Hz. Süleymân (a.s)

.
.

Bismillâhirrahmânirrahîm

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Süleymân (a.s) hakkında yedi sûrede bilgi verilmiş ve on yedi âyette de ismen zikredilmiştir. [1]

Kur’ân-ı Kerîm, öncelikle Hz. Süleymân'ın (a.s) asla kâfir olmadığını (ve mâ kefera Suleymân) [2] vurgulamakta ve yüce Allah'ın ona vahyettiğini (innâ evhaynâ ileyk) [3] açıklamaktadır. 

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Süleymân'ın (a.s) hidayet ve nübüvvete kavuşturulduğu (ve vehebnâ lehu İshâka ve Ya’kûbe kullen hedeynâ ve Nûhan hedeynâ min kablu ve min zurriyyetihi Dâvûde ve Suleymân) [4], adaleti tatbik konusunda babasını dâhi geçtiği (iz yahkumâni fî’l-hars…  fefehhemnâhâ Suleymân) [5], kendisine ilim verildiği (ve lekad âteynâ Dâvûde ve Suleymâne ilmâ) [6], kuşların dilini anladığı (ullimnâ mentikat’t-tayr) [7], cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordulara sahip olduğu ve onlarla sefere çıktığı (ve huşira lî-Suleymâne cunûduhu mine’l-cinni vel-insi ve’t-tayr) [8] bildirilmektedir.

Hz. Süleymân (a.s), Hz. Dâvûd’un (a.s) oğlu ve vârisiydi. Süleymân (babası) Dâvûd'a mirasçı oldu.” [9]

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Süleymân’ın (a.s) güzel bir kul olduğunu, daima yüce Allah'a yöneldiğini, yüce Allah katında büyük değeri ve güzel yeri olduğunu belirtmektedir. O, ne güzel bir kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-bağlanan biriydi.” [10]

Hz. Süleymân (a.s) sâlih ve şükreden bir kuldu. Şöyle ki: (Süleymân karıncanın) Bu sözü üzerine tebessüm edip gülerek: ‘Rabbim! (hayvanların dilinden ve hâlinden anlamayı lütfettin ve daha nice faziletler verdin, öyle ise) Hem bana, hem anne ve babama verdiğin bunca nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın sâlih amel(ler) işlemeyi ilham et ve beni rahmetinle sâlih kulların arasına kat’ deyip (dua etmişti).” [11]

Hz. Süleymân (a.s) keskin zekâsı, engin bilgisi ve hikmetiyle karmaşık meseleleri kolayca çözüme kavuşturma yeteneğine sahipti. “Dâvûd ve Süleymân’a da (yardımımız ulaşmıştı); hani (bir) kavmin hayvanlarının, içine girip yayıldığı tarlaları(nın zararının karşılanması) konusunda hüküm yürütüyorlardı. Biz, onların hükümüne şahit idik. Biz bunu (hükmü) Süleymân'a kavrattık. Her birine hüküm ve ilim verdik.” [12]

Kur’ân-ı Kerîm’de kasırga gibi esen rüzgârı Hz. Süleymân’ın (a.s) emrine verildiğini ve bu rüzgârın sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir ay olduğunu bildirilmektedir. “Süleymân için de, fırtına biçiminde esen rüzgârı (ona boyun eğdirdik) kikendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız (istediği) yere doğru akıp giderdi.” [13], “Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgâra (boyun eğdirdik.)” [14]

Hz. Süleymân’ın (a.s) ihtişamının ve zenginliğinin bir kaynağı da bakır madeniydi. Kur’ân-ı Kerîm’de erimiş bakır madeninin onun için sel gibi akıtıldığını ve cinlerden bir kısmının onun emrinde çalıştığını açıklamaktadır. “Ve onun için katran (petrol) kaynağını da akıttık. Rabbinin izniyle cinlerin bir kısmı, onun önünde çalışırdı.” [15]

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Süleymân’ın (a.s) atlara, özellikle yarış atlarına olan sevgisinden de bahsetmektedir. “Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne dikip (toprağı kazıyan), öbür üçayağıyla da yerin (üzerinde çalımlı) duran, yağız (ve pahalı koşu) atları bağışlanmıştı. Ben, dedi, mal sevgisini, Rabbimi anmaktan (ötürü) tercih ettim. Onları bana getirin (dedi), bacaklarını ve boyunlarını okşamağa başladı.” [16]

Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bilgiye göre şeytanlar, Hz. Süleymân’ın (a.s) hükümranlığı hakkında yanlış sözler ortaya atmışlar, Yahûdîler de bu gerçek dışı şeyleri kabul etmişlerdir. Hâlbuki Hz. Süleymân (a.s) kâfir de olmamış, büyü de yapmamıştır. “Süleymân'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular. Oysa Süleymân küfre gitmemişti. Fakat o şeytanlar, küfre gittiler; insanlara büyü öğretiyorlardı. Ve yine onlar, Babil'de [17] Harût ve Marût adlı meleklere indirilene uydular. Oysa o ikisi (Harût ve Marût), ‘Biz bir imtihan vesilesiyiz; sakın küfre gitme! demedikçe, kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Onlar, o ikisinden, erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ancak, Allah’ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine yarar vereni değil, zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın, ahirette nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey, ne kötüdür. Keşke bilselerdi. Eğer onlar iman edip korunsalardı, elbette Allah katında verilecek sevap, kendileri için daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.” [18]

Neml sûresinde [19], Hz. Süleymân’la (a.s) iligili olağanüstü haberlere yer veriliyor ve yüce Allah’ın ona bahşettiği egemenliğin örnekleri sunuluyor:

“Andolsun, Dâvûd'a ve Süleymân'a (özel ileri teknoloji harikaları cinsinden) bir ilim verdik.” [20]

Âyette ilim kelimesinin nekre (belirsiz) olarak kullanılmış olması, ne kadar mühim ve geniş olduğuna işaret etme amacına yöneliktir. Bu bağlamda, Hz. Süleymân’a (a.s) verilen ilme başka yerde şöyle işaret ediliyor: “Biz, meselenin çözümünü Süleymân’a bildirdik. Her ikisine de (Dâvûd ve oğlu Süleymân’a) hikmet ve ilim verdik.” [21]

(Hz.) Süleymân (babası) Dâvûd'a mirasçı oldu.” [22] Hz. Süleymân (a.s), babası Hz. Davûd’un (a.s) malına ve krallığına vâris oldu demektir.

“Ve şöyle dedi: ‘Ey insanlar! Bize (bana ve babama) kuşların (konuşma) dili (mantıku’t-tayr = sinyallerle haberleşme) öğretildi ve (Allah’ın kullarına nimet olarak bahşedeceği) her şeyden bize verdi. Gerçekten bu, apaçık bir lütuftur, üstünlüktür.” [23]

Âyetin akışından anlaşıldığı kadarıyla Hz. Süleymân (a.s) kendisini ve babasını övüyor. Bu, yüce Allah’ın nimetini anma anlamında bir övünmedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükrânla an.” [24]

el-Mantık ve en-nutk, konuşan tarafından kastedilen ve konuşma adı verilen bir anlama delalet eden bir ses veya bir araya getirilmiş sesler anlamında bildiğimiz konuşma demektir. Neredeyse sadece insanlarla ilgili olarak kullanılır. Fakat Kur’ân bu kavramı, bundan daha geniş bir anlamda kullanır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: (O zaman kâfirler) Kendi (vücut) derilerine (dönüp), ‘Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?’ derler. Onlar da, ‘Her şeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi de konuşturdu.’ derler.” [25] Âyetin zahirinden şunu anlamak gerekir: Kuşların bir dili var ve Hz. Süleymân (a.s) bu dili biliyordu. Kuşların konuşması Hz. Süleymân’ın (a.s) bir mûcizesiydi.

“Ve her şeyden bize verdi.” Âyetinin manası, “her nimetten bir nasip bahşedildi” demektir. 

“Süleymân için cinlerden [26], insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları toplatıldı. Hepsi bir arada dağılmaktan alıkonacak şekilde sevk ediliyorlardı.” [27] Âyetin orijinalinde geçen huşira kelimesinin kökü olan el-haşru kelimesi, bir iş için insanları zorla toplayıp, sevk etme demektir. Bazılarına göre, hapsetme anlamına gelir. Bazılarının da söylediği gibi kastedilen anlam şudur: Hz. Süleymân’ın (a.s), cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları toplatıldı. Bunların dağılmaları ve birbirlerine karışmaları engelleniyordu. Her grubun başı ile sonu bir arada tutulacak bir mekânda bekletiliyordu.

İnsanlardan ve kuşlardan önce cinlerin adının geçmesi, onların boyun eğdirilmelerinin ve itaât altına alınmalarının şaşırtıcı bir olgu olmasıdır. Yine cinlerden sonra kuşlardan değil de insanlardan söz edilmesi, onların boyun eğdirilmelerinin de şaşırtıcı olduğuna işaret etmek ve cin ile insan karışıklığını gözetmek içindir.

Hz. Süleymân (a.s) cinleri özel işlerinde, insanları ülke savunmasında ve kuşları da haberleşme ve su bulma hizmetlerinde istihdam ediyordu. [28]

“Nihâyet karınca vadisine geldikleri vakit bir karınca, ‘Ey karıncalar! [29] Yuvalarınıza girin; Süleymân ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler!’ dedi.” [30]

Hatta = Nihâyet kelimesi, önceki âyetten anlaşılan hususun gayesini ifade eder. Etev = geldikler fiilindeki çoğul zamiri de Hz. Süleymân’a (a.s) ve ordularına dönüktür. Bazılarına göre, “Karınca vadisi” söylendiğine göre, Şam civarında bir vadiydi. [31] Bazıları [32], Taif’te bir yer, bazıları [33] ise, Yemen’in uzak bölgelerinde bir yer olduğunu söylemiştir. Yahtımenne kelimesinin kökü olan el-hatmu, kırmak (ezmek) demektir.

Bu mübarek âyetten kastedilen anlam şudur:

“Hz. Süleymân (a.s) ve orduları, karınca vadisine varıncaya kadar yol aldılar. Bunu gören karıncalardan biri diğer karıncalara hitaben ‘Ey Karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleymân ve orduları farkında olmadan, sizi kırmasınlar, yani üzerinize basıp ezmesinler’ dedi. Bundan anlaşılıyor ki, karıncalar o sırada yuvalarının dışında dolaşıyorlardı.

رَبِّ اَوْزِعْن۪ٓي اَنْ اَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلٰى وَالِدَيَّ

وَاَنْ اَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضٰيهُ وَاَدْخِلْن۪ي بِرَحْمَتِكَ ف۪ي عِبَادِكَ الصَّالِح۪ينَ

“Süleymân onun sözünden dolayı gülecek hâle gelip tebessüm etti ve şöyle dedi: ‘Ey Rabbim! Hem bana hem de baba ve anneme verdiğin nimete şükretmeyi ve razı olacağın sâlih/iyi işleri yapmayı ilham et bana ve rahmetinle beni sâlih/iyi kulların arasına kat” deyip (dua etmişti). [34]  

Bazı müfessirlere göre [35], gülümsemeyle tebessüm, gülmek zahk ayrı bir şeydir. Buna göre, âyette geçen ez-zahku‘dan maksat, mecazî olarak, gülmek üzere olması, gülecek hâle gelmesidir.

Âyetin orijinalinde geçen evzi’nî kelimesinin masdarı olan el-îzâ, ilham anlamındadır. Hz. Süleymân (a.s) karıncanın sözlerini duyunca gülecek hâle gelip tebessüm etti, çokça mutlu olup sevindi. Çünkü yüce Allah kendisine bunca nimet vermiş ve onu bu konuma yerleştirmişti. Yani ona peygamberlik, hayvanların dilini bilme, krallık; cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordular bahşetmişti. Bundan dolayı da yüce Allah’tan kendisine, nimetlerine şükretmeyi ilham etmesini ve razı olduğu işler yapmasını istedi. Hz. Süleymân (a.s), Ey Rabbim! Sen bana fevkalade üstün yetenekler bahşettin. Ancak, en ufak bir gaflet ve dikkatsizlik göstersem kulluk hududlarını aşabilir ve kibirlenip neticede doğru yoldan sapabilirim. Ey Rabbim! Kötülüklerden beni alıkoy ki, tüm nimetlerinden dolayı nankörlük etmeyeyim ve sana karşı minnettarlığım devam etsin diye dua ediyor.

Hz. Süleymân (a.s) burada şükrü yüce Allah’ın hem özel olarak kendisine verdiği nimetlere yöneltiyor hem de anne ve babasına bahşettiği nimetlere. Çünkü anne-babasına bahşedilen nimetler, varlığı onlardan olduğu için bir tür kendisine de bahşedilmiş sayılır.

“Süleymân kuşları yokladı ve şöyle dedi: Hüdhüd’ü [36] niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı.” [37]

et-Tefeggud kelimesi, bildirmeye çalışmak demektir. Fakat gerçekte tefekküdbir şeyin yokluğunu öğrenme demektir.

“Andolsun, ya onu ağır bir şekilde cezalandıracağım veya kafasını keseceğim ya da bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirmeli.” [38]

Âyetin akışı içinde kullanılan Lâm edat’ları yemin için kullanılmıştır. es-Sultânu’l-mubînaçık kanıt demektir. Hz. Süleymân (a.s) Hüdhüd hakkında üç şıktan birini uygulamaya hükmediyor: Ağır bir ceza (leu’azzibennehu azâben şedîd), kesilme (leezbehannehu)-ki bu iki şık Hüdhüd için kahredici niteliktedir ve açık bir kanıt getirmesi (leyetiyennî bisultânin mubîn). Bu da kurtulmanın anlamına gelir.

“Sonra (Süleymân ve Hüdhüd) az bir süre bekledi ve (Hüdhüd gelip) şöyle dedi: Senin tam bilmediğin bir şeyi ben bildim; sana Sebe’den [39] sağlam bir haber getirdim.” [40]

Fe-mekese, sonra az bir süre bekledi ifadesindeki zamir, Hz. Süleymân’a (a.s) dönüktür. Hüdhüd’e dönük olması da ihtimal dâhilindedir. Âyetin orijianalindeki tuhit kelimesinin kökü olan el-ihatah ifadesinden maksat tam bigidirEn-Nebeönemli haber ve el-Yakîn ise, kesin bilgi demektir. Sebe, Yemen’de bir şehrin adıdır. O zamanlar Yemen’in başkentiydi.

Bu âyette bazı ifadelerin hazfedildiğini ve kısa, öz bir üslubun alındığını gösteriyor. Bazılarına göre Hüdhüd’ün “senin tam bilmediğin bir şeyi ben bildim” şeklindeki sözü, kendisini şiddetli bir şekilde azarlayan Hz. Süleymân’ın (a.s) öfkesini kırmaya yöneliktir.

 “Ben, onlara hükümdârlık eden bir kadın gördüm. Kendisine her şey (her türlü imkân) verilmiş ve de onun büyük bir tahtı vardı.” [41]

Âyetin orijinalindeki temlikuhum (onlara hükümdârlık eden) ifadesindeki zamir (hum), Sebe ve civar halkına dönüktür.

Kendisine her şey verilmiş ifadesi, mülkünün genişliğine ve büyüklüğüne ilişkin bir nitelemedir. Bu âyette geçen her şey’den maksadın, büyük bir krallık açısından vazgeçilmez kabul edilen caydırıcılık, kararlılık, dehşet, geniş bir memleket, hazineler, tam teçhizatlı ordular, itaatkâr vadandaşlar gibi şeyler olduğuna ilişkin bir ipucudur. Bunlar içinde de sadece büyük bir tahtının (ve lehâ arşun azîm) olduğunu zikrediyor.

“Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini (taptıklarını) gördüm. Şeytan işlerini onlara süslü göstermiş de doğru yola ulaşmalarına engel olmuştur. Bu yüzden hidayete ermiyorlar. Göklerde ve yerde gizli olan her şeyi ortaya çıkaran, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilen Allah’a secde etmesinler diye. Oysa Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır ve de büyük Arş’ın Rabbidir.” [42]

Süleymân dedi ki: Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın bakıp göreceğiz. Şu mektubu götür ve onlara at, sonra yanlarından ayrıl ve (konuşurken birbirlerine) verecekleri cevaba bak. Sebe Melikesi dedi ki: Ey ileri gelenler! Bana değerli bir mektup atıldı. Çünkü mektup Süleymân’dandır ve Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamaktadır.) Ve içinde şöyle yazmaktadır: Bana karşı büyüklük taslamayın ve teslim olarak bana gelin.” [43]

Elgih = at ifadesinin sonundaki He harfi bütün kıraatlerde ister geçiş (ulama) hâlinde, ister vakfe (duruş) hâlinde cezim’li okunur. Bu, sekt (sükûn) he’sidir.

Âyetin anlatımında hazf ve öz anlatım yöntemine başvurulmuştur. Takdirî açıklama ise şöyledir: Hüdhüd mektubu aldı, Sebe kraliçesine götürdü. Kralicenin memleketine gelince, mektubu ona attı. Kraliçe mektubu aldı. Okuyunca üst düzey yöneticilere ve halkının ileri gelenlerine, “Ey ileri gelenler! ...” diye konuşmaya başladı.  ”Ey ileri gelenler! Bana değerli bir mektup atıldı.” ifadesinde, kraliçenin mektubun durumunu, kendisine ulaştırılış biçimini ve içeriğini üst düzey yöneticilere anlatışı hikâye ediyor. Kraliçe değerli (kerîm) demekle, mektubun (kitâb) ne kadar önemsediğini de belirtiyor.

“Çünkü mektup Süleymân’dandır ve Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamaktadır) ifadesinin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla bu ifadeyi, mektubun önemseyişinin gerekçesi olarak söylüyor. Yani demek istiyor ki: “Mektubun önemli olması, Hz. Süleymân’dan (a.s) geliyor olmasından dolayıdır.” Hz. Süleymân’ın (a.s) karşı konulmaz gücünden, kendisine bahşedilen büyük egemenlikten, akıllara durgunluk veren gücünden mutlaka haberdardı. Nitekim yüce Allah’ın daha sonra bize hikâye ettiği gibi kendisine de bunu itiraf ediyor: “Zaten bundan önce (Süleymân’ın gücü hakkında) bize bilgi verilmişti ve biz teslim olmuştuk.” (27/Neml: 42)

(Sonra) dedi ki: Ey ileri gelenler! Durumum hakkında bana görüş bildirin. Sizler bulunmadan ben hiçbir işi karara bağlamış değilim.” [44]

Âyetin orijinalindeki eftû kelimesinin masdarı olan el-iftâgörüş belirtmek demektir. Kâtiaten kelimesi, işi karara bağlamak, kesin hüküm etmek ve kararlı davranmak anlamında kullanılmıştır. Teşhedûne kelimesinin masdarı olan eş-şehadet ise huzurda olmak ve bulunmak demektir. Burada kraliçe üst düzey yöneticilere danışıyor ve şöyle diyor: “Süleymân’ın mektubunda ifade edilen bu hususla ilgili olarak bana ne düşündüğünüzü bildirin. Bu hususta sizinle istişare ediyorum; çünkü ben, bugüne kadar, yönetimde sadece kendi görüşümü esas alarak bir diktatör gibi davranmadım. Bilâkis, sizin görüşlerinize başvurarak ve sizi yanıma alarak hüküm verir ve bu hükmü uygulama kararlığını gösteririm.”

Dolayısıyla bu âyet, kraliçenin üst düzey yöneticilere yönelik konuşmasının ikinci bölümünü içeriyor. Birinci bölümde onlara Hz. Süleymân’dan (a.s) bir mektup geldiğini, mektubun takdim ve içeriğini haber vermişti.

“Dediler ki: Biz kuvvet (ordu) sahibi ve güçlü kimseleriz. Yine de emir senindir; ne emredeceğine bak.” [45] Âyet, üst düzey yöneticilerin kraliçeye verdiği cevabı içeriyor.

“Melike dedi ki: Doğrusu, hükümdârlar bir şehre girdiler mi orayı yerle bir eder, halkın üstünlerini aşağılık hâle getirirler ve aynen böyle yaparlar.”

“Şimdi ben onlara bir hediye gönderip, elçileri ne (gibi bir sonuç) ile döneceklerine bakacağım.”

(Elçileri ve hediye) Süleymân’a geldiğinde, Süleymân şöyle dedi: Siz (değersiz) bir malı mı bana vermek istiyorsunuz? Oysa Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Bir de (kalkmış) hediyenizle seviniyorsunuz?”

“Onlara dön; andolsun biz, karşısında duramayacakları bir orduyla onlara geliriz; onları zelil bir durumda ve aşağılanmış olarak oradan çıkarırız. “(Sonra da) Ey ileri gelenler! Onlar teslim olmuş olarak bana gelmeden önce, hanginiz o kadının tahtını bana getirebilir? dedi.”

“Cinlerden bir ifrit [46] dedi ki: Sen yerinden kalkmadan onu sana getirecek olan benim. Gerçekten ben bu işte güçlü ve güvenilir biriyim.” [47]

“Yanında kitaptan bir ilim olan kişi (veziri Asıf b. Berhıyâ) dedi ki: Baktığın şeyi algıladığın süreden daha kısa bir sürede ben onu sana getiririm. Süleymân tahtı yayında yerleşmiş vaziyette görünce dedi ki: Bu, Rabbimin bir lütfudur; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek istiyor. Kim şükretmek isterse kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim gani (kimseye muhtaç olmayan) ve kerîm’dir.”

“Süleymân dedi ki: Tahtını tanımayacağı hâle getirin; bakalım tanıyacak mı yoksa tanımayanlardan mı olacak?” 

“Sebe Melikesi [48] geldiğinde, Senin tahtın böyle mi? denildi. Sakın o! Zaten bundan önce (Süleymân’ın gücü hakkında) bize bilgi verilmişti ve biz teslim olmuştuk dedi.”

“Allah’tan başka taptığı şeyler onu (Allah’a teslim olmaktan) alıkoymuştu. Çünkü o, kâfir bir topluluktandı. “ [49]   

“Ona, ‘Köşke gir.’ denildi. Orayı görünce bir göl olduğunu sandı ve bacaklarını sıvadı. Sülaymân, ‘Bu, camla döşeli bir köşktür.’ dedi. Melike dedi ki: Ey Rabbim! Gerçekten ben kendime zulmetmişim; (artık) Süleymân’la beraber Âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.” [50]

Âyetin orijinalinde geçen er-sarhu kelimesi; köşk demektir. Her türlü yüksek binaya da denir. Geniş, belirgin ve çatısız bina anlamına da gelir. el-Luccetuderin ve büyük su birikintisi demektir. el-Mumerreduet-temrîd masdarından türemiş ism-i mefûl’dur ve düz, şeffâf anlamına gelir. el-Kavarîru ise cam demeltir.

Öyle anlaşılıyor ki, “Ona, ‘Köşke gir.’ denildi.” sözünü söyleyen, Hz. Süleymân’ın (a.s) da hazır bulunduğu bir sırada, hizmetçilerinden biriydi. Bu hizmetçi muhtemelen teşrîfâtçılık ediyordu. Nitekim kralların ve ileri gelenlerin konuklarını karşılayıp ağırlayan bu tür adamlar olur.

”Orayı görünce bir göl olduğunu sandı ve bacaklarını sıvadı.”, yani köşkü görünce duvarlarında cam olduğu için onun derin bir su ve göl olduğunu sandı. Çünkü camlar su gibi berrak ve şeffaftılar. Derhal eteğini yukarı çekti ki suya bulanıp ıslanmasın.

“Bu, camla döşeli bir köşktür, dedi.” sözünü söyleyen Hz. Süleymân’dır (a.s). Ona bunun derin bir su olmadığını, bilâkis billurdan yapılmış şeffâf bir köşk olduğunu haber veriyor. Kraliçe Hz. Süleymân’ın (a.s) muhteşem saltanatının göz kamaştırıcı göstergelerini hayretler içinde gözlemledi. Bundan önce Hüdhüd adlı kuşun akıllara durgunluk veren davranışlarını, ona gönderdiği göz alıcı hediyenin geri çevrilişini, sonra tahtının akıl almaz bir yöntemle ta oralara getirilişini görmüştü. Bütün bunları yan yana getirince Hz. Süleymân’ın (a.s) peygamberliğinin alâmetlerinden kuşku duymadı. Biraz düşünmeye, iyice ölçüp biçmeye gerek duymadan şunları söyledi: “Ey Rabbim! Gerçekten ben kendime zulmetmişim; (artık) Süleymân’la beraber Âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.” Önce, yüce Allah’tan başkasına ibadet etmek suretiyle işlediği zülmü itiraf ederek veya mucizeleri bizzat gözlemlediği sırada Rabbinden yardım diliyor; sonra, Hz. Süleymân’la (a.s) beraber yüce Allah’a teslim oluşuna tanıklık ediyor. [51]

Vaktâki onun ölümüne karar verdiğimiz zaman, (vefat ettiği halde, asasına dayalı olarak günlerce ayakta tutulan Süleymân’ın) ölümünü onlara (cin takımına, ancak) asasını yemekte olan bir ağaç kurdu fark ettirmişti. (Süleymân’ın dayandığı değnek kırılıp yere düşünce cinler onun öldüğünü anlamışlardı.) Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkça ortaya çıktı.” [52]

--------------

[1]- 2/Bakara: 102, 103; 4/Nisâ: 163; 6/En’âm: 84; 21/Enbiyâ: 78, 79, 81; 27/Neml: 15, 16, 17, 18, 30, 36, 44; 34/Seba: 12; 38/Sâd: 30, 34.
[2]- 2/Bakara: 102.
[3]- 4/Nisâ: 163.
[4]- 6/En'âm: 84.
[5]- 21/Enbiyâ: 78-79.
[6]- 27/Neml: 15.
[7]- 27/Neml: 16.
[8]- 27/Neml: 17.
[9]- 27/Neml: 16.
[10]- 38/Sâd: 30.
[11]- 27/Neml: 19.
[12]- 21/Enbiyâ: 78-79.
[13]- 21/Enbiyâ: 81.
[14]- 34/Sebe: 12.
[15]- 34/Sebe: 12.
[16]- 38/Sâd: 31.
[17]- Akkadca (bâb kapıili tanrınıntanrının kapısı anlamına gelen Bâbil adı, İbrânîce’de BâbelPersçe’de Babiruş ve Grekçe’de Babylon şekillerinde kullanılmıştır. Bâbil, Bağdat’ın 88 km. güneyindeki Hille kasabası yakınlarında, Fırat’ın doğu kıyısında yer alır. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 392) Bâbil, Mezopotamya’da kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsar.
[18]- 2/Bakara: 102-103.
[19]- Kur’ân-ı Kerîm’de indirilişte 48. ve tertipte 27. sırada Neml (karınca) sûresi yer alır. Bu mübarek sûre, Şu’arâ sûresinden sonra Kasas sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Neml sûresi 93 âyet, 1.165 kelime ve 4.679 harften ibarettir.  Sûre, adını Hz. Süleymân’ın (a.s) ordusuna yol veren karıncayla ilgili kıssanın anlatıldığı 18. âyetten alır. Bu mübarek sûre, Sûretü Süleymân olarak da anılır. Sûrenin konusu, yüce Allah’ın birliği, peygamberlik, vahiy ve ahiret hayatı gibi İslâm’ın inanç esasları ele alınmaktadır. Bazı geçmiş milletlerin ve bunlara gönderilmiş olan peygamberlerin kıssalarından kesitler sunulmak suretiyle insanlara öğütler verilmekte ve anlatılan olaylardan ibret almaları istenmekte, Hz. Süleymân’ın (a.s) hükümdârlığı ve Sebe kraliçesiyle olan öyküsüne genişçe yer verilmektedir.
[20]- 27/Neml: 15.
[21]- 21/ Enbiyâ: 79.
[22]- 27/Neml: 16.
[23]- 27/Neml: 16.
[24]- 93/Duhâ: 11.
[25]- 41/Fussilet: 21.
[26]- Kur’ân-ı Kerîm’de cinler, yüce Allah’ın dumansız (mâric) kavurucu ve çok sıcak bir alevden (nâr- semûm=elektrik cinsi bir enerji) yarattığı, insanları gören, fakat onlara görünmeyen bir varlık olarak anılmaktadır. Cinler irade sahibi varlıklardır ve onlarda insanlar gibi denenmektedirler. (55/Rahmân: 15; 15/Hicr: 27; 51/Zâriyât: 56; 72/Cin: 1-17)
[27]- 27/Neml: 17.
[28]- Tefsiru’t-tahrîr ve’t-tenvîr,  s. 240.
[29]- Hayatımızın bazı noktalarında sık sık gördüğümüz karıncaların bilinmeyen gerçeklerini şöyle sıralayabiliriz: Karıncaların boyları genellikle 2 - 7 mm arası değişir.  Her karınca kolonisinde en az bir tane kraliçe bulunmaktadır. Karıncalarda iki adet mide bulunur. Bir tanesinde yiyeceği kendi için saklar, ötekinde ise diğer karıncalarla paylaşacağı yiyecekleri depolar. Karıncalar, böcek türleri içinde en büyük beyine sahiptir. Bazı karıncalar günde 7 saate kadar uyuyabilir. Karıncalar yeşil, sarı, kahverengi, kırmızı, mavi ve hatta morun tonlarında olabilirler. Bir karınca kendi ağırlığının 20 katını kaldırabilir. Yetişkin bir karınca katı yiyecekleri yutamaz; yiyeceklerin suyunu emerek beslenir. Karıncalar sadece dokunmak değil, koku almak için de antenlerini kullanırlar. Karıncalar hem etçil, hem otçul canlılardır. Kraliçe karıncalar doğuştan kanatlara sahiptir. Başka koloniler kurmak için yuvadan ayrıldıklarında, kanatları düşer. Siyah karıncalar ve ahşap karıncalarının iğnesi bulunmaz. Onun yerine formik asit püskürtürler. Tropik bölgelerde yaşayan yaprak kesici karıncalar, keskin çeneleri ile yaprakları keser ve bunları yuvalarına taşır. İşçi karıncalar, yuvanın içindeki çöpü dışarı taşımakla ve özel çöplüğe götürmekle yükümlüdür. İşçi karınca dışarıda bir yiyecek kaynağı bulduğunda, kolonideki diğer karıncaları buraya çekmek için özel bir koku bırakır. Köle-Yapıcı karıncalar başka karıncaların yuvalarına saldırır ve yumurtalarını çalar. Bu yumurtalar kırılıp, yavru karıncalar çıktığında kolonide köle olarak çalışırlar. Karıncalar genel olarak sıcak iklimlerde yaşarlar. Yeryüzünde bilinen 10.000 (on bin) karınca türü yaşamaktadır. Bir karıncanın ömrü ortalama 45-60 gündür. Karıncaların hızlı koşmalarını sağlayacak uzun bacakları vardır.
[30]- 27/Neml: 18.
[31]- Mefatîhu’l-ğayb, c. 24, s. 187.
[32]- Mecmau’l-beyân, c. 7, s. 215.
[33]- Ruhû’l-meânî, c. 19, s. 175.
[34]- 27/Neml: 19.
[35]- Ruhû’l-meânî, c. 19, s. 179.
[36]- Hemen bütün dillerde çıkardığı sese (Türkçe: ibibik, büdbödek; Arapça: hüdhüd; Farsça: pûpe, pûpû; İngilizce: hoop poo; Fransızca: huppe; İbrânice: dûkifat; Latince: upupa, epops) veya başında bulunan sorguç şeklindeki renkli tüylere (Türkçe: çavuş kuşu, taraklı, turakçın, ibik, ibikli; Farsça: şâne-ser) göre adlandırılan hüdhüd “coraciiformes” takımının “upupidae” familyasının tek üyesi olan ve taraklı tepeliğiyle tanınan bir kuş türüdür. Kanatları ve kuyruğu siyah beyaz alacalı, öbür bölümleri pembeye çalan açık kahverengi, tepeliğinin uçları siyahtır. Yuvasını genellikle ağaç kovuklarına, duvar deliklerine ve kaya oyuklarına yapar.  Filistin’de ve daha çok Mısır’da bulunur; kışın Afrika’ya göç eder. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 18, s. 461.
[37]- 27/ Neml: 20.
[38]- 27/Neml: 21.
[39]- Adını, devletin kurucusu olarak bilinen Sebe b. Yeşcüb b. Ya‘rub b. Kahtân’dan alır. Sebe (Sabâ, Sebâ) Devleti’nin kuruluş tarihi bilinmemektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde 27/Neml: 22 ve 34/Sebe: 15’de Sebe’den söz edilir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 36, s. 241)
[40]- 27/Neml: 22.
[41]- 27/Neml: 23.
[42]- 27 Neml: 24-26.
[43]- 27/Neml: 27-31.
[44]- 27/Neml: 32.
[45]- 27/Neml: 33.
[46]- İfrît kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler olmakla beraber ağırlıklı görüşe göre bir kimseyi yere serme, toza toprağa bulama; çok istenen bir nesnenin zihinde hayal edilip göze bu şekilde gözükmesi anlamlarına gelen Arapça afr kökünden türetilmiş olup, kurnaz, şerir, çetin, yaratılışı güçlü, kızgın ve öfkeli kimse manasındadır. İfrit, cin ve şeytanlar için olduğu gibi mecazî anlamda kötülük ve şeytanlıkta aşırı giden insanlar için de kullanılır. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 516)
[47]- 27/Neml: 34-39.
[48]- Müfessirler Sebe ülkesinde hükümdâr olan ve Kur’ân-ı Kerîm’de adı anılmaksızın bahsi geçen kadının Belkıs bint Şürahbil olduğunu kaydetmektedirler. Ancak kaynaklarda, Yelkame bint el-Yeşrah b. Hâris veya Belkıs bint el-Hedahid b. Şürahbil adlarıyla anıldığı da bildirilmiştir. Kaynaklarda, Belkıs’ın kimliği hakkında kesin bilgi verilmemekle birlikte, Hz. Süleymân’la (a.s) çağdaş bir kraliçe olduğunu söylemişlerdir. Tarihî belgelere dayanarak Belkıs’ın kimliğini ortaya çıkarmak mümkün değildir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 420)
[49]- 27/Neml: 40-43.
[50]- 27/Neml: 44.
[51]- Neml sûresinin 15-44 âyetlerinin yorumunu, merhum Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabî’nin el-Mîzan fî tefsîri’l-Kur’ân adlı eserinden alıntı yapılmıştır. (el-Mîzan, c. 16, s. 573)
[52]- 34/ Sebe: 14.