulullah (s.a.a) ise, Kureyş büyükleriyle olan sohbetini yarıda kesen Abdullah'ın bu tavrından rahatsız olarak, ona surat asmış ve sırtını ona dönerek Kureyşlilerle olan sohbetine devam etmişti."
Hatta bu rivayetlerin bazısında şöyle bir ilâve de mevcuttur: "Resulullah, İbn Ümm-ü Mektum'un o sırada toplantıya gelmesine rahatsız olmuş ve kendi içinde: 'Şimdi bu Kureyşli, adama uyanlar bir avuç kör, sefil ve köle insanlardır, diyecektir.' diyerek ona surat asmış ve sırtını dönmüştü..." Bunun üzerine Allah-u Teâlâ (c.c) şu ayetleri indirmiş ve Resulullah'ı bu tavrından ötürü kınamıştır:[7]
1- Surat astı ve yüz çevirdi. 2- O kör kendisine geldi diye. 3- Ne biliyorsun, belki o temizlenip arınacak? 4- Ya da öğüt alacak; böylelikle bu öğüt ona yarar sağlayacak? 5- Fakat kendini müstağni gören var ya, 6- Sen onunla ilgileniyor (ona önem veriyorsun). 7- Oysa onun temizlenip arınmasından sana ne? 8- Ama koşarak sana gelen 9- Ve (Rabbinden) korkan ise, 10- Sen onu görmezden geliyorsun, ihmal ediyorsun. 11- Hayır; hiç şüphesiz o (Kur'ân) bir öğüttür. 12- O hâlde isteyen ondan öğüt alır. 13- O (Kur'ân) değerli-üstün sahifelerdedir (levhalardadır). 14- Yüceltilmiş, tertemiz kılınmış (sahifeler) 15- (Öyle sahifeler ki) elçilerin-kâtiplerin (meleklerin) elindedir. 16- (Onlar ki) üstün, değerli ve iyilik sembolüdürler. 17- Kahrolası insan ne kadar da nankördür! 18- (Allah) onu hangi şeyden yarattı? 19- (Değersiz) bir nütfeden yarattı ve onu biçimlendirdi. 20- Ona yolu kolaylaştırdı. Sonra da onu öldürdü ve kabre gömdürdü. Sonra dilediği zaman onu diriltir. 21- Hayır (Allah'ın) ona emrettiğini, o yerine getirmedi.
Biz bu ayetlerin tefsirinde ileri sürülen görüşlerin en önemlilerini delilleriyle birlikte verip, ardından tercih ettiğimiz görüşü detaylı bir şekilde açıklamaya çalışacağız.
Birinci Görüş: Ehlisünnet müfessirlerinden birçoğu, sebeb-i nüzul olarak nakledilen rivayetlere de dayanarak bu ayetlerde kınanan şahsın, Allah Resulü (s.a.a) olduğunu, sonuç olarak da Resulullah'ın mutlak masumiyetinin doğru olamayacağını ve Resulullah'ın da bazı hatalarının, hatta günahlarının söz konusu olduğunu ileri sürmüşlerdir.
İkinci Görüş: Bir diğer grup, ayetlerde kınanan şahsın Resulullah (s.a.a) olduğunu kabul etmekle birlikte, diyor ki: Olayın mahiyetini ve cereyan ediş şeklini dikkate aldığımızda, öyle zannedildiği gibi önemli bir hata, hele hele bir günah kesinlikle söz konusu değildir ve olsa olsa bir terk-i evlâ söz konusudur; bu da masumiyete herhangi bir halel getirmez. Zira biz, peygamberlerin günahlardan ve ilâhî vazifelerini lâyıkıyla yerine getirmekle ilgili konularda masum olduklarını iddia etmekteyiz. Olayın bir terk-i evlâ olduğunu gösteren emare ve karinelere gelince, rivayetlerin de belirttiği gibi Allah Resulü (s.a.a), birçok ayetten de anlaşıldığı gibi insanların hidayeti için son derece istekli ve ihtiraslı davranıyor ve onların dalâlette direnmelerine adeta kahroluyordu. Öyle ki bazen Rabb'ül-Âlemin ayet indirerek Resul'ünü kontrol ediyor ve bu kadar hırs ve üzüntünün de yersiz olduğunu, ona düşen görevin sadece ilâhî mesajların tebliği olduğunu hatırlatıyordu. Bu olayda da aynı şey söz konusudur. Hele bu olayda Resulullah, Kureyş büyükleriyle muhatap olduğu ve bu fırsatın belki de bir daha ele geçmeyeceğini ve bu insanların hidayetiyle, belki peşlerinden sürükledikleri diğer birçoklarının da hidayet bulacağını düşünerek, onlarla aşırı bir şekilde ilgileniyor ve onların hidayet bulmaları için can atıyordu. İşte tam bu sırada Abdullah İbn Ümm-ü Mektum meclise giriyor ve a'ma olduğu için olup bitenlerden habersiz bir şekilde ısrarla Resulullah'tan kendisine bir şeyler öğretmesini isteyerek, Resulullah'ın müşriklerle olan sohbetinin bölünmesine vesile oluyor. Önemli bir işle meşgul olduğunu düşünen Allah Resulü, Abdullah'ın bu davranışından rahatsız olarak surat asıp sırtını dönerek müşriklerle olan sohbetine devam ediyor.
Aslında normal şartlarda Abdullah böyle bir muameleyi hak etmişti. Zira meclis âdâbına riayet etmemişti. Resulullah'ın surat asması da a'ma olan birisini rahatsız edecek bir tutum da olmadığı için bir günah sayılamaz. Kaldı ki, bir insanın samimî olduğu ve kendisine yakın bildiği birisine bu kadarcık bir ihmal ile davranması tabiîdir ve onu rahatsız edecek bir tutum değildir. Ancak Allah-u Teâlâ, Server-i Kâinat ve Seyyid-i Enbiya olan Habibi'ne bu kadarcık bir ihmali dahi uygun bulmuyor ve Resul'ünü uyarmakla birlikte, müşriklerin hidayeti için bu kadar çırpınmanın da gereksiz olduğunu vurguluyor. İşte bu latif kınama ve uyarı, günah olmamakla birlikte, yapılmaması Resulullah'ın şanına daha uygun düşen bir fiilden dolayıdır. Biz de zaten bu kadarını peygamberler hakkında mümkün görüyor ve onların masumiyetine bir halel getirmeyeceğini söylüyoruz.
Üçüncü Görüş: Diğer bazı müfessirler ise surenin ilk dört ayetinin başkasına, beş ilâ onuncu ayetlerin ise Resulullah'la ilgili olduğu görüşündeler. Onlar diyorlar ki: "İlk ayetlerde, kayıp şahıs kipiyle ismi belirtilmeyen birisinin a'maya surat asıp sırtını çevirmesinden bahsediyor ve kesinlikle Resulullah'ın ismi geçmiyor. Biz, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakledilen bir rivayete de dayanarak bu şahısın Peygamber (s.a.a.) değil, Benî Ümeyye'den birisi olduğunu söylüyoruz; diğer ayetler ise Resulullah ile ilgilidir."
Bu görüşe göre olayın tasviri şöyledir: Bir gün Allah Resulü (a.s) Kureyş zenginlerinden bazılarıyla, tebliğ amaçlı sohbet ederken, a'ma olan Abdullah İbn Ümmü Mektum içeriye giriyor. Bu sırada, mecliste bulunan Benî Ümeyye'den birisi, Abdullah'ı görür görmez, onun gelmesinden rahatsızlığını bildirmek ve onu tahkir etmek maksadıyla suratını asıp, kibirli bir jestle elbiselerini toplayarak ona sırtını çeviriyor. O sırada hararetli bir şekilde müşriklere tebliğ ile meşgul olan Resulullah, belki de bu meşguliyeti, sözün dağılmaması ve meclisin düzeninin bozulmaması için, söz konusu Emevî'nin bu çirkin ve mütekebbirâne davranışı karşısında tepki göstermemiş ve sohbetine devam etmişti. İşte inen ayetlerin ilk üçü, söz konusu şahsın o çirkin davranışına itiraz etmekte, sonraki ayetler ise Resulullah'ın tepkisizliğine değinip, günah olmamakla birlikte bunun, onun yüce mertebe ve makamına yakışmadığı, ona yakışanın bu tür çirkin fiillerin sahiplerine tavır koyup mu'min birisinin bu kadarcık bir tahkir ve mağduriyetine göz yummaması olduğunu ortaya koymaktadır.
İşte diyorlar: Gördüğünüz gibi ortada Resulullah'ın masumiyetine halel getirecek bir durum yoktur ve sadece bir terk-i evlâ söz konusudur. Peygamberlerin durumu ise, sahip oldukları makam ve mertebelerinden dolayı bizden farklıdır; onlar bir terk-i evlâdan ötürü de kınanabilirler.
Dördüncü Görüş: Bizim de tercih ettiğimiz dördüncü görüş ise, bu ayetlerin hiçbirisinin Resulullah'la ilgili olmadığı ve onlardaki kınamanın başkalarına ait olduğudur. Bu görüşün delillerini aşağıda açıklamaya çalışacağız:
1. Delil: Bu ayetlerin ve onlardaki kınamanın Resulullah'a yönelik olduğunu ileri süren rivayetlerin hiçbirisi, senetleri zayıf olduğu için müstakil bir delil ve hüccet sayılamaz. Zira bu rivayetlerin bir kısmı sahâbeden, bir kısmı ise tâbiînden nakledilmiştir. Sahâbeden nakledilen rivayetler üç kişiye, yani Ümm'ül-Mu'minin Âişe, Enes b. Mâlik ve İbn Abbâs'a dayandırılmaktadır. Hâlbuki bu şahıslar söz konusu olay yaşandığında, ya dünyaya gelmemişlerdi (İbn Abbas gibi) veya henüz çok küçük yaştaydılar ki bu olaya şahit olup da onu rivayet etmeleri oldukça zor veya gayr-i mümkündür. Tâbiî olanların (Katâde, Mücâhid, Ebu Mâlik, Hakem, İbn Zeyd ve Zahhâk gibi) rivayetlerine gelince, onların da sahâbeye varan senetleri kopuk olduğu ve kimden naklettikleri bildirilmediği için delil sayılamaz.
2. Delil: Bu rivayetler muhteva açısından da çelişki ve tenakuzlarla doludur. Bu çelişki, sadece bir râvinin rivayetiyle diğerinkinin arasında değil, hatta tek râviden nakledilen rivayetlerde de söz konusudur. Mesela Ümm'ül-Mu'minin Âişe'den nakledilen bir rivayette, Resulullah'ın yanında Kureyş büyüklerinden birisinin bulunduğu; bir diğerinde, Utbe ve Şeybe isimli iki Kureyşlinin olduğu; başka bir rivayette ise Ebu Cehil ve Utbe b. Rabi'nin de aralarında bulunduğu bir grup tanınmış Kureyş simalarından bahsedilmektedir.
İbn Abbâs'ın bir rivayetinde Resulullah'ın Utbe, amcası Abbas ve Ebu Cehil ile konuşmakta olduğu, İbn Abbâs'a nispet verilen tefsir kitabında ise bu kişilerin, Abbâs, Ümeyye b. Halef ve Safvân b. Ümeyye olduğu ileri sürülmektedir.
Katâde'nin bir rivayetinde bunun Ümeyye b. Halef, bir diğerinde ise Übey b. Halef olduğu kaydedilmektedir.
Yine Mücahid'in bir rivayetinde, Kureyş'in elebaşlarından birisi denmekte, bir diğerinde ise Utbe b. Rabia ve Ümeyye b. Halef diye iki kişinin ismi verilmektedir.
Rivayetlerin biri diğeri ile karşılaştırıldığında, bu ihtilâflar daha da yoğunlaşmaktadır. Kısacası olayın keyfiyeti, Resulullah'ın (s.a.a) olayla ilgili söyledikleri, İbn Ümm-ü Mektum'un sözleri bu rivayetlerde incelenip birbiriyle karşılaştırıldığında, bir sürü ihtilâf ve çelişki açıkça görülmektedir. Fakat biz sözün fazla uzamaması için onlara girmiyor ve daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlere, verdiğimiz kaynaklara başvurup, onları bizzat birbiriyle karşılaştırmalarını tavsiye ediyoruz.
Burada rivayetlerle ilgili iki nükteye de değinip geçmek istiyoruz: Önceden de aktardığımız gibi, rivayetlerin bazısında şöyle diyor: "Allah Resulü, Abdullah geldiğinde şöyle demişti: 'Şimdi bu Kureyşli, bu adama uyanların hepsi bir avuç kör, köle ve sefil insanlardan ibarettir, diyecek' diye içinden geçirerek, ona surat asmış ve sırtını dönmüştü."
Şimdi evvela râvî, Resulullah'ın içini nasıl okumuş ve içinde böyle bir şey söylediğinden nasıl haberdar olmuştu?! Saniyen Resulullah'a iman eden kimselerin nasıl birileri olduklarını, müşrikler bilmiyor muydu ki, Allah Resulü böyle bir telâşa kapılsın ve sırrının ifşa olmasından rahatsız olsun. Salisen, aşağılık kompleksinden başka bir yorumu olmayan böyle bir düşünceyi, bu insanlar, insanlığın onuru Allah'ın Resulü ve Habibi'ne nasıl yakıştırabiliyorlar acaba?!
Bir diğer rivayette ise şöyle geçmektedir: "Bu olaydan ve bu olay üzerine inen bu ayetlerden sonra, Allah Resulü'nün bir daha bir zengine önem verdiği ve bir fakiri ihmal ettiği görülmedi!!"
Yıllar boyu ilâhî talim ve terbiyeden geçtikten sonra peygamberliğe ulaşan, bu olaydan önce defalarca benzer konularda kendisine ilâhî direktifler ve ayetler[8] inen Peygamber'in (s.a.a) bütün bunlardan gaflet edip, zengine karşı o şekil ve fakire karşı da bu şekil davranıp, sonra adeta uykudan uyanırcasına bir daha benzer bir davranışta bulunması nasıl düşünülebilir?!. Böyle bir şey mâkul ve mantıklı olabilir mi asla?!
3. Delil: Bu münasebetle nazil olduğu iddia edilen ayetlerden, kınanan şahsın, zengine, kâfir bile olsa ilgi gösterip önem veren, fakire karşı mu'min bile olsa ilgisiz ve duyarsız kalıp onun tezkiyesine önem vermeyen bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Oysa hepimiz Allah Resulü'nün böyle bir ahlâk ve karaktere sahip olmadığını biliyoruz. Yine biliyoruz ki, fakire surat asıp sırt çevirme gibi hem İslâmî âhlâka ters düşen, hem de bunu yapan kimsenin kibir ve gururunun da bir göstergesi olabilecek bir davranış, Allah Resulü gibi birisinin davranışı kesinlikle olamaz. Zira düşmanlarına karşı bile böyle bir davranışı nakledilmeyen Resul-i Kibriya'nın mu'min bir dostuna karşı böyle bir davranışta bulunması nasıl düşünülebilir?!
"O mu'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir."[9] ayetini Rabbimiz onun hakkında indirmemiş midir?!
Yine Abese'den önce bisetin başlarında ikinci veya dördüncü sure olarak nazil olan Kalem Suresi'nde[10] Rabb'ul-Âlemin, Habibi'ni "Hiç şüphesiz sen yüce bir âhlak üzeresin." diye tavsif etmiyor mu?! O hâlde, böyle yüce bir ahlâka sahip olan birisinden, kınamayı gerektiren ahlâk dışı ve mütekebbirâne bir davranış nasıl sergilenebilir?! Bisetin başlarında bu yüce özelliğiyle tanıtılan Peygamber'in, aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen ahlâkında, daha çok ilerleme ve kâmilleşme hasıl olması gerekirken, (hâşâ) geriledi mi ki böyle bir davranışta bulunsun?! Acaba Allah-u Teâlâ "hulk-i azim" (yüce ahlâk) ile nitelendirdiği bir kimsenin gerçek ahlâkından haberdar değil miydi?! Yoksa biliyordu da bu şekilde tanıtmasında bir hikmet ve maslahat mı söz konusuydu?!
4. Delil: Bildiğimiz gibi "İnzâr Ayeti" diye meşhur olan ve Abese'den iki yıl önce inen Şuârâ Suresi'nin 14-15. ayetlerinde şöyle hitap ediyor Rabbimiz Habibi'ne: "(Önce) en yakın akrabalarını uyar ve sana uyan mu'minlere kanatlarını ger (onlara şefkat ve merhamet ile davran)."
İki yıl öncesinde mu'minlere bu şekilde davranmakla öğütlenen Peygamber (s.a.a), acaba bunlar aklında olduğu hâlde mi Abdullah'a öyle davrandı, yoksa unutmuş muydu? Birinci şıkkı söylersek, o zaman Resulullah'ın bizzat kendisine inen açık ilâhî emirlere muhalefet ettiğini kabul etmiş oluruz; yok önceden inen ayetin emrini unutarak böyle davrandı dersek, o zaman da başka ayetleri ve hükümleri unutmadığını nereden garantileyebiliriz?!
5. Delil: Söz konusu ayetlerin birisinde şu tabir kullanılmıştır: "Sana ne onun arınıp, arınmadığından.?!"[11] Bu hitabın da Peygamber'e yönelik olması uygun değildir. Zira Allah Resulü'nün başlıca görevi insanları Allah'a davet edip onların talim ve tezkiyesiyle meşgul olmak değil midir? Cuma Suresi'nde: "O (Allah) ümmîler içinde kendilerinden olan ve onlara (Allah'ın) ayetlerini okuyan, onları arındırıp temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamberi gönderendir."[12] buyurmamış mıdır?
6. Delil: Allâme Tabâtabâî'nin de değindiği gibi: "İnsanlar arasında üstünlük ölçüsünün fakirlik-zenginlik değil, salih ve iyi amaller olduğunu idrak edip kavrayan, bizzat insanın aklıdır. İslâm'dan önce Hanif dini de aynı değerleri insanlara telkin etmiştir. Hâl böyle iken, önceden zikrettiğimiz ayetler nazil olmasaydı dahi, Allah Resulü'nün böyle bir davranışın kötülüğünü, zengin bir kâfiri, fakir bir mu'mine tercihin ne kadar kötü olduğunu anlamış olması gerekirdi; oysa öyle olmadığını görüyoruz; bu da bu iddianın ne kadar tutarsız olduğunu gösteriyor."
Önceden de değindiğimiz gibi bazıları, Allah Resulü'nün bu davranışında herhangi bir dünyevî maksat gütmediğini, o müşriklerle ilgilenmesi de onların hidayetine olan şiddetli arzusundan kaynaklandığını söylüyorlar. Yine diyorlar ki: Abdullah'a karşı davranışında da onun fakirliği Resulullah'ı böyle bir davranışa itmemişti; sadece Abdullah'ın, sözünü kesmesi ve meclis âdâbına riayet etmemesi o Hazret'in böyle davranmasına sebep olmuştu. Özellikle diyorlar ki, Abdullah'ın a'ma olduğunu dikkate alırsak Resulullah'ın davranışının, onu incitici bir davranış olmadığını daha iyi kavramış oluruz. Bir de Abdullah ile Resulullah (s.a.a) arasındaki samimiyeti unutmazsak, birbirleriyle samimî ilişkileri olan kimseler arasında bu tür ilişkiler doğal bir şeydir.
Fakat bizce bunlar fazla tutarlı gerekçeler değillerdir. Zira evvelâ, zengin ve fakir sıfatlarına cümlede yer verilmesi, bizce bu özelliklerin yapılan davranışta etkili olduğunu gösteriyor. Meclise gelen şahsın "a'ma" diye nitelendirilmesi hakkında da aynı şeyi söylemek mümkündür.Yani surat asıp sırtını dönen kimsenin bu davranışında, onun a'ma olduğunun etkili olduğunu gösteriyor. Aksi takdirde bir mu'minden, onda olan bir kusur veya noksanlığı ön plâna çıkararak bahsetmenin ne anlamı olabilir? Eğer bu sıfatlar yapılan davranışta etkili olmasaydı, gelen şahsı "a'ma", "fakir" gibi sıfatlar yerine başka özellikleriyle tanıtmak daha uygun, hatta en uygun olmaz mıydı? Söz konusu müşrik veya müşriklerden "zengin" nitelemesiyle bahsetmek de aynı.
Saniyen bu iddia doğru olsaydı, o zaman Allah-u Teâlâ Resulü'nü kınama yerine methetmeliydi, övmeliydi. Zira niyeti, Allah'ın dinini yüceltmekten, insanların hidayeti için çırpınmaktan, kısacası üzerine yüklenen görevi yerine getirmekten başka bir şey olmayan bir kimseyi, kınamak mı gerekir, yoksa övmek mi?
Diğer iddiaya gelince, diyelim ki Abdullah'ın gözleri kör olduğu için Resulullah'ın bu davranışının ona yönelik bir sakıncası olmasın; ancak Allah Resulü'nden böylesine bir davranışı etraftan seyredenlere karşı nasıl?! Onların gözleri kör değildi ya! İnsanlara örnek olarak tanıtılan bir Peygamber'den böyle bir davranışın onların gözleri önünde sergilenmesi, onun örneklik konumuna gölge düşürmez mi?!
Resulullah ile Abdullah arasındaki samimiyete gelince, evvelâ bu samimiyetin Mekke'de değil, Medine'de gerçekleştiğini söylemek daha gerçekçi olabilir. Saniyen iki kişi arasındaki samimiyet, artık onun haklarını çiğnemeği ve her türlü, meselâ tahkire varan davranışları da meşru ve mubah kılamaz. Hele Allah Resulü gibi birisinden böyle bir şey asla mazur görülemez!
7. Delil: Bizce Ehlisünnet kaynaklarında bu ayetlerle ilgili nakledilen sebeb-i nüzul; normal, tabîî ve mâkul ölçülerle de bağdaşmamaktadır. Zira bu rivayetlerde, Abdullah'ın a'ma ve mecliste olup bitenlerden habersiz olduğu için içeriye gürültülü bir şekilde girdiği ve yüksek sesle konuştuğu ve dikkatleri dağıttığı söyleniyor. Diyelim ki öyle olsun; fakat bu problemin kolay bir çözüm yolu varken, Allah Resulü'nün öyle bir davranış içerisine girmiş olmasını bir türlü hazmedemiyoruz! Hepimiz biliyoruz ki Abdullah mu'min ve temiz kalpli bir Müslüman'dı; fakat durumdan habersizdi. Ona iki kelimeyle durumun ne olduğu hatırlatılıp, biraz beklemesi istenseydi, değil karşı gelmek, bundan memnun bile kalırdı.
Hayır, Resulullah'ın rahatsızlığı buna değil, meselâ "Şimdi şu Kureyşli adam, Muhammed'e uyanlar, bir avuç kör, köle ve sefil insanlardır, diyecekler" gibi rivayetlere dayandırılırsa, bu da Hz. Peygamber'e (s.a.a) saygısızlık olmaz mı?
8. Delil: Bu ayetlerde kınanan şahsın Resulullah olmadığının önemli kanıtlarından birisi de, (Merhum Allâme Tabâtabâî'nin de değindiği gibi), bu surenin 17. ayetinden sonra başlayan ağır ifadelerdir. Evet, şöyle buyuruyor söz konusu ayetlerde:
"Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! * (Allah) onu hangi şeyden yarattı? * (Değersiz) bir nütfeden yarattı ve onu biçimlendirdi. * Ona yolu kolaylaştırdı; sonra da onu öldürdü ve kabre gömdürdü; sonra dilediği zaman onu diriltir. * Hayır, (Allah'ın) ona emrettiğini, o yerine getirmedi."
Suredeki ayetlerin zahiri ve siyakı, onların birbirleriyle ilintili olduklarını ve bir zincir halkaları gibi birbirlerini takip ettiklerini gösteriyor. Bunun aksini söyleyebilmek için haricî bir delil ve karine olması gerekir; oysa burada böyle bir şey söz konusu değildir. Kısacası ayetlerdeki siyak, bu ayetlerin bazısında yer alan "Kahrolası insan, ne kadar da nankördür!" kabilinden ifadelerin de a'ma ve fakir mu'mine surat asıp sırt çeviren ve onu ihmal edip, zengin müşrike yönelip ona önem veren kimseye ait olduğunu gösteriyor. Aksi takdirde ayetler arasında mana kopukluğu meydana gelecektir. A'maya surat asanın Peygamber (s.a.a) olduğunu söylersek, o zaman "Kahrolası insan..." tabirinin de o Hazret'e ait olduğunu söylememiz gerekir; bunu ise hiçbir kimse söylememiştir; söyleyemez de.
İşte bu problemin hallinden âciz kalan birçok müfessir, herhangi bir delil göstermeden bu surenin iki parça hâlinde nazil olduğunu, bir kısmının on yedinci ayete kadar, bir kısmının ise daha sonra indiğini söylemiştir. Böylece ayetler arasını ayırarak bu önemli problemin altından kalkmaya çalışmışlardır; ama nafile. Çünkü dikkat eden herkes bu surenin bir bütün olduğunu ve o şekilde de nazil olduğunu görür.
Bu ayetlerde insanın nankörlüğünden, onun değersiz bir nütfeden yaratılmasından, ölüm ve fenaya mahkum olmasından ve Allah'ın emirlerini yerine getirmemesinden bahsedilmesi de, söz konusu şahsın, o çirkin, mütekebbirâne ve nankörce davranışıyla tam anlamıyla örtüştüğünü ve onun bu âdi davranışına karşı ilâhî bir tepkinin sergilendiğini gösterir.
Bütün bu delillere dayanarak biz, söz konusu ayetlerdeki kınamanın Allah Resulü'ne (s.a.a) yönelik olamayacağını, dolayısıyla ayetlerde kınanan şahsın başka birisi olduğunu iddia ediyoruz. İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakledilen bir hadis de bizim bu görüşümüzü teyit etmektedir. O hadiste şöyle geçmektedir:
"Abese Suresi'ndeki kınama ayetleri, Benî Ümeyye'den olan bir kişinin hakkında nazil olmuştur. Söz konusu şahıs Resulullah'ın yanında bulunduğu sırada Abdullah İbn Ümm-ü Mektum meclise gelmiş, onu gören Emevî şahıs ondan iğrenerek, yüzünü ekşitmiş ve el-eteğini toplayarak yüzünü ondan çevirmişti. Bunun üzerine Allah-u Teâla, söz konusu ayetleri indirerek bu olayı (başkalarına ibret olsun diye ) kınamıştır."[13]
Bu rivayet, maalesef nâkıs bir şekilde nakledilmiştir. Eğer geniş ve detaylı bir şekilde nakledilseydi, hem olayın tam olarak aydınlanmasını, hem de ayetlerin daha net bir şekilde tefsir edilmesini sağlardı belki de. Elbette rivayetin, haber-i âhâd olduğunun da farkındayız; bu yüzden de onu müstakil bir delil olarak değil, bir teyit olarak görmekteyiz.
Buraya kadar aktardığımız delillere ve son rivayete dayanarak, ayetlerdeki bazı tabirlerden de ilhamla olayın nasıl vuku bulduğunu, tahminî olarak şu şekilde tasvir edebiliriz. Yine de en iyisini Allah bilir:
Münafık veya zaif'ül-iman bir Emevî, bir taraftan dine ve insanların hidayetine önem verdiğini gösterip Resulullah'a ve Müslümanlara şirin gözükmek için söz konusu müşrik veya müşriklerle meclise gelmiş, öte yandan müşriklerin ve Kureyşlilerin yanındaki yerini korumak, onlarla ilgilenir gözükmek ve onları mu'min fakirlere tercih ettiği mesajını vermek için söz konusu çirkin davranışı sergilemiş ve tabiri caizse bir taşla iki kuş vurmaya çalışmıştır. Fakat Allah-u Teâlâ, mu'minin azameti ve izzetini, müşrik ve münafığın zillet ve değersizliğini ortaya koymak, başkalarına ibret dersi vermek için söz konusu ayetleri indirmiştir.
Burada bir nüktenin hatırlatılması da faydalı olabilir belki. O da şudur ki: Biraz önce İmam Cafer Sadık'tan (a.s) naklettiğimiz hadisin doğru olduğunu düşünürsek, o zaman olayın vukuu hakkında bir senaryonun uydurulmuş olması ihtimali güçlük kazanmış olur. Zira o hadiste, ayetlerde kınanan şahsın Emevî birisi olduğu vurgulanmaktadır. Öbür taraftan tarih boyunca Emevîlerin, özellikle zalimane saltanatları boyunca kendi menfaatleri doğrultusunda uydurmadıkları hadis ve rivayet kalmamış ve maalesef bunlardan birçoğu en muteber bilinen kaynaklara kadar sızmıştır. Bizce burada da aynı şeyin, en azından bir ihtimal olarak göz ardı edilmemesinde fayda var.
Buna, işlediğimiz konuyla ilgili bir örnek de zikredebiliriz. Bildiğiniz gibi takip ettiğimiz konuyla ilgili rivayetler arasında şöyle bir rivayet de gözümüze çarpmaktadır: "Bu olaydan sonra Allah Resulü Abdullah İbn Ümm-ü Mektum'u her gördüğünde şöyle derdi: "Merhabalar olsun, merhabalar olsun o kimseye ki Allah onun hakkında beni kınadı..."
Bakın İmam Cafer Sadık (a.s) bu rivayeti nasıl nakletmektedir: "Allah Resulü onu her gördüğünde şöyle derdi: 'Hayır Allah'a andolsun ki Rabbim senin hakkında beni asla kınamaz.' Bunu o kadar tekrar eder ve Abdullah'a o kadar lütufta bulunurdu ki artık Abdullah Resulullah'a engel olmaya çalışırdı."[14]
Görüldüğü gibi yukarıdaki hadis de tahrife uğramış ve nefy (olumsuzluk) edatı cümleden kaldırılarak tam tersi bir mana ve sonuç çıkarılmaya çalışılmıştır.
O zaman, "Allah Resulü bu cümleyi neden söylerdi?" derseniz, bunun iki nedeni olabilir: Evvelâ bu cümleyle Abdullah'a o çirkin davranışta bulunan ve ilâhî kınamayı hak eden kimseye tariz söz konusu olabilir. Sanki bu cümleyle Allah Resulü şöyle demek istiyor: "Allah'a andolsun ki ben hiçbir zaman filan adamın yaptığı gibi yapmam..."
Saniyen, ayette bulunan ve zahirde Resulullah'a hitap edilen cümlelerden, birileri gerçekten Resulullah'ın kastedildiğini sanmasın veya kasıtlı olarak öyle lanse etmeğe çalışmasın diye Allah Resulü bu üslûba başvurmuş olabilir.
Burada belki de başından beri sabırsızlıkla beklediğiniz bir sorunun cevabına geçmek istiyoruz; o da ayetlerdeki hitaplar konusudur.
Deniliyor ki, eğer gerçekten bu ayetlerde kınanan ve eleştirilen kimse Allah Resulü değilse, o zaman neden ayetlerde Resulullah muhatap alınmış ve daha çok Resulullah'ı ilgilendiren tabirler kullanılmıştır? Buna iki türlü cevap verilebilir:
1) Gerçi ayetlerde hitap Peygamber'e yöneltilmiştir, ancak asıl muhatap Peygamber (s.a.a) değildir. Yani Peygamber kanalıyla başkasına mesaj verilmek isteniyor. Bu hemen her dilde bulunan: "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" misali bir dolaylı mesaj verme üslûbudur. Bunun örneklerine Kur'ân-ı Kerim'de sık sık rastlamaktayız. Meselâ İsrâ Suresi'nin 23. ve 24. ayetlerinde Resulullah'a hitaben şöyle buyrulmaktadır:
"Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne babaya iyilikle davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara 'Öf' bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak gönüllük kanadını ger ve de ki: Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, sen de onları esirge."
Açıktır ki bu ayetteki hitapta asıl muhatap Resulullah değil, Müslümanlardır; zira Allah Resulü küçük yaşta anne babasını kaybetmişti.
2) Bu ayetlerde bulunan hitaplar hatta zahirde dahi Resulullah'a değil, söz konusu davranışta bulunan şahısın bizzat kendisine yöneliktir. Çünkü birinci hitapta diyor ki: "Nereden biliyorsun belki o (Abdullah) arınıp temizlenecek?" Burada kimin eliyle temizleneceği üzerinde durulmuyor ki hemen "Bu, Emevî'nin işi değildir; o hâlde hitabın Peygamber'e yönelik olması gerekir." denilsin. Ayeti şöyle tefsir edersek, ne sakıncası vardır?: "Sen ne biliyorsun; belki o, Peygamber'in eliyle) arınacaktır?" Muhtemelen o Emevî adamın, Abdullah'a karşı tutum ve davranışıyla onun tezkiye ve hidayete lâyık birisi olmadığını veya tezkiyesinin İslâm için bir fayda ve önem arz etmediğini, aksine Kureyşli zenginin önemli olduğunu ve güya hidayetinin İslâm için önem taşıdığını vurgulamak istemesi üzerine söz konusu ayetle ona cevap verilmek istenmiştir.
Olayın bu şekilde cereyan ettiğini düşünürsek, o zaman diğer hitapların tefsiri de kolaylaşmış olur. Meselâ önceden de dediğimiz gibi, "Sana ne onun arınıp arınmadığından!" cümlesinin Resulullah'a yönelik olması, Allah Resulü'nün konumu ve görevi itibariyle münasip gözükmemektedir. Ancak bu hitabın söz konusu Emevî'ye yönelik olması, konumu ve niyeti itibariyle ona uygun bir cümledir.
Yine "O zenginlik taslayan kimse var ya, sen ona önem veriyor, onunla ilgileniyorsun; ama Allah'tan korktuğu hâlde koşarak sana gelen (fakir mu'min)i sen ihmal ediyor, ona değer vermiyorsun." cümlesi, Emevî şahısın karakteri ve niyetine uygun bir cümledir; ama kesinlikle Allah Resulü'nün şahsiyetine, yüce ahlâkına, o güne kadar müşriklere ve mu'minlere, zenginlere ve fakirlere karşı sergilediği tutum ve davranışlarla örtüşmemektedir. (Bunun delillerine ve örneklerine önceden değindik.)
"Sana koşup gelen..." cümlesinden de bu şahısın bizzat kendisine değil, onun da bulunduğu toplantıya, yani Resulullah'ın tebliğ ve hidayet meclisine geldiği kastedilmiş olabilir.
Evet, bizim bu ayetlerin tefsiriyle ilgili söyleyeceklerimiz bunlardan ibarettir. Şimdi belki de bazı kardeşlerimiz, bizim bu çırpınışlarımızı gereksiz çabalar olarak değerlendirebilirler. Ama biz olaya kesinlikle öyle bakmıyor ve bu çabaları bir zaruret olarak görüyoruz. Zira bu olayı, ayetlerin zahirî görünüşüne ve önceden de değindiğimiz rivayetlere dayanarak tefsir etmenin, bir taraftan Allah Resulü'nün masumluğunu ve örneklik konumunu ortaya koyan açık ve net ayetlerle çeliştiğini, diğer taraftan deliller bölümünde ortaya koyduğumuz çeşitli ve önemli mahzurlarla karşılaşacağımızı düşünüyoruz. O deliller ve ayetler makul ve mantıklı bir şekilde cevaplanmadığı müddetçe, bu ayetleri onlarla çelişmeyecek şekilde bir türlü tefsir etmeye mecburuz. Bunu beceremediğimiz takdirde de, Resulullah'a itham etme çabasına girme yerine, kendi acziyetimizi itiraf edip en azından ayetleri müteşâbih kabul ederek onlar hakkında susmayı yeğlemeliğiz. Yoksa ayetlerin Resulullah'la ilgili olduğunu kabul edip, sonra da bunu bazı tutarsız ve uzak ihtimallerle, masumiyetle çelişmeyen bir tutum olarak değerlendirmek bizce sorunu çözmeye yetmeyecektir.
Önceden de değindiğimiz gibi biz, zikrettiğimiz sekiz-dokuz delille dördüncü görüşü tercih etmekteyiz. Ancak bu görüşü geçtikten sonra üçüncü görüşü diğer görüşlere nazaran daha tutarlı ve makul bulmaktayız. Zira en azından o görüş, ilk ayetlerde bahsedilen surat asma ve sırt çevirme gibi çirkin bir davranışı Allah Resulün'den uzaklaştırmaktadır. Zaten ayette de üçüncü şahıs kipiyle adı belli olmayan birisinden bahsedilmektedir. Yani bu ayetlerde "Sen" diye bir hitap da söz konusu değildir ki bazıları Allah Rersulü'ne yönelik tefsir etme ihtiyacı duymuş olsun.
Diğer ayetlerdeki hitaplar ve o hitaplardaki uyarıya gelince, bu uyarı Allah Resulü'nün, o Emevî'ye tepkisiz kalmasına yönelik olarak tefsir edilmiştir. Bunun da masumiyetle çelişmeyen bir terk-i evlâdan ibaret olduğu ileri sürülmüştür. Dediğimiz gibi bu görüş bizi tam tatmin etmemekle birlikte, en azından diğer görüşlerden daha iyidir ve bahsettiğimiz mahzurların çoğu bu görüşe dayanarak da halledilebilir.
5- Abese Suresindeki İthamın Bir Benzeri Daha:
Burada Ehlisünnet'in siyer ve tefsir kitaplarında nakledilen ve Abese Suresi'ne benzerlik arz eden bir diğer uydurma olaya da kısaca temas edip cevaplamak istiyoruz. Söz konusu kaynaklarda şöyle rivayet edilmiştir:
Bir gün Akra' b. Hâbis ve Üyeyne b. Hısn (veya Husayn), Resulullah'ın yanına gelip, Allah Resulü'nün Ammâr, Süheyb, Bilâl, Habbâb ve diğer bazı müstaz'af mu'minler ile birlikte oturduğunu görünce, onlara karşı tahkir edici davranışlarda bulundular; sonra da Resulullah ile yalnız kaldıklarında ona şöyle dediler: "Arap elçileri senin yanına gelip gidiyorlar. Biz onların, bizi şu kölelerle oturduğumuzu görmelerinden utanıyoruz. Biz sana geldiğimiz zaman, onları bizim yanımızdan uzaklaştır. Biz ayrıldıktan sonra istersen onlarla oturursun." Allah Resulü de, "Tamam." dedi. Sonra bununla da yetinmeyip, "Bunu yazılı olarak taahhüt etmeni istiyoruz." dediler. Allah Resulü de itiraz etmeyip kâğıt kalem istedi; Ali'yi de yazmak için çağırdı. İşte tam bu sırada şu ayet nazil oldu:
"Sabah, akşam O'nun rızasını dileyerek Rablerine dua edenleri kendinden uzaklaştırma..."[15]
Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.a) elindeki sahifeyi atarak söz konusu müstaz'af mu'minleri yanına çağırıp onlarla birlikte oturdu. Ondan sonra sürekli şöyle yapardı; bir müddet onlarla oturur, kalkmak istediğinde de kalkıp onları kendi hâllerine bırakırdı. Bu sefer de şu ayet-i kerime indi:
"Sen de sabah, akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma..."[16]
Bu ayetten sonra artık, onlarla oturur ve onlar kalkmadığı müddetçe kalkmazdı.
Bazı rivayetlerde, söz konusu Müslümanların Ebuzer ve Selman olduğu da kaydedilmiştir.[17]
Abese Suresi hakkında söylediklerimiz, burası için de geçerli olduğundan bu masal hakkındaki rivayetler üzerinde durmaya fazla gerek görmüyoruz. Sadece birkaç nükteye değinip bu yazımı sonlandırmak istiyoruz:
1) Söz konusu rivayetlerden, bu olayın Medine'de cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Oysa müstafiz rivayetlere göre En'âm Suresi toplu hâlde Mekke'de nazil olmuştur.[18]
Bazıları, "En'âm Suresi'nin Mekke'de nazil olması, onun bazı ayetlerinin Medine'de nazil olmasına engel teşkil etmez." demişlerse de, bu doğru değildir. Zira bu surenin ayetleri toplu bir şekilde, hicretten önce, ensardan bir grubun Mekke'ye gelip Müslüman oluşlarından sonra, Esmâ Bint-i Yezid el-Ensârîye, Resulullah'ın devesinin yularını tuttuğu bir sırada nazil olmuştur.[19] Bu da bu ayetin anlatılan hikâyeyle herhangi bir ilgisinin olmadığını gösteriyor.
2) Bazı rivayetlerde söz konusu mustaz'af mu'minlerin arasında Selman ve Ebuzer'in de ismi geçmektedir. Bu da yine anlatılan olayla, söz konusu ayetlerin bir alâkasının olmadığını gösteren bir diğer karinedir. Zira bir yandan ayetlerin Mekke'de nazil olduğunu, diğer yandan Selman'ın Medine'de Müslüman olduğunu, Ebuzer'in ise Müslüman olduktan kısa bir müddet sonra Resulullah'tan ayrılıp Asfân denilen bölgede ikâmet ettiğini dikkate alırsak, söz konusu iddiamızın doğruluğu görülecektir.
3) Abese Suresi'ndeki ayetleri, ister Resulullah'a yönelik tefsir edelim, isterse başka birisine, her halükârda bu ayetlerden önce nazil olan Abese ayetlerindeki uyarı, benzer bir davranışın bir daha tekrarlanmaması için yeterli değil miydi ki Allah'ın Resulü tekrar böyle bir davranış sergilesin kendinden?! Hani Abese hakkındaki rivayetler, o olaydan sonra Resulullah'ın bir daha bir zengine önem verdiği ve bir fakiri ihmal ettiği görülmedi diyordu! Bunun kendisi de, hem o rivayetlerin, hem de bu rivayetlerin birer düzmece olduğunu yeteri kadar göstermiyor mu?!
4) Bizce bazı rivayetlerden de anlaşıldığı üzere Medine'de değil, Mekke'de cereyan eden olay, yani ayetin sebeb-i nüzulü şöyledir: Zengin ve eşraf tabakasından bazıları Resulullah'a gelerek ısrarla ondan mustaz'af Müslümanları kendisinden uzaklaştırmasını ve ancak o zaman ona iman edip yanında yer alabileceklerini söylemiş, hatta Hz. Ebu Tâlib'i aracı kılmışlardı. Bazı rivayetlerde Ömer b. Hattâb'ın, Resulullah'a bu öneriyi kabul etmesi yönünde telkinde bulunduğu da kaydedilmiştir. Ancak önceden bahsettiğimiz uydurma rivayetlerdeki iddianın aksine Allah Resulü'nün böyle bir öneriyi kabul ettiği yönünde ayet-i kerimede hiçbir açıklama veya karine mevcut değildir. Ayetlerde, "Onları kendinden uzaklaştırma" kabilinden tabirlerin kullanılması, Resulullah'ın öyle bir işe yeltenmesi veya niyetlenmesi anlamına gelmez. Tam aksine bu tabirler, Allah Resulü'nün ilâhî koruma altında olduğunu ve beşerî özelliklerinden kaynaklanabilecek hatalarının ilâhî yardım ve tasarruflarla önlendiğinin kanıtıdır.
Kısacası biz de Resulullah'ın bir beşer olarak hata yapabilme ihtimalinin bulunduğunu kabul ediyoruz; ancak bazıları gibi, hata yaptıktan sonra tashih edildiğini değil, hatasının ilâhî tasarruf veya yardımlarla yapılmadan önlendiğini iddia ediyoruz. İşte bu gibi ayetlerdeki uyarıları, Allah-u Teâlâ'nın bu yönde Resulü'ne yaptığı yardım ve lütuflarının örnekleri olarak değerlendiriyoruz, onun hataları olarak değil.
Evet, müşrikler Resulullah'a benzer önerilerle defalarca geldilerse de Allah'ın Resulü, Rabbinin de yardımıyla hiçbir zaman onların dediklerini kabul etmemiş ve onların şeytanî heveslerini kursaklarında bırakarak Rabb'ul-Âlemin'in gösterdiği istikamette zerre kadar şaşmadan hareket etmiştir.
6- Tahrim Suresinin İlk Ayetleri ve Resulullah'ın Allah'ın helalini haram kıldığı İddiası:
Muhalifler, masumiyetin olmadığını bir de "Tahrim Suresi"nin ilk âyetlerine dayanarak ispatlamaya çalışıyorlar. Zira bu âyetlerden Resulullah'ın (haşâ) yanlış yaptığını ve "Allah'ın kendisine helal kıldığı şeyi haram kılma" suretiyle masumiyetiyle bağdaşmayan bir hata ve yanlışa, hatta günaha (haşâ) düştüğünü iddia ediyorlar.
Biz bu iddiayı da cevaplamadan önce bahse konu olan ayetlerin metnini verip, daha sonra tahliline geçeceğiz:
"Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla"
1- Ey Peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu arayarak, Allah'ın sana helâl kıldığını niçin harâm kılıyorsun? Allah, çok bağışlayandır, rahimdir.
2- Allah yeminlerinizin (keffâretle) çözülmesini size meşrû ve câiz kıldı. Allah sizin Mevlânız (yardımcınız-sahibiniz)dir. O, bilendir, hikmet sahibidir.
3- Ve hani Peygamber eşlerinden bazısına gizli bir şey söylemiş de, bunu kimseye söylememesini tembih etmişti. Derken o (eşlerinden biri) bunu, (başka bir eşine) haber verince ve Allah da bunu ona açınca, o (Peygamber) de (bu olayın) bir kısmını söylemiş, bir kısmını (söylemekten) vazgeçmişti. (Peygamber) bunu eşine haber verince o, kim bunu sana haber verdi demişti. O da demişti ki: "Her şeyi bilen ve (gizli olan her şeyden) haberdar olan Allah haber verdi."
4- Eğer (Peygamber'in iki eşi olan) sizler Allah'a tevbe ederseniz (bu sizin yararınıza olur); zira gerçekten de kalpleriniz (suça-batıla) meyletmiş-eğrilmiştir. Yok, eğer ona karşı birbirinize destekçi olmağa kalkışırsanız (hiçbir şey yapamazsınız); zira artık Allah onun Mevlâsı (yardımcısıdır); Cibril ve Salih mu'minler de. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.
5- Umulur ki, eğer o sizi boşarsa Rabbi ona sizin yerinize sizlerden daha hayırlı, Müslüman, mu'min, gönülden itaat eden, tevbekâr, ibâdet eden, oruç tutan dul ve bâkire eşler verir."
Burada, bu ayetlerin muhteva ve maksadının açıklığa kavuşması için başlıca iki mevzu üzerinde durmağa çalışacağız:
a)- Bu ayetlerde bahsedilen olayın mahiyet ve keyfiyeti, yani âyetin şe'n-i nüzûlu hakkında.
b)- Acaba Yüce Resulullah burada, (bazılarının dediği gibi) bir günah mı işledi? Gerçek anlamda bir ilahî hükmü mü çiğnedi? Öyle ise masûm bir Peygamber bunu nasıl yapar? Eğer öyle değilse (ki değildir), o zaman âyetin gerçek tefsiri ve açıklaması nedir?
a)- Bu Ayetlerin Sebeb-i Nüzûlü:
Ayetlerin sebeb-i nüzulü ve hangi olayın ardından nâzil olduğu hakkında muhtelif rivâyetler nakledilmiştir.
Bazı rivâyetlerde diyor ki:
"Bazen Resulullah, hanımlarından biri olan Cahş kızı Zeyneb'in yanına gittiğinde (bazı rivayetlerde bunun Sevde vâlidemiz olduğu da kaydedilmiştir), O hazırladığı bir baldan Efendimiz'e yediriyor veya ondan yaptığı bir şerbetten içiriyordu.
Bu durumdan haberdar olan Ümm-ül Mu'minin Âişe durumu kıskanarak bunu tahammül edemedi. Kendisi şöyle anlatıyor:
"Hafsa'yla da görüşüp şöyle karar aldık: Peygamber hangimizin yanına gelirse ona "Ya Resulallah ağzında "Urfut" ağacının balı olan "Meğafir" kokusu var" diyecektik. (Bu ağacın balının kötü bir kokusu vardır. Peygamber ise ağzından veya elbisesinden kötü bir koku gelmemesine çok özen gösteriyordu.) Bu karar üzere bir gün Peygamber (s.a.a.) Hafsa'nın yanına vardığında O: "Ya Resulallah, ağzınızdan Meğâfir kokusu geliyor" deyince Resulullah (s.a.a.) "Hayır ben Meğâfir yememişim. Ben Cahş kızı Zeyneb'in yanında bir bal (şerbeti) içmişim. Belki de arı o ağacın üzerine konmuş ve onun balından almıştır. Fakat ben ant içiyorum ki bir daha o baldan içmeyeceğim. Ancak sen bunu başkasına söyleme. (Olur ki yanlış anlaşılır veya Zeynep bunu duyar da kalbi kırılır.) Fakat o, bilahare vefâkâr davranmayıp Peygamber'in (s.a.a.) bu sırrını açığa vurdu ve sonunda bunun, iki hanımı (Âişe ve Hafsa) tarafından kurulan bir plan olduğu açığa çıkınca Allah Resulü (s.a.a.) buna çok üzüldü ve bunun üzerine söz konusu âyetler nâzil olup bir yandan Peygamber'e teselli kaynağı, diğer yandan bu tür yanlışları yapanlara ve başkalarına bir ders ve ibret vesilesi oldu.[20]
Bazı diğer rivâyetlerde ise olay şu şekilde nakledilmiştir:
"Allah Resulü bir gün, babasının evine giden Hafsa'nın odasında hanımlarından birisi (veya cariyesi) olan Mâriye-i Kıptiyye'nin yanında başını onun dizlerine koyarak istirahat ediyordu. Bu sırada durumdan haberdar olan Hafsa buna gücenmiş ve şiddetli itirazlarda bulunmuştu. Bunun üzerine Allah Resulü ortalığı yatıştırmak için "(Sâkin ol,) ben seni râzı edeceğim. Sana bir sır söyleyeceğim; Fakat bu sırrı tutup kimseye söylemeyeceksin." Hafsa sırrın ne olduğunu sorunca Allah Resulü şöyle buyurdu:
"Yemin ediyorum ki bir daha şuna (Mâriye'ye) yaklaşmayacağım."
Fakat Hafsa Âişe'nin yanına giderek ona Resulullah'ın bu kararını müjdeleyip sırrını açığa vurmuştu. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Resulünü durumdan haberdar edip söz konusu âyetleri indirmiştir.2
Olayın ne olduğu fazla önemli değildir; önemli olan Resulullah'ın bir türlü bazı hanımları tarafından (ki bunların Ümmü'l-Mu'minin Âişe ve Ümmü'l-Mu'minin Hafsa olduğunda bütün kaynaklar müttefiktir) eziyet ve hakarete uğradığı gerçeğidir ki bazı rivâyetlere göre Allah Resulü bu olaydan sonra bir ay üzüntü ve sıkıntısından hanımlarından ayrı yaşadı.3 Öyle ki hatta Allah Resulü'nün onları boşadığı şayiasına ve bu olayı meydana getirenlerin dehşete kapılmalarına ve yaptıklarından pişman olmalarına vesile oldu.4
4. ayette "Gerçekten kalbiniz suça ve bâtıla meyletmiştir" cümlesinden anlaşıldığı üzere, Resulullah'ın zevceleri bu davranışları ile çok büyük bir günah işlemişlerdi ki Allah-u Teâlâ yine de onları tevbeye davet ediyor. Evet, Resulullah'a eziyet etmenin nedenli ağır bir suç olduğu şu ayetlerde gayet açık bir şekilde beyan edilmiştir:
"Hiç şüphesiz Allah'a ve Resulü'ne eziyet edenlere Allah dünya ve âhirette lanet eder ve onlara aşağılayıcı bir azâp hazırlar."5
"Allah'ın Resulü'ne eziyet edenler var ya, onlar için çok acı bir azâp vardır."6
Evet, Allah Resulü gibi evrensel bir şahsiyet olan ve kâinâtın serveri ve örneği konumunda bulunan birisine, bu tür çirkin davranışlarla hakaret ve eziyet edilmesi göz yumulacak türden şeyler değildir. Bu yüzden de Hak Teâlâ'nın bu olaydaki şiddetli tavrı Resulü'nün haysiyet ve şahsiyetini korumaya yönelik olup, bu konuda küstahça veya câhilane tutumlara son vermek ve herkesin ibret alması amacını taşımaktadır.
Gerçi Allah Resulü'nün tavrı onun yüce ahlakından ve son derece fedakârâne davranışından kaynaklanmaktadır. Fakat Allah-u Teâlâ Resulü'ne arka çıkıp, onu uyararak bu kadar yumuşaklık ve fedakârlığın da fazla ve gereksiz olduğunu ortaya koymaktadır. Buna itiraz şeklinde methetmek denir. Örneğin bir kimse, bir defa "Şu adam çok şefkatli, merhametli ve fedakâr birisidir" şeklinde methedilir. Bir defa da, "Kardeşim ne kadar şefkat, ne kadar merhamet, ne kadar fedakârlık; bu kadar da olmaz ki; her şeyin bir haddi var" şeklinde.
Bunları söyleyen karşı tarafı yermek, kötülemek istiyor denilebilir mi? Elbette hayır. Bu vesileyle o adamın ne kadar merhametli ve fedâkâr olduğu daha bir vurgulanmış oluyor. Resulullah'a da Kur'ân'ın birçok yerinde bu şekilde tabirler ve medihler kullanılmıştır. Ancak Arap edebiyatı ve konuşmadaki fesâhat ve belâgat kurallarından habersiz kimseler hemen bu tür tabirleri Resulullah'a yönelik ilahî bir kınama olarak değerlendirmeğe kalkışıyorlar.
Sanki burada Allah-u Teâlâ şöyle demek istiyor: "Ey Peygamber, bu kadar müsâmaha ve fedâkârlık da fazladır artık; neden o küstah hanımlarını hoşnut edebilmek için kendini bu kadar meşakkate itiyor ve Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi yemin vasıtasıyla kendine haramlaştırıyorsun. Boş ver onları; bu kadar kendini sıkma; kendine eziyet etme.
b)- Ayetlerin Doğru Tefsiri:
Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşıldığı üzere bazılarının bunu Resulullah'ın bir hatası ve günahı olarak ortaya atıp Allah Resulü'nün masum olmadığına delil göstermeleri de oldukça saçma ve bizzat Kur'ân'ın diğer bir çok âyeti ile çelişen bir tutumdur. Evet, Allah'ın "Eğer o bize bazı sözleri iftira ve asılsız olarak isnat ederse, onun şah damarını koparırız." (Hâkka, 44) Veya: "Onun her söylediği birer vahîydir" (Necm, 4) buyurduğu bir kimse için "Allah'ın helâlini harâm etmiştir" demek mümkün müdür? O halde buradaki "Neden Allah'ın sana helâl kıldığını haram kılıyorsun" cümlesinden maksat şer'î haram ve teşrî' anlamında değil, bir sonraki âyetten de anlaşıldığı üzere mübâh bir şeyin yemin ile kendine harâm edilmesi olayıdır ki Allah Resulü mülahaza ettiği maslahat ve yüce ahlakı ve fedâkârlığından dolayı böyle bir davranış içerisine girmişti ki, Allah-u Teâlâ bu kadarının da fazla ve gereksiz olduğunu bildirerek bir taraftan dolaylı olarak Resulü'nü methetmiş, diğer taraftan da bu davranışlarıyla Allah'ın Habibi'ni incitenleri uyarmış ve bir daha kimseye Resulullah'ın yüce ahlak ve şefkatinden su-i istifade etmesine izin verilmeyeceği mesajını vermiştir.
Nasıl ki benzeri uyarıları başka münasebetlerde de Hak Teâlâ yapmıştır. Meselâ Müslümanlardan bir gurup Resulullah'ın evine yemeğe geldiklerinde, yemeği yedikten sonra, uzun bir süre evde oturup fuzuli konuşmalar ve vakit geçirmeleriyle Resulullah'a eziyet ediyorlardı. Ama Allah Resulü yüce ahlakı ve hayâsından ötürü onlara bir şey söyleyemiyordu; bu yüzden Allah-u Teâlâ Ahzâp sûresinin 53. âyetini indirerek Müslümanları şöyle uyardı:
"Ey iman edenler, rasgele Peygamber'in evlerine girmeyin. (Bir başka iş için girmiş iseniz, ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, Peygamber'e eziyet etmekte ve o da sizden utanmaktadır. Onlardan (Peygamber'in eşlerinden) bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu sizin kalpleriniz için de daha temizdir. Allah'ın Resulü'ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikahlamanız size ebedi olarak (hiç bir zaman helâl olmaz)."
Evet, bu uyarılar, dolaylı, hatta bazen kınama şeklinde gerçekleşen bir türlü methetmeden ibarettir. İsterseniz buna birkaç örnek daha verelim:
Rahmeten lil-alemin olarak gönderilen, O yüceler yücesi efendimiz, insanların hidayeti için o kadar müştak, o kadar hırslı davranıyor ve hakka direnmelerine o kadar üzülüyordu ki kendini yiyip bitiriyordu adeta!
Fakat Rabbülalemin âyet indirerek Resulü'nü kontrol ediyor ve bu kadarına gerek olmadığını ona şöyle bildiriyordu:
"Onlar bu söze (Kur'ân'a) iman etmezler diye sen, (üzüntü ve telaştan) kendini kahrediyorsun adeta!" (Kehf, 6)
"Onlar iman etmezler diye, adeta kendini kahrediyorsun." (Şuarâ, 3)
Evet, bu ve benzeri ayetlerde Allah, Resulü'nün bu kadar kendini üzmesine gerek olmadığını ve "Şayet onlar sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen yalnızca tebliğdir." (Şuarâ. 48) buyurarak, kontrol edip uyarıyordu.
Yine Hakk'a olan yakin ve aşkından dolayı sabahlara kadar ibâdet ederek ayakları şişen Habibi'ne şöyle buyuruyor:
"Tâ-Ha, biz sana bu Kur'ân'ı zahmet ve meşakkata düşesin diye indirmedik." (Tâ-Hâ, 1-2)
Aynı şekilde şefkat ve merhamet timsali Habib'i her şeyini hatta üzerindeki elbisesini dahi fakire verip evde kalmaya mecbur olunca, onu şu cümlelerle uyarıyor:
"Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanıp, (işinden) geriye kalasın." (İsrâ, 29)
"Allah dilediğini sapıklığa yöneltir, dilediğini doğru yola iletir. O halde ruhun onlar hakkında bir takım teessüf ve üzüntülere dalarak yıpranmasın. Allah onların ne yaptıklarını biliyor." (Fâtır, 8)
Acaba bu ayetlerde kullanılan tabirleri kınama olarak mı değerlendirmek gerekir; yoksa hakkın Habibi'ne yönelik sonsuz lütuf ve inayetini gösteren tabirler olarak mı?!
Karar sizin..
Birinci Bölümün Sonu
- - - - - - - - - - - - - - -
[1]- Tefsir-i Kebir, c.10, s.193.
[2]- Al-i İmran 32, Nisa 59, Maide 92, Enfal 1-20-46, Nur 54, Muhammed 33...
[3]- Cem'ü'l-Fevâid (İz Yayıncılık), c.1, s.69, Hadis: 317, Ebu Davud'dan Naklen.
[4]- Sünen-i Ebî Dâvûd, c.3, s.136, Hadis: 2949, Müsned-i Ahmed, c.3, s.191, Hadis: 8161, Kenz-ül-Ummâl, Hadis: 16711.
[5]- Besâirü'd-Derecât, s.134.
[6]- Sahih-i Müslim, c.8, s.72, Keşf-ül Ğumme, c.3, s.43.
[7]- Bu rivayetler için şu kaynaklara bakabilirsiniz: Tefsir-i Taberî, c.30, s.33-34; Tefsir-i İbn Kesir, c.4, s.470, Tirmizî ve Ebû Ya'la'dan naklen; ed-Dürr'ül-Mensûr, c.6, s.314-315; Hayat'üs-Sahâbe, c.2, s.520; Mecmau'l-Beyân, c.10, s.437 ve...
[8]- Bunlardan bazısına daha sonra değineceğiz.
[9]- Tevbe, 128.
[10]- Kalem, 4.
[11]- Abese, 6.
[12]- Cuma, 2.
[13]- Mecmau'l-Beyân, c.10, s.437; Tefsir'ül-Beyân, c.4, s.428; Nûr'us-Sakaleyn, c.5, s.509.
[14]- Tefsir'ul-Bürhân, c.4, s.428; Mecmau'l-Beyân, c.10, s.437; Nûr'us-Sakaleyn, c.5, s.509.
[15]- En'âm, 52.
[16]- Kehf, 28.
[17]- el-Bidâyet-u Ve'n-Nihâye, c.6, s.56; Hilyet'ül-Evliyâ, c.1, s.146; Kenz'ül-Ummâl, c.1, s.245; c.7, s.46; ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde de (söz konusu ayetleri tefsir ederken) olayı muhtelif kaynaklardan nakletmiştir.
[18]- el-Mizân, c.7, s.110.
[19]- ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.22.
1-Bu rivâyet ana hatlarıyla Buhâri'de (Arapça metin) c.6, s.194 nakledilmiştir.
2-El-Mizân, c.19, s.318- Ed-Dürr-ül Mensûr'dan naklen
3-Kurtubî ve diğer tefsirler, söz konusu âyetlerin tefsirinde