.
.
Bismillahirrahmanirrahim
Allah, 75 yıl ömür vermişti. Gözleri az gören, saçları beyazlamış ve yaşlılığın ağırlığı kendinde hissettirilmiş ama Al-i Resulullah (saa) sevgisi canlılığından asla bir şey kayıp etmemişti.
Mescid-i Nebiye gittiğinde Hz. Resulullah’ın (saa) hatıralarıyla karşılaşırdı, bu onu gençlikte İmam Hasan ve İmam Hüseyin’i omuzlarına aldığının hatıralarını gözünün önünde hep canlandırıyordu. Bir gün Hz. Resulüllah (saa) ashabıyla sohbet esnasında Cabir’e dönerek şöyle buyurdu: “Ey Cabir git, Hasan ile Hüseyni’mi bana getir!”
Cabir hemen Zehra-yı Ether’in evine geldi ve Resulullah’ın (saa) iki göz nurunu sesledi, onları alarak camiye doğru yola koyuldu, yolda bazen imam Hasan’ı bazen de imam Hüseyin’i omuzlarına alarak Resulullah’ın (saa) yanına getirdi. Allah Resulü, Cabir’i böyle görünce buyurdu; “Ya Cabir! Onları seviyormusun?” Cabir arzetti “Ya Resulellah! Onları nasıl sevmeyeyim, oysaki onların makamını senin nezdinde ne kadar yüce olduğunu biliyorum”. Allah Resulü onların faziletleri hakkında sohbet ederek, onun evladı olan dokuz imamı hatırlatmış, sonrada Hz. İmam Mehdi’nin (af) ismini zikrederek, “Mehdi, Hüseyin’imin oğludur” diye sözünü tamamladı.
* * *
İnanamıyordu Mevlasının Gidişine ve Neden O Yolculukta Yoktu?
Evet! 75 yaşında mevlası Hüseyin’den ona bir haber ulaşmıştı, inanılması zor ve imkânsız, aynı zamanda acı ve yıkıcı bir haberdi. Cabir o acı ve yıkıcı haberi alınca adeta dünyası başına yıkılmıştı. Cabir için huzur ve rahatlık artık bir azap ve hayat ise cehennem olmuştu, sanki dünya Cabir’in başına yıkılmış adeta kıyamet kopmuştu.
Mevlası Hüseyin’in (as) davet üzerine Kufe’ye gittiğinden neden haberi olmamıştı ve kendisinin de o yolculukta olması gerekmez miydi? İnanamıyordu Mevlasının gidişini neden öğrenememişti, kendisi o yolculukta neden yoktu? Belliydi ki bu yolculuk şehadet ve esaret yolculuğuydu, dövünüyordu neden olamadım, hiç rahat değildi, kalbi duracak gibiydi, göğüs kafesi daralıyor nefesi kesiliyordu sanki ruhu bedeninden çıkacaktı.
Öğrencisi Atiye’ye (Atiye, İmam Ali’nin (as) has Şialarındandı) Kerbela yolculuğuna hazırlanmasını istedi. Atiye ile beraber Kerb ve Bela’ya doğru yola koyuldular. Ama hiç farkında olmadı Medine ile Kerbela arası 1400 km idi.. nasıl gitti? Beden yıpranmış gözler tam görmüyor ama Mevlası Hüseyin’e (as) varma ve O’nun mübarek mezar-ı şerifine ulaşma şevki, hiç bir acı sıkıntı ve yorgunluk hissetmemişti, hatta kendisinde bir manevi hafiflik hissediyordu.
Yol boyu bir ömür Medinetu’n-Nebi’den, Resulü Ekrem’in (saa) manevi gölgesinde, Ali (as) ve Fatıma’nın (sa) bereketli komşuluk ve hizmetinde geçen ömrünü, Hasan ve Hüseyin’i (as) omuzlarına alışını hatırlayarak, Mevlası Hüseyin’e (as) nuhe ve mersiye deyip ağlayarak geçirdi.
Yol boyu hep şunu düşündü, Hüseyin (as) Resulullah’ın (saa) göz nuruydu, Ali ve Fatıma’nın (sa) kalbinin aziziydi. Cabir on beş yaşında babası Abudullah’ın da içinde olduğu yetmişe yakın Müslümanın müşriklerin kılıç baskısı altında Hz. Resulullah’a (saa) Mina’da ilk biat etmek için görmeye gittikleri gibi, şimdi sanki öyle bir mülakata gidiyordu ama bu kez baskı olmaksızın Hüseyin’e gidiyordu, yol uzundu ama ilk kez uzakta bir mülakata gitmiyordu, çünkü Allah Resulü Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra bütün sıkıntı ve zorluklara rağmen defalarca ziyaretine müşerref olmuştu. Bu iki mülakatın arasındaki tek fark Resulullah’ın (saa) canlı, Hüseyin’in (as) ise mezar-ı şerifine gidiyordu.
Babası Abdullah Uhud Savaşı’nda şehit olmuştu, babasının şehadetinden sonra, bir gün her hangi bir İslam savaşında şehit olma umuduyla yaşadı, Resulullah’ın (saa) yanında, olmazsa İmam Ali (as) yanında Cemel, Sıffin veya Nehrivan savaşında, olmazsa İmam Hasan (as) yanında, o da olmazsa çok arzusunu çektiği Mevlası İmam Hüseyin’in (as) yanında şehitlik kendisine de nasip olacağını düşünmüştü.
* * *
Bu Yaşlı İnsan O Güne Kadar çok şey Görmüştü ama....
Duymuştu ki, Mevlası Kerbela çölünde, garip, aç, susuz ve yalnız şehit olmuştu. Duymuştu ki, Abbası, Ali Ekberı ve Ali Esgari gözünün önünde parça parça edilerek şehit edilmişti. Duymuştu ki, yarenlerin hepsi şehit olmuştu. Duymuştu ki, kendi yaşında ki o koca yaşlı çınar Habip ibn Mezahir şehit olmuştu, şöyle düşünüp kendi kendine dövünüyordu, Habip şehit düştüğünde Mevlası onun başını almış dizleri üzerine diyordu “Habip ben senden razıyım”. Peki, benim neden haberim olmadı, ben neden yoktum, Mevlam mübarek elleriyle başımı dizleri üzerine alıp “Ey Cabir ben senden razıyım” deyişini neden duyamadım, ben Mevlama neden vefalı olmadım?
Evet! Duydukları bitmemişti, çünkü erkeklerin hepsi şehit olmuş ve kadınların hepsi ise esir düşmüştü, olan bitenleri tek tek duyuyordu, duyduklarını düşündükçe kendinden geçiyordu, çünkü şehitlerin her birinin şehit oluş sahnelerini göz önüne getiriyordu, özellikle Mevlasının o yalnız çölde vahşi yırtıcı çakalların, Mevlasına ve Ehl-i Beyt’ine nasıl bir facia ve musibeti reva gördüklerini işitmişti. Mübarek başını bedeninden ayırdıklarını duymuştu, her bir düşüncede bedeni titriyor dizlerinin bağı çözülüyor ve nefesi kesilip baygınlık geçiriyordu.
O yaşlı insan, bu yaşa kadar çok şeyi gözüyle görmüş ve tecrübe edinmişti; Gadir-i Hum’u, Veda Haccı’nı, Hz. Resulullah’ın (saa) şehadetini, Sakife Senatosu olayını, İmam Ali’nin (as) İmamet makamından tecrit edilişini, Hz. Fatıma’nın (sa) babasının şehadetinden sonra ağlayışlarını, kapısının yakılışını, dövülüşünü, altı aylık Muhsin’ini düşürdüğünü, Fedek bahçesinin elinden zulüm ile alınışını, İmam Ali’nin (as) ve Hz. Fatıma’nın (sa) şehadetlerini, İmam Hasan’ın (as) zehir ile mazlum şehit edilişini ve tabutunun oklanışını.. Evet, hepsini canlı görmüş ve yaşamıştı.
İnanmak istemiyordu, hatta inanılması güç olarak görüyordu, bu vefasız ve ahdine vefa etmeyen kötü ve pis toplumun, kendi peygamberinin temiz ve mutahhar hanedanına yaptıklarını. Kendileri davet ediyor; “Ey Hüseyin! Biz sana biat ettik işte.. bu imzalar da biatımızın delili, imamımız olarak gel bizi bu zalim Yezit ve tağut rejimin zulmünden kurtar, bizde seninle savaşacağız.” Sonra ahitlerini bozarak Kerbela çölünde, böyle bir faciayı Resulullahı’n (saa) göz nuru olan Mevlası Hüseyin’in başına böyle büyük bir belayı getireceklerine inanamıyordu.
Cabir bu yaşlı çınar her adımda bunları düşündüğünde, Kerbela nuhesiyle sinesini dövüyor, görmeyen gözlerinden “Hüseynim! Mevlacan!” deyip ağlayıp kendinde geçiyordu.
* * *
Kerbela’ya Ulaştı ve Fırat’la Ağlamaya Başladı
Cabir, o koca çınar Mevlasının kokusunu alıyordu, kokusu vardı ama mevlası yoktu, geldiği yerin neresi olduğunu bir başkasına sormasına bile gerek yoktu, çünkü mahbubunun yanına vardığını hissetmişti, gam keder ve ölüm toprağı yeri ve göğü ve her yeri sarmıştı, ayakları titredi ve nefesi daralmaya başladı.
Cabir Kerbela’ya varmıştı, Fırat uzaktan kendisini gösteriyordu, Fırat hakkında duyduğu rivayetleri hatırladı, çok acı ve ağlamalıydı. Mevlası Hüseyin bu güçlü akıntılı suyun kenarında dudakları susuz şehit olduğuna, İnanamıyordu. Bu Fırat’ın akan suyu başında, Abbas’ın su tulumu oklanmış, kollarını kesmiş ve bedenini parça parça etmişlerdi.
Bir kaç adım ötede Fırat suyunun altı aylık Ali Esgar’e bir damlasını çok görmüş, o nazenin boğazını üç başlı okla vurmuşlardı. Allah Resulü’nün kızlarına ve çocuklarına haram kılmış ve hepsini susuz esir etmişlerdi. Cabir bunları kendi kendine mersiye okuyup ağlıyordu, bir an evvel Fırat’a varmak ve ona bir şeyler demek istiyordu. Fırat’ın yanına geldiğinde şöyle dedi:
“Ey Fırat! Ne yaptın? Cennet gençlerinin efendisi sende susuz kaldı, sen ne yaptın, Ehl-i Beyt sende susuz kalarak şehit ve esir oldular.”
Artık sadece Cabir’in gözleri, yüzü ve sakalları renk değiştirip solmamış, belki ayakları da titriyordu ki kendini ayakta tutmaya gücü yetmiyordu. Halsiz bedeniyle kendini Fırat’ın sularına bıraktı, okuduğu mersiyeyle Fırat’ın da kendiyle beraber ağlamasını istiyordu. Biliyordu kendi kalbinin acıdığı gibi Fırat’ın da yüreği acıyordu ama Fırat dile gelip söyleyemiyordu. Böylelikle Mevlasına ikisi beraber ağlayıp yüreklerindeki acıyı bir nebze olsun dindirmeğe çalışıyorlardı.
Acılı kalbiyle Fırat suyuyla gusül aldı, yol yoldaşı Atiye’ye “sen de gusül al” dedi. Beraber gusül aldılar, Kâbe’yi tavaf eder gibi beyaz iki parçalı ihram giydi, Hint esansıyla her tarafına kokuyu sürdü. Evet! Şimdi Mevlasına, Mahbubuna gitme vakti gelmişti.. Mevlası Hüseyin’e doğru yavaş yavaş yürümeye başladı, her adımında, kalbi sakin ve huzur bulması ve habibinin bu ağır musibetine dayanabilmesi için Allah’ı zikir ediyordu ama şunu çok iyi biliyordu, habibinin mezar-ı şerifine gelip ben seni yalnız bıraktım, senin Kerbela’ya gelişinden haberim neden olmadı diyebilmesi ve mazeretini dile getirmesinin yolu ancak Allah’ı zikir emekle mümkün olacağını biliyordu. Çünkü Mevlası Hüseyin’in (as) Allah’ı çok sevdiğini, O’nun adıyla Hüseyin’e (as) gelmek ve mazeretinin kabul olacağını biliyordu.
Gözleri az gören bir insan için Medine’den Kerbala’ya gelmek çok zordu, yol boyu hep ağladı, dünyada var mıydı yok muydu hiç farkında bile değildi, artık olmasının da hiç bir anlamı kalmamıştı. Az gören gözleri görme fonksiyonunu yitirmiş, her tarafı siyah ve karanlık görüyordu, öyle ki habibinin kabri başına gelmiş, Atiye’ye sordu “Mevlamın kokusu var ama kendi yok.” Atiye dedi: “Geldin Mevlanın yanındasın.” Bu sözü duyunca, “tut elimi kabrin üzerine bırak”, dedi.
I. Bölümün Sonu..