.
.
Bismillahirrahmanirrahim
Adı
İsim, varlıklara verilen ad, müsemmâ adlandırılan varlık, tesmiye de adlandırma demektir. İsim, bir hakikate delâlet eden mutlak lafız, müsemmâ bu hakikatin kendisini oluşturan şey, tesmiye ise isim ile müsemmâ arasındaki irtibatı sağlayan manadır. [1]
Muhammed, Hz. Resûl-i Ekrem’in (s.a.a) en çok bilinen adı olup, övgüye değer bütün güzellikleri ve iyilikleri kendinde toplayan kişi, anlamına gelmektedir. “Muhammed ancak bir peygamberdir” [2], “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir” [3], “Rableri tarafından hak olarak Muhammed’e indirilene inananların günahlarını Allah bağışlamıştır” [4] ve “Muhammed Allah’ın elçisidir” [5] meâlindeki âyetlerde geçer. Hz. Peygamber’in (s.a.a) en çok kullanılan ikinci ismi, Ahmed’dir. Bu isim de hamd kökünden türemiş olup, Allah’ı herkesten daha iyi ve daha çok öven; herkesten daha çok övülen, manalarına gelmektedir. Ahmed ismi, Kur’ân’da bir yerde geçmekte ve burada Hz. Îsâ’nın (a.s) İsrâîloğulları’na kendisinden sonra gelecek Ahmed adındaki peygamberi müjdelediği belirtilmektedir. [6]
* * *
Lakabı
Lakap, bir kimseye asıl adından ayrı olarak sonradan takılan ikinci ad; şeref pâyesi, hâlife ve sultanların hâkimiyet alâmeti demektir. Arapça bir kelime olan lakab’ı (çoğulu elkâb) dilciler nebez ile açıklarlar. Nebez, bir kimseye gizli kalmasını istediği bir ayıbıyla hitap etmek, anlamına gelir. Ancak sonradan aslında sıfat, vasıf demek olan, genellikle kişinin severek aldığı, onu toplum içinde yücelten ad anlamındaki nâ‘t da lakap karşılığında kullanılmaya başlanmış, böylece lakap, övgü veya yergi ifade eden isim ve sıfat, manası kazanmıştır. [7]
Kur’ân’da inananların birbirlerini çirkin lakaplarla çağırmaları yasaklanmıştır. [8] Kur’ân’da Mesîh [9] Hz. Îsâ’nın, Zünnûn [10] Hz. Yûnus’un, İsrâîl [11] Hz. Ya‘kûb’un lakabıdır. “Allah İbrâhîm’i dost edindi” meâlindeki âyetten [12] hareketle Hz. İbrâhîm’e halîlullah, “Allah Mûsâ’ya hitap ederek konuştu” âyetinden [13] hareketle Hz. Mûsâ’ya kelîmullah, “Biz ona ruhumuzdan üfledik” [14] âyetlerinden hareketle Hz. Îsâ’ya rûhullah denilmiştir. Yine Zü’l-kifl ve Zülkarneyn gibi bazı isimler de aslında birer lakaptır.
Hz. Resûl-i Ekrem’e ise (s.a.a) gençlik çağında dürüstlüğünden, güvenilirliğinden dolayı kavmi tarafından el-emîn (emin ve güvenilir) [15] lakabı takılmıştı; bi’setten sonra da kendisine Kur’ân’daki birçok âyetlerin delâletiyle en-nebiyyü’l-ümmî (herhangi bir ders okumamış peygamber) [16], hâtemü’n-nebiyyîn (son nebî) [17], hâtemü’l-enbiyâ (son peygamber) [18], seyyidü’l-mürselîn (Allah’ın tüm elçilerinin efendisi) [19] gibi lakaplar takılmıştır.
Ahirün fi-l bi’seh (gönderilen son peygamber) [20], El-emir (İlâhî emirleri emreden kimse) [21], Er’resûl (İlâhî elçi) [22], El- imâm (rehber ve halkın lideri) [23], Habibullah (Allah'ın sevgilisi ve dostu) [24], Halilullah (Allah’ı seven) [25], Rahmetü-n lil âlemiyn (âlemlere rahmet) [26], Sirâcün mubîn (ışık saçan kimse) [27], Sefiyyullah (Allah tarafından seçilmiş kimse) [28] ve Resûlullah (Allah Resûl’ü) [29] gibi bazı mübarek lakapları da mevcuttur.
* * *
Künyesi
Künye, Arap toplumlarında kişiler için kullanılan ve genelde eb (baba), ümm (anne), ibn (oğul), bint (kız) ile zû, zât (sahip) kelimeleri izâfetle türetilmiş tanıtıcı ibaredir. Künye, maksadı üstü kapalı ve dolaylı şekilde anlatma, kinâyeli söz söyleme, manasınadır. [30]
Ebû’l-Kâsım (Kasım'ın babası; Peygamber’in (s.a.a) ilk çocuğu olan Kasım'ın doğumundan sonra bu lakapla anıldı; Ayrıca Ebû’l-Kâsım künyesinin Peygamber’in (s.a.a) cenneti bölüştürecek kişi olmasından dolayı aldığı da söylenir) [31], Ebû İbrâhîm (İbrahim'in babası) [32], Ebû’l-Ümmeh (ümmetin babası) [33], Ebû’d-Dürreteyn (iki incinin babası; İmam Hasan (a.s) ile İmam Hüseyin (a.s) Hz. Peygamberin (s.a.a) iki incisi olarak bilinmektedir) [34], Ebû’r-Reyhaneteyn (iki reyhan; İmam Hasan (a.s) ile İmam Hüseyin (a.s)’dir; Reyhan, kokulu herhangi bir bitki anlamına gelir) [35], Ebû’s-Sibteyn (iki çocuk (sibt) babası; Hz. Peygamber'in (s.a.a) soyunun torunları olan İmam Hasan (a.s) ile İmam Hüseyin (a.s) üzerinden devam edecek olmasına işaret edilmektedir) [36], Ebû’l-Mesâkîn (fakir babası) [37], Ebû’l-Âramil (Tevrât'ta bu lakapla anılır. Dul kadınların babası demektir). [38]
* * *
Nitelikleri
Hz. Peygamber (s.a.a) çeşitli âyetlerde belirtildiği üzere diğer insanlar gibi bir insandır. [39] Fakat insanlara örnek olduğuna [40], yüksek bir ahlâk üzere bulunduğuna [41], yüce Allah’ın lütuf ve esirgemesine nâil olduğuna, kendisine hikmet bahşedildiğine [42], ilim verildiğine [43], kaba ve katı yürekli olmadığına [44], insanlardan korunduğuna [45], Îlâhî yardımla desteklendiğine [46], Îlâhî gözetim ve koruma altında bulunduğuna [47], hidâyete, dosdoğru yola erdirildiğine [48], hak ile gönderildiğine [49], kendisine huzur ve güven duygusu verildiğine [50], göğsünün açılıp genişletildiğine [51], yüce Allah’ın ve meleklerin ona salât okuduğuna [52], mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametli olduğuna [53] dair âyetlerde de belirtildiği gibi diğer insanlardan farklı bir kişilik ve birikime sahip bulunduğu, üstün vasıflarla donatıldığı, başarısının temelinde vahyin bulunduğu ve toplumu bunun kılavuzluğunda yönettiği şüphesizdir. Bu çerçevede güçlü ve sağlıklı bir vücut yapısı, derin bir sezgi, anlayış ve kavrayış kabiliyeti, sağlam bir hâfıza, etkili hitabet, ihlâs, sabır, cesaret, hilim, cömertlik, hayâ, iyi geçim, şefkat ve merhamet, vefa, tevazu, adalet, emanet, iffet, doğruluk gibi üstün niteliklere sahiptir. Ayrıca insanları tebliğ ettiği dine çağırmak, dinin ilke ve esaslarını açıklayarak bizzat yaşamak [54], gönderildiği toplumu bu doğrultuda yönetip yönlendirmek [55], Resûlullah’ın (s.a.a) bizzat dini yaşayarak insanlara göstermek [56], mü’minler de ona uyup [57] emir ve yasaklarına boyun eğme sorumluluğunu taşıdıkları gibi örnek davranışlarına tâbi olmak [58] ve onu örnek almakla [59] emrolunmuştur. [60]
* * *
Özellikleri
Bilgin Ümmî
Hz. Peygamber'in (s.a.a) ayrıcalıklarından biri, insanlardan olan bir öğretmenin yanında okuma-yazma öğrenmemiş olmasıdır. “Biz onların, ‘Ona bir insan öğretiyor!’ dediklerini biliyoruz…” [61] O, bir bilgi ortamında değil, câhil bir toplumda yetişti.
Kur'ân'ın açıkladığı bu gerçek hiç kimse tarafından yalanlanmış değildir. “Sen bundan önce bir Kitap okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun…” [62]
İçinde doğup büyüdüğü kavim en koyu câhillikte olan, ilimden ve eğitimden en uzak bir kavimdi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendisi o dönemi câhiliye dönemi olarak adlandırdı. Bu adlandırmayı ancak ilmin, câhilliğin, aklın ve aptallığın ne olduğunu iyi bilen bilgin biri yapabilir.
Bunun yanı sıra o ilme, kültüre, düşünceye ve akıl yürütmeye çağıran, bilginin ve ilmin bütün türlerini içeren bir kitap getirdi. Eşsiz ve çarpıcı bir yöntemle kitabı ve hikmeti öğretmeye koyuldu. “O'dur ki ümmîler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi.” [63] Bu çabası sonunda, ilim ve maarifi ile dirilten, aydınlığı her yana yayılan benzersiz bir uygarlık kurdu.
Evet, o ümmîdir; okuma-yazmasızdır. Fakat bilgisizlik, câhiliye saplantıları ve puta tapıcılıkla mücadele ederek her ihtiyaca cevap veren bir mektep, sapasağlam bir din ve tarih boyunca insanlığa yön veren bir şeriât getirmiştir. Buna göre o ilminde, maarifinde, kapsayıcı sözlerinde, kültüründe ve eğitim yöntemlerinde başlı başına bir mucizedir.
“De ki: "Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan, kendisinden başka Îlâh bulunmayan, yaşatan, öldüren Allah'ın Elçisiyim. Gelin Allah'a ve O'nun ümmî peygamberi olan Elçisine inanın…" [64]
“… Allah, sana Kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi ve sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah'ın sana lütfu, cidden büyüktür.” [65]
Evet, yüce Allah Hz. Peygamber'e (s.a.a) tüm bu ilimleri vahyetti, ona kitabı ve hikmeti öğretti. Onu ışık saçan bir çırağ, apaçık delil, gözetici, açıklayıcı öğüt verici, hatırlatıcı, müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber kıldı.
“Ey insanlar! Rabbinizden size ’kesin bir kanıt (bürhan)’ gelmiş ve size apaçık bir nur indirmiş (bulunmaktayız.) “, “Ve biz Kur'ân'ı hak ve gerçek olarak indirdik, o da hak ve gerçek hükümlerle indi ve seni de ancak müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik.” [66]
--------------
[1]- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 22, s. 548.
[2]- 3/Âl-i İmrân: 144.
[3]- 33/Ahzâb: 40.
[4]- 47/Muhammed: 22.
[5]- 48/Feth: 29.
[6]- 61/Saff: 6.
[7]- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 65.
[8]- 49/Hucûrat: 11.
[9]- 3/Âl-i İmrân: 45; 4/Nisâ: 157, 171, 172; 5/Mâide: 17, 72, 75.
[10]- 21/Enbiyâ: 87.
[11]- 3/Âl-i İmrân: 93; 19/Meryem: 58.
[12]- 4/Nisâ: 125.
[13]- 4/Nisâ: 164.
[14]- 21/Enbiyâ: 91; 66/Tahrîm: 12.
[15]- İbn Seyyid'un nas, Uyun'ul-eser, c. 2, s. 382.
[16]- İbn Seyyid'un nas, Uyun'ul-eser, c. 2, s. 382.
[17]- İbn Şehr Aşûb, Menakibu Âli Ebî Tâlib, c. 1, s. 152.
[18]- İbn Şehr Aşûb, Menakibu Âli Ebî Tâlib, c. 1, s. 152.
[19]- Zerendi, Nezm'u dureri's-simteyn, s. 27.
[20]- Tabersi, Elamu'l-verâ, c. 1, s. 50.
[21]- Neimi, Esmâu'un-Nebî lugeten ve İstilahen, c. 1, s. 80.
[22]- İbn Seyyid'un nas, Uyun'ul-eser, c. 2, s. 382.
[23]- İbn Seyyid'un nas, Uyun'ul-eser, c. 2, s. 382.
[24]- İbn Şehr Aşûb, Menakibu Âli Ebî Tâlib, c. 1, s. 152.
[25]- Tebriziyan, Esmâu'r-Resûl' il-Mustafa, c. 1, s. 23.
[26]- Zerendi, Nezm'u dureri's-simteyn, s. 27.
[27]- Zerendi, Nezm'u dureri's-simteyn, s. 27.
[28]- İbn Şehr Aşûb, Menakibu Âli Ebî Tâlib, c. 1, s. 152.
[29]- Kastalânî, El-mevahibu'l-le dunye, c. 1, s. 446.
[30]- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 26, s. 558.
[31]- İbn Şehr Aşûb, Menakibu Âli Ebî Tâlib, c. 1, s. 154.
[32]- Be'li, El-mutteliu elâ elfâzi'l-megne, s. 510.
[33]- Tebriziyan, Esmâu'r-Resûl'il-Mustafa, c. 1, s. 147.
[34]- İbn Şehr Aşûb, Menakibu Âli Ebî Tâlib, c. 1, s. 154.
[35]- Tebriziyan, Esmâu'r-Resûl'il-Mustafa, c. 1, s. 151.
[36]- Tureyhi, Mecmâu'l-Behreyn, c. 4, s. 251.
[37]- İbn Şehr Aşûb, Menakibû Ali Ebî Tâlib, c. 1, s. 154.
[38]- Tebriziyan, Esmâu'r-Resûl'il-Mustafa, c. 1, s. 131.
[39]- 17/İsrâ: 93; 18/Kehf: 110; 41/Fussilet: 6.
[40]- 33/Ahzâb: 21.
[41]- 68/Kalem: 4.
[42]- 4/Nisâ: 113; 17/İsrâ: 39, 87.
[43]- 2/Bakara: 145; 3/Âl-i İmrân: 61; 13/Ra‘d: 37.
[44]- 3/Âl-i İmrân: 159.
[45]- 5/Mâide: 67.
[46]- 8/Enfâl: 62; 9/Tevbe: 40; 48/Feth: 3.
[47]- 52/Tûr: 48.
[48]- 6/En‘âm: 161; 36/Yâsîn: 4; 43/Zuhruf: 43; 48/Feth: 2; 22/Hac: 67; 93/Duhâ: 7.
[49]- 2/Bakara: 119; 4/Nisâ: 170; 35/Fâtır: 24.
[50]- 9/Tevbe: 26, 40; 48/Feth: 26.
[51]- 94/İnşirâh: 1.
[52]- 33/Ahzâb: 56.
[53]- 9/Tevbe: 128.
[54]- 2/Bakara: 151; 3/Âl-i İmrân: 164; 62/Cum‘a: 2.
[55]- 4/Nisâ: 105.
[56]- 2/Bakara: 143; 16/Nahl: 89; 22/Hac: 78; 33/Ahzâb: 45; 48/Feth: 8; 73/Müzzemmil: 15.
[57]- 3/Âl-i İmrân: 32; 4/Nisâ: 64, 80; 5/Mâide: 92; 24/Nûr: 54.
[58]- 3/Âl-i İmrân: 31; 7/A‘râf: 157.
[59]- 33/Ahzâb: 21.
[60]- Heysemî, Mecmaʿu’z-zevâʾid, c. 10, s. 304; İbn Abdülber, el-İstîʿâb, c. 3, s. 72; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, c. 3, s. 483; c. 4, s. 214; İbn Hacer, el-İsâbe, c. 3, s. 682; c. 4, s. 465; İbn Hişâm, es-Sîre, c. 2, s. 216; İbn Sa‘d, et-Tabakât, c. 1, s. 258; c. 3, s. 109; c. 4, s. 277; TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 30, s. 429; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-zeheb, c. 2, s. 342; Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-ʿummâl, c. 6, s. 41; c. 10, s. 612; Zürkânî, Şerhu’l-mevâhib, c. 4, s. 37.
[61]- 16/Nahl: 103.
[62]- 29/Ankebût: 48.
[63]- 62/Cum’a: 2.
[64]- 7/A'râf: 158.
[65]- 4/Nisâ: 113.
[66]- 4/Nisâ: 174; 17/İsrâ: 105.