.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İmamet ve Tefviz

İmametle ilgili en önemli konulardan birinin tefviz meselesi ve bu konudaki doğru duruşun tespiti olduğunu bilmek gerekir. Bu konuya girmeden önce şunu bilmeliyiz ki tefvizin manalarından çoğunun gulüvle hiçbir ilgisi yoktur. Zira galinin (gulüvcunun), evliya ve gulüv ettiği kimse hakkında söylediği şey, onu sınırlarının dışına çıkarmıştır; mesela onların rab olduğuna veya ilah olduklarına ya da Allah’ın ortakları olduklarına veyahut Allah’ın onlara hülûl ettiğine inanması gibi hususlar gulüvdur. Fakat tefvizi kabul eden temsilcilik ve vekâlete inanmaktadır. Bu da ileride gelecek olan bir manası dışında gulüv gerektirmez. Bunun gulüv gerektirmediğinin delili ise şudur: Allah, mülkünde kendi emrinin malikidir, onu dilediğine verir. Dilediğine mülkü verir, dilediğinden çekip alır. Dolayısıyla eğer kullarından birine tefvizde bulunacaksa kim onun iradesini engelleyebilir? Aksine o dilediğini yapar. O, yaptığı işten dolayı sorguya çekilmez ama onlar (insanlar) sorguya çekilirler.

Nitekim görüyoruz ki Allah öldürme işini insanlar üzerine görevlendirilmiş olan ölüm meleğine tefviz etmiştir. Âlemdeki işlerin birçoğunun tedbiri meleklere bırakılmıştır; onlar kendilerine emrolunanı yaparlar ve Rablerinin onlara emrettiği şeye karşı gelmezler. Bunun gulüvle hiçbir ilgisi yoktur. Allah, eğer bir işi kullarından birine tefviz etmişse (bırakmışsa) bize teslim olup rıza göstermek ve kabul etmek düşer. Ancak burada tartışma bunun imkânı üzerinde değildir. Zira tefviz birçok manasında kesinlikle mümkündür ve olabilir. Dolayısıyla burada söz tefvizin imkânından ziyade vukuu konusundadır ve bunun delile ihtiyacı vardır. Bizim ilk yapmamız gereken şey tefvizin manalarını belirlemektir. Daha sonra ise her mana üzerinde durarak onun gerçekleşip gerçekleşmediğini ortaya koymalıyız. Şu halde öncelikle tefvizin manaları, olası anlamları ve terminolojilerinin beyanına ilişkin kısaca bahsedelim.

Tefvizin Manaları ve Terminolojileri

Tefviz, “fevveze- yufevvizu” fiilinin mastarıdır. Birini temsilci yapmak, vekil kılmak, kendi yerine koymak manasına gelir. Birisi “falan şahıs işi filan şahsa tefviz etti” dediğinde şunu kasteder: O işte onu vekil kıldı, tasarrufta bulunma serbestliği verdi ve işi ona teslim etti.[1]

Şeriat ehli nezdinde ise bu kelimenin iki ıstılahî/terminolojik manası vardır:

1- Cebir karşısındaki manadır. Kelam ilminde insanın amelinde ihtiyar sahibi olup olmadığından bahsedildiğinde eğer dersek ki; “insan tam bir ihtiyara sahiptir, imanı veya küfrü Allah katından takdir edilmemiştir. Aksine bizzat kendisi hidayet yolunu seçerek dünyada ve ahirette saadete ermektedir veya küfür ve günah yolunu seçerek dünya ve ahirette bedbaht olmaktadır...” tefvize inanmış oluruz.

Fakat eğer şöyle dersek; “insan yaratılmadan önce onun saadet veya bedbahtlığı takdir edilmiştir. Dolayısıyla insan Yüce Allah’ın ilminde kendisi için takdir edilmiş olan şeyi seçmektedir…” cebre inanmış oluruz.

Tefvizin terminolojik manalarından biri budur. Ehl-iSünnet’ten Mutezile fırkası bu görüşü (tefvizi) kabul etmiştir. Bu konuda birinci asırdan itibaren mezhepler arasında birtakım tartışmalar ve hatta düşmanlıklar vuku bulmuştur. Bu mesele en başından itibaren günümüze kadar üzerinde çatışma ve anlaşmazlığın yaşandığı birinci derecedeki konulardandır. Her grup kendisine muhalif olanı kadercilikle itham etmekte; birbirlerini tekfir edip lanetlemektedirler. Her grup, kendi yanında olan ile sevinir.

Ehl-i Beyt mektebinin bu meselede seçtiği görüş ise iki konum arasında bir konumdur. Biz cebri kabul etmiyoruz. Çünkü onu kabul etmek birçok rivayette de geldiği gibi küfrü gerekli kılar. Tefvizi de kabul etmiyoruz; çünkü gözümüzle gördüğümüz gerçeğe aykırı oluşu malumdur. Bu konudan ileride – inşallah – kapsamlı şekilde bahsedeceğiz.

2- Tefvizin ikinci ıstılahî manası, bazı ilahî işlerin genel olarak evliya kullara ve özelde imamlara bırakılmış olmasıdır. Bu mana hususunda da çeşitli manalar kastedilmektedir ki her birinin kendine has hükmü vardır. Şimdi bu manaları sunacağız ve ardından seçtiğimiz görüşü belirteceğiz. Bu bahis üzerinde düşünmek imamları tanımak hususunda çok sağlam bir senet olabilir.

Tefvizin Manaları ve Hükümleri

Birinci Mana:

Tefvizden bazen yaratma, rızık verme, terbiye etme, öldürme ve diriltme işlerinin tefviz edilmesi kastedilir. Bir kavim şöyle dedi: Yüce Allah imamları (a.s) yarattı; yaratma işini onlara tefviz etti (bıraktı). Artık onlar yaratıyor, onlar rızık veriyor, onlar öldürüyor ve onlar diriltiyorlar. Bu mananın iki yorumu vardır: Birincisi şudur: Bu manada bir tefvizi imamlar hakkında kabul ederken onların bu işlerin tümünde bağımsız olduklarına inanmaktır. Şöyle ki onlar yaratma konusunda ilahî bir izne ihtiyaç duymaksızın istedikleri şekilde hareket ederler. Hatta onlar gerçek manada kendi meşiyetleri ile bu işleri yapmaktadırlar. Bu apaçık bir küfür ve şirktir. Bunun imkânsız oluşuna akli ve şer’i deliller delalet etmektedir. Buna inanan kimsenin küfründe şüphe etmek doğru değildir.

Bunun imkânsız olduğuna delalet eden birçok rivayet vardır. Onlardan bazıları şunlardır:

Şeyh Saduk, Uyun-u Ahbar’ir-Rıza kitabında kendi isnadıyla Yasir El-Hadım’dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza’ya (a.s) sordum: Tefviz hakkında ne diyorsunuz?

İmam buyurdu: Allah, peygamberine dininin emrini tefviz etmiş, şöyle buyurmuştur:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın ve sizi neden sakındırdıysa ondan sakının.”[2]

Fakat yaratma ve rızık vermeyi kimseye tefviz etmemiştir. İmam Rıza (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: İzzet ve celal sahibi Allah her şeyin yaratıcısıdır. O şöyle buyurmaktadır:

“Sizi yaratan, sonra size rızk veren, sonra sizi öldürecek olan, sonra sizi diriltecek olan, Allah’tır. Allah’a koştuğunuz ortaklarınızdan bunlardan herhangi birini yapan var mı? Allah, onların ortak koştuklarından yüce ve münezzehtir.”[3]

Yine İmam Rıza’dan (a.s) Umeyr b. Muaviye Şami’nin tefviz hakkındaki sorusuna cevap olarak şu sözü rivayet edilmiştir:

 “Her kim Allah’ın yaratma ve rızık verme işini hüccetlerine bıraktığını zannederse tefvize inanmış olur. Tefvize inanan ise müşriktir.”[4]

Tabersi, İhticac kitabında kendi isnadıyla Hz. Meh­di’nin (a.s) dört özel temsilcisinden ikincisi olan Ebu Cafer Muhammed b. Osman’dan şöyle nakletmiştir:

 “Ebu Cafer imama Şianın tefviz konusundaki ihtilafına ilişkin bir soru sordu. Buna cevap olarak Hazretin mukaddes katından şu ibaretleri içeren yazısı geldi:

Yüce Allah cisimleri yarattı ve rızıkları bölüştürdü. Çünkü o, cisim olmadığı gibi herhangi bir cisme de girmiş değildir. Onun gibi hiçbir şey yoktur ve o işitip görendir. İmamlar (a.s) Yüce Allah’tan istediklerinde yaratır, istediklerinde rızık verir. Böylece onların dualarını icabet ederek haklarını yüceltmiş olur.”[5]

İkinci yorum ise şudur: Yaratma, rızık verme, terbiye etme, öldürme ve diriltme işleri onlara tefviz edilmiştir. Fakat onlar Allah’ın irade ettiği şeyi yaparlar. Ondan önce söz söylemezler ve sürekli onun emri ile hareket ederler. Nitekim bu gerçeği âlemlerin işlerini tedbir eden melekler hakkında görmekteyiz. Yüce Allah’ın izni ile Peygamberler ve vasilerden sadır olan – ayı ikiye bölmek, güneşi geri getirmek, ölüleri diriltmek, anadan doğma kör olanları ve cüzam hastalarını iyileştirmek, asanın hızla hareket eden bir yılana dönüşmesi gibi – mucizeler de bu kabildendir. Ancak bu manada tefvize inanan kimse tefvizin sadece mucize gösterilen alanlara has olduğunu düşünmez. Aksine bu işler onların eliyle gerçkleşir. Fakat onların meşiyeti/iradesi Rablerinin meşiyetinden/iradesinden sapmaz. Tüm bunları Yüce Allah’ın iradesi ve izni dâhilinde yaparlar. Akıl bu manada bir tefvizi reddetmez; bu manada bir tefviz, küfür ve şirki de gerektirmez.

Yani şöyle denilmesinde hiçbir sakınca yoktur: Yüce Allah imamları yarattı, onları terbiye ederek kemâle erdirdi ve varlık âleminin maslahatlarını onlara ilham etti. Sonra da âlemin bazı işlerini veya tümünü onlara tefviz etti. Meleklerin Allah’ın emri ve izniyle varlık âleminin işini tedbir etmeleri de bu şekildedir. Böyle bir tefviz anlayışı ne küfrü, ne de şirki gerektirmez. Fakat ispatı için kesin delillere ihtiyaç vardır. Oysaki sahih hadisler bunu reddetmekte ve onların eliyle gerçekleşmiş olan açık mucizeler dışında bir tefvizi onlardan nefyetmektedir. Onların dualarıyla ve Allah’ın icabet buyurmasıyla bu alanda kendilerinden görülenler sayılı şeylerdir. Dolayısıyla yaratma ve rızık vermenin onların eliyle gerçekleştiğine delil yoktur. Buna inanmak batıldır. Fakat batıl olma sebebi imkânsız olduğu veya küfür ve şirk olduğu için değildir. Delili olmadığı için batıldır. Hatta bunu reddeden, olumsuzlayan ve batıl olduğuna dair toplu deliller vardır. Bu manadaki tefvizi ispat edici nitelikteki rivayetleri ise kendisinden daha güçlü muarızı olduğu için kabul etmiyoruz. Buna delalet eden rivayetler ileride gelecektir.

İkinci Mana:

Din ve şeriat konusunda tefviz. Bunun da iki şekilde olasılığı vardır:

Birincisi: Yüce Allah Peygambere ve imamlara – onun vahyi ve ilhamına ihtiyaç duymaksızın – istedikleri şeyi helal ve istedikleri şeyi haram kılabilecekleri şekilde genel tefvizde bulunmuştur. Ya da şöyle denilsin: Allah onlara şeriatta değişiklik yapma yetkisi vermiştir. Dolayısıyla onlar kendi görüşlerine göre istedikleri değişikliği yapabilirler. Bazı hadislerin zahirinden bu mana anlaşılmaktadır. Fakat bu hadislere; – ileride de söz edileceği gibi – bazı cüzi konularda geçerli hükümlere hamletmek şeklinde bir yorum getirilmelidir. Bu hadislerden biri Erbili’nin Keşfu’l-Ğumme kitabında Harezmî’nin Menakıb kitabını kaynak göstererek Cabir’den naklettiği şu rivayettir: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

 “Allah gökleri ve yeri yaratınca onları çağırdı; ona icabet ettiler. Sonra benim nübüvvetimi ve Ali b. Ebutalib’in velayetini onlara sundu; kabul ettiler. Sonra Allah mahlûkatı yarattı ve dinin emrini bize bıraktı. Artık saadet bulan bizim sayemizde saadet bulmuştur ve bedbaht olan bizim yüzümüzden bedbaht olmuştur. Bizler onun helalini helal ve haramını haram kılanlarız.”[6]

Değerli okuyucu! Eğer “helalini ve haramını” sözcüklerindeki zamir, Yüce Allah’a döndürülecek olursa hadisin mazmununu kabul etmekte herhangi bir sıkıntı olmaz. Çünkü bu durumda hadisin manası şöyle olur: Biz, Allah’ın mahlûkattan neyi istediğini vahiy ve ilham yoluyla biliriz. Bu yüzden Allah’ın haram kıldığının haram oluşuna, helal kıldığı şeyin de helal oluşuna hükmederiz. Bu mana haktır ve onda hiçbir sıkıntı yoktur. Fakat bu iki sözcükteki zamirler eğer dine döndürülecek olursa hadisin manası şöyle olur: Din işi külli olarak bize tefviz edilmiş olduğu için onda haram ve helal yasasını koymak bizim işimizdir. Bu durumda hadisin manasını, külli şekilde tefvizi reddeden delillerden dolayı tevil etmemiz gerekir. O delillerden biri şu ayettir:

 إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ 

“Biz sana kitabı, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için indirdik.”[7]

Dolayısıyla bu manadaki tefvizin de batıl olduğunda hiç şüphe yoktur. Batıl olma sebebi ise aklen muhal olması veya küfür ve şirke yol açtığı için değildir. Bilakis batıl olma sebebi, Kurân ayetleri ve rivayetlerden oluşan kesin delillerin bunu reddediyor olmasıdır. Bu hususta Yüce Allah’ın şu sözü yeterlidir:

 تَنْزِيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ 

“Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir. Eğer (Peygamber) bazı sözler uydurup bize isnat edecek olsaydı, elbette onu kuvvetle yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık. Sizin hiç biriniz de (onun cezasına) engel olamazdınız.”[8]

Gördüğünüz gibi Yüce Allah buyuruyor: “Eğer Peygamber kendi yanından birtakım sözler uydurmak suretiyle dinde olmayan bir şeyi dine sokacak olursa Allah onu acı şekilde cezalandırır. Onu kuvvetle yakalayıp can damarını koparır. Bu durumda insanlardan hiç kimse onu Allah’ın cezası ve azabından kurtarmaya güç yetiremez.” Aynı konu imamlar hakkında hiçbir fark bulunmaksızın hayli hayli geçerlidir.

Yüce Allah’ın bu sözü de bu manada bir tefvizi reddetmektedir:

 وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى 

“O arzusuna göre konuşmamaktadır. O, ancak (kendisine) vahyedilen bir vahiydir. Ona çetin kuvvetlere sahip olan (Cebrail) öğretti.”[9]

Ayetin tercih ettiğimiz görüşe delaleti daha fazla izaha hacet bırakmayacak kadar açıktır. Çünkü ayette peygamberin din konusunda haber verdiği her şey, vahye dayandırılmıştır. Onun kendi arzu ve isteklerinden hiçbir şeyin dine yön veremeyeceğinin altı çizilmiştir. Dolayısıyla mutlak şekilde dinin emri ona tefviz edilmemiştir. Ayet, böyle bir tefvizin imamlardan da nefyedilmiş olduğuna evleviyetle delalet etmektedir; bunun inkârı mümkün değildir.

Bazı ayetlerde Resulullah’ın (s.a.a) kendisine soru soran birine cevap vermek için günlerce vahiy beklediğine işaret edilmiştir. Bazen de Allah ona kendisine indirilecek vahiy tamamlanmadan önce konuşmayı yasaklamıştır. Şu ayetlerde olduğu gibi:

 لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ 

“Onu okumada çabuk davranmak için dilini kımıldatma (vahiy bitinceye kadar sabret). Şüphesiz onu toplamak ve okumak bize düşer. Onu biz okuyunca, sen de onun okuyuşunu izle. Sonra şüphesiz, onun açıklaması da bize aittir.”[10]

 فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِنْ قَبْلِ أَنْ يُقْضَى إِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُلْ رَبِّ زِدْنِي عِلْمًا 

“Gerçek hükümdar olan Allah, her şeyden yücedir. Kur’an’ın vahyi sana tamamlanmadan önce onu okumada acele etme ve; “Rabbim ilmimi artır” de.”[11]

Kur’an’ın ikinci vahyi tamamlanmadan önce onu okuma konusunda kendisine izin verilmeyen Peygamber hakkından külli bir tefviz nasıl tasavvur edilebilir? Kur’an, Kadir gecesinde Peygamber’in (s.a.a) kalbine indirilmiş olduğu için o Hazret bu ayetleri biliyordu. Daha sonra Allah, insanlara açıklaması için tedrici olarak bu ayetleri ona indirdiğinde, Peygamber (s.a.a) tebliğe olan iştiyakı yüzünden onun tamamını dinlemeyi beklemiyor. Bunun üzerine Allah ona, vahye tabi olmasını emrediyor; peygamber de en güzel şekilde itaat ediyor. Bu da din konusunun külli şekilde Peygamber’e tefviz edilmesinin batıl olduğuna apaçık bir delildir. Velhasıl imamların bu konudaki durumu ise evleviyetle malumdur.

İkincisi olasılıkta ise şöyle denilmektedir: Yüce Allah, peygamberini en güzel edebe ulaşacak şekilde terbiye edip sınadıktan sonra onu, kendisine yükleyeceği görev için ehliyet sahibi olarak buldu. Ona; kendisini üstün derecede nuraniyet, fazilet ve hidayete ulaştıracak tekâmül kapasitesini verdi. Nurlarını onun üzerine indirdi. Yüce Allah şu sözünde de bu hakikati anlatmaktadır:

 نور علی نور یهدی الله لنوره من یشاء و یضرب الله الامثال للناس والله بکل شیئ علیم 

“Nur üstüne nurdur. Allah, dilediğini kendi nuruna iletir. Allah, insanlara bu (tür) örnekleri verir. Allah, her şeyi bilendir.”[12]

Onu seçti ve tertemiz kıldı. Onu tüm insanlara üstün kıldı.[13] Onu katışıksız bir özellikle, o yurdu anma özelliği ile arındırdı. Kuşkusuz onlar, bizim katımızda seçkin ve iyi kimselerdendirler.[14] Onu kendisi için yetiştirdi.[15] Allah’ın gözetimi altında yetiştirilmiş[16] olduğundan hak ve doğru ile muvafık olandan başka bir şeyi seçmez. Onun zihnini asla Yüce Allah’ın irade ve meşiyetine muhalefet etme şaibesi meşgul etmez. Neticede öyle bir dereceye ulaşır ki onun fiili Allah’ın fiili sayılır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

 و ما رمیت اذ رمیت ولکن الله رمی 

“Attığın zaman da (oku) sen atmadın, gerçekte Allah attı.”[17]

Ona itaat Allah’a itaat sayılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

 ومن یطع الرسول فقد اطاع الرسول 

“Kim Peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur.”[18]

Gökyüzünün Ram Edilmesi Gökyüzünün Ram Edilmesi

Bu, ancak Peygamber’in (s.a.a) Allah’ın emrettiğinden başka bir şeyi emretmeyeceğini ve Allah’ın yasakladığı bir şeyden başka bir şeyi yasaklamayacağını kesin olarak bilmemiz durumunda geçerlidir.

Bu mübelliğ nefsiyle cihadı ve Allah için gösterdiği ihlasıyla öyle bir makama ulaşır ki Allah onu seçip her türlü pislikten, rezil sıfattan ve nefsani şaibelerden arındırır. Sonra da dinde bazı konuları belirleme işini ona tefviz eder. Bu mümkündür, hatta vuku bulmuştur; örnekleri oldukça fazladır. Bunun çok kıymetli bir kaidesi vardır ki bazı örnekleri açıkladıktan sonra onu sunacağız.

Buna örnek olarak birçok rivayette gelmiş olan dört rekâtlı namazlarda iki rekât ve akşam namazında bir rekâtın eklenmesi; namazların sünnetlerinin belirlenmesi, oruç ve dedenin mirastan pay alması, savaş esirlerini köle edinmenin cevazı ve daha birçok hüküm… sunulabilir. Çünkü eğer Peygamber’e tefviz edilmiş birtakım konular ve hükümler olmasaydı Allah’a itaatin ardından ona itaatin emredilmesi anlamsız olurdu. Çünkü rabbinden ona ulaşmış olan bir şeye uyup itaat etmek, Allah’a uymak ve ona itaat etmek sayılır. Şu halde Yüce Allah’ın kendi kitabında Allah’a itaatin yanı başına Peygamber’e itaati de bırakmasının mantığı nedir? Dolayısıyla şu anlaşılmaktadır ki içtimai konulara ek olarak ahkâm ve şer’i meselelerin yanı sıra Peygamber’e ait hükümler ve şer’i konular da vardır. Kimse zannetmesin ki Peygamber’e itaat, sadece onun hükümetle ilgili ve kendi dönemindeki sosyal hayata ilişkin konulara dair emirleri ile sınırlıdır. Çünkü bunu kabul etmemiz durumunda Peygamber’e itaati emreden her ayetin vaktinin sona erdiğini ve yürürlükten kalktığını (neshedilmiş olduğunu) kabul etmemiz gerekir. Oysaki bunun batıl olduğu besbelli ortadadır. O halde Peygamber’in (s.a.a) hükümleri nelerdir? Bir hükmün Allah tarafından mı yoksa Peygamber tarafından mı konulduğunu nasıl anlayacağız?

Bunu anlamanın iki yolu vardır: Birinci yol, falan hükmün Peygamber’in (s.a.a) uygulamalarından ve hükümlerinden olduğuna delalet edecek muteber bir nassın bulunmasıdır ki sonuçta ona uyulur. İkinci yol ise iyice düşünerek itimat edilebilir bir ölçü ve kaide bulup ona göre davranmaktır. Şimdi bu kaideyi açıklayacağız.

Ancak bu kaidenin açıklamasına girmeden önce bilmemiz gereken bir husus vardır. O da şudur: Ahkâm ve şer’i meselelerde asl olan onun Yüce Allah’tan olmasıdır. Çünkü şari/yasa koyucu odur. Bu iki yoldan biriyle bir hükmün Peygamber’den (s.a.a) olduğunu veya Allah’tan olduğunu anladıysak, burada sorun yoktur. Fakat bir hükmün Allah’tan mı yoksa Peygamberinden mi olduğu hususunda şek edersek – dinden olduğu sabitse – doğrusu Allah’tan olduğuna hükmedilmesidir.

Peygamber ve İmamlar Tarafından Vazedilmiş Hükümleri Belirlemede Kıymetli Bir Kaide

İlahi hükümleri beyan eden ayetler üzerinde düşündüğümüzde onların iki türlü olduklarını görmekteyiz: Bazı ayetler hükümleri detayları ve ince ayrıntılarına kadar beyan etmiştir. Mesela miras ve onda konulmuş olan hisselerle ilgili hükümler; hac ahkâmı ile ilgili birçok hüküm; dört şahit getirmedikçe zina isnadında bulunan kimsenin tekzip edilmesinin lüzumuna dair hüküm; lian ve onun keyfiyeti konusundaki hüküm bu kabildendir.

Ancak bazı ayetlerde hükmün aslı beyan edilmiş olmakla birlikte onun keyfiyeti, şartları ve ayrıntıları açıklanmamıştır. Namaz, zekât ve humus gibi hükümler bu kabildendir. Çünkü Kur’an’da namazın rükû ve secdesi dışında keyfiyeti, şartları ve cüzlerine/parçalarına dair bir açıklama gelmemiştir. Zekâtın da masraf edileceği yerler dışında bir açıklama yoktur. Mesela hangi şeyden zekât alınması veya ne miktarda alınması gerektiğine ilişkin hükümler Peygambere (s.a.a) tefviz edilmiştir. Humus konusunda da durum aynıdır. Dolayısıyla dinden ve şeriattan olduğunu bildiğimiz, ancak hakkında Yüce Allah tarafından beyan gelmemiş olan her hükmün tayini Peygambere (s.a.a) bırakılmıştır. Zekâtın aslını Yüce Allah şu sözü ile teşri etmiştir:

 خذ من اموالهم صدقة تطهرهم تزکیهم بها و صل علیهم ان صلاتک سکن لهم والله سمیع علیم 

“Onların mallarından kendilerini temizleyeceğin ve arıtacağın bir sadaka (zekât) al ve onlara dua et. Kuşkusuz senin duan, onlara huzur kaynağıdır. Allah işitendir ve bilendir.”[19]

Allah’ın yüce kitabında zekâtın masraf edileceği yerler beyan edilmiş olmakla birlikte hangi şeyden ne ölçüde zekât alınacağı açıklanmamıştır. Önemli olmasına rağmen bu hususta sükût etmiştir. Bunun zikredilmemesinin sebebi, Yüce Allah’ın unutmasından dolayı değildir. Aksine onun hangi şeyden ne ölçüde alınacağının belirlenmesini Peygamber’e bırakmıştır. Namazın keyfiyeti, rekâtları ve secdelerinin sayısı, hangi zikirlerin okunacağı konusu da Peygamber’e bırakılmıştır. Çünkü Kur’an’da bunlara dair bir açıklama gelmemiştir. Ayrıca Peygamber şöyle buyurmuştur: Benim ne şekilde namaz kıldığımı görüyorsanız siz de o şekilde namaz kılın. Dolayısıyla Peygamber’in (s.a.a) Kur’an’ın emriyle müminlerden zekât alıp onu belirlenmiş yerlerde harcamakla memur olduğunu söylemek mümkündür. Fakat hangi tür mallardan zekât alacağı konusu Peygamber’e bırakılmıştır; bunları belirleyecek olan odur. Nitekim zekâtın dört ürün, üç tür hayvan, altın ve gümüşten verilmesini belirlemiştir. Zira o günkü koşullarda insanların mal ve servetlerinin en önemli bölümünü bunlar teşkil etmekteydi. Belki de asırlar sonra masum imam insanların servetlerinin başka şeylere dönüştüğünü görürse zekât alınacak malları değiştirerek risalet asrında zekâtı alınan mallardan vazgeçebilir. Elbette bu, Peygamber’deki makamın imam için de sabit olduğunu kabul etmemize bağlıdır.

Bunun delili Allah’ın hükmünün yanı sıra diğer taraftan Peygamber’e itaati emretmiş olmasıdır. Bu şunu gösteriyor ki ahkâm Allah’ın bildirdiği yasalarla sınırlı değildir; çünkü çok önemli olmakla birlikte birçok hüküm Kur’an’da zikredilmemiştir. Bunları Peygamber’den (s.a.a) almaktayız.

Böyle bir tefviz imkânsız ve muhal olmamanın ötesinde, mümkündür. Hatta Peygamber (s.a.a) ve imamlar hakkında vuku da bulmuştur. Bu hususta birçok rivayet gelmiştir. Onlardan bazılarını burada getiriyoruz.

Muhammed b. Hasan Saffar, Besair kitabında kendi isnadıyla Ebu Üsame vasıtasıyla Ebu Cafer’den [İmam Bakır’dan (a.s)] şöyle rivayet etmiştir:

“Allah, Muhammed’i bir kul olarak yarattı. Onu terbiye etti. Kırk yaşına vardığında ise ona vahyetti ve birçok şeyi ona tefviz ederek şöyle buyurdu:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın ve sizi neden sakındırdıysa ondan sakının.”[20]

Yine aynı kaynakta kendi isnadıyla Zürare’den şu rivayeti getirmiştir:

 “Ebu Cafer (İmam Bakır) ve Ebu Abdullah’ın (İmam Sadık’ın) şöyle buyurduklarını duydum: Allah, nasıl itaat ettiklerini görmek için yarattıklarının emrini Peygamber’ine tefviz etmiştir. Sonra şu ayeti okudular:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın ve sizi neden sakındırdıysa ondan sakının.”[21]

Aynı kaynakta kendi isnadıyla Zürare vasıtasıyla İmam Bakır’dan (a.s) şöyle rivayet etmiştir:

 “Resulullah (s.a.a) gözün ve burnun diyetini belirledi. Nebizi ve her sarhoş ediciyi haram kıldı. Bunu duyan bir kişi: “Peki, Resulullah (s.a.a) bu konuda bir şey gelmediği halde mi bu hükümleri koydu?” diye sorunca İmam buyurdu: Evet; ta ki böylece Peygamber’e (s.a.a) itaat edenle ona karşı gelen malum olsun.”[22]

Yine aynı kaynakta kendi isnadıyla Muhammed b. Hasan Meysemi’den; o da babası vasıtasıyla İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet etmiştir:

İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum:

Allah, Peygamber’ini terbiye ederek edebini istediği kıvama getirdi. Sonra ona tefvizde bulunarak şöyle buyurdu:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın ve sizi neden sakındırdıysa ondan sakının.”

Allah, Peygamber’ine neyi tefviz etmişse bize de tefviz etmiştir. Benzer bir rivayeti Besair’ud-Derecat kitabında Muhammed b. Abdulcebbar’dan da nakletmiştir.[23]

Şeyh Saduk, El-İhtisas kitabında ve İbn-i Hasan Saffar, El-Besair kitabında kendi isnatlarıyla Somali’den şöyle rivayet etmişler: İmam Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum:

“Her kime zalimlerin amellerinden ulaşan bir şeyi helal kıldıysak bu onun için helaldir; zira imamlar bizdendir, emir onlara tefviz edilmiştir. Onlar neyi helal ederse o helaldir ve neyi haram edecek olurlarsa o haramdır.”[24]

Bunun benzeri bir rivayet El-İhtisas kitabında Tayalesi vasıtası ile İbn-i Umeyre’den de nakledilmiştir. Saffar, Besairu’d-Derecat kitabında kendi isnadıyla Ebu İshak vasıtasıyla İmam Sadık’tan (a.s) şöyle nakletmiştir:

İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum:

“Allah, Peygamber’ini kendi muhabbeti üzere eğitmiş ve şöyle buyurmuştur: “Doğrusu sen yüce bir ahlak üzeresin.”[25] Sonra da emri ona tefviz edip şöyle buyurmuştur: “Peygamber size ne verdiyse onu alın ve sizi neden sakındırdıysa ondan sakının.”[26] Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”[27] Ravi diyor: İmam Sadık (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: Peygamber de Ali’ye ve imamlarına tefvizde bulundu. Sizler teslim olduğunuz halde diğer insanlar bunu inkâr etti. Allah’a andolsun ki biz konuştuğumuzda konuşmanız ve biz sustuğumuzda susmanız size yeter. Biz sizlerle Allah arasındaki vasıtalarız. Bu yüzden Allah, bizim emrimize aykırı işte hiç kimseye bir hayır kılmamıştır.”[28]

Şeyh Saduk, aynı rivayeti El-İhtisas kitabında İmamın (a.s) şu sözünü ekleyerek nakletmiştir: “Muhakkak ki bizim emrimiz, Allah’ın emridir.”

Meclisi, rivayette geçen İmamın (a.s) “kendi muhabbeti üzere eğitmiş” sözü için muhtemel birkaç mana zikretmiştir: Yani onu sevdiği ve irade ettiği şekilde eğitti veya failin hali şeklinde anlamlandırarak “Allah’ın ona olan muhabbeti sabitti” veya mefulün hali şeklinde mana vererek “peygamber Allah’ın muhabbetinde sabitti.” Sebebiyet manası da verilebilir. Bu durumda şöyle mana edilir: “Allah’ın ona olan muhabbetinden dolayı veya onun Allah’a olan muhabbetinden dolayı ilahî edeple eğitildi.” Ya da onun Allah’ın muhabbetine götürecek şeyi bilmesi veya Allah’ın ona olan sevgisi sayesinde ilahî edeple eğitildi. En bariz mana ise birinci ihtimalde zikredilen manadır.[29]

Bu satırları karalayan âsi kulun tercihi ise şundan ibarettir: Rabbimizin İbrahim, İshak ve Yakub’un ihlası hakkında “Biz onları özellikle ahiret yurdunu düşünen ihlaslı kullar kıldık”[30] sözüyle işaret ettiği gibi korku ve ahiret yurdunu hatırlamak müminlerden birçoğunun edebinin alt yapısını oluşturmuştur. Ancak Peygamber’imizin edebinin alt yapısını oluşturan şey, Allah sevgisidir. Dolayısıyla hadisteki mana şudur: Yüce Allah, sevgisini Peygamber’in içine yerleştirdi; böylece ondaki Allah sevgisi en kuvvetli sevgi oldu. Bu sevginin bereketiyle nefsini eğitti; kendisiyle Allah arasındaki sevgiye aykırı ne varsa onu amelinden, ahlakından ve iradesinden çıkardı. Allah en iyisini bilendir.

Muhammed b. Hasan Saffar, kendi isnadıyla Zekeriyya Zeccaci’den şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer’in [İmam Bakır’ın (a.s)] İmam Ali’den (a.s) söz ettiğini duydum:

O, kendisine verilen görev konusunda Süleyman b. Davud konumunda idi. Yüce Allah onun hakkında şöyle buyurmuştur:

“Sen onu ister dilediğine ver, ister verme, sorulmaz­sın.”[31]

Benzer rivayet Kenzu’l-Fevaid kitabında kendi isnadıyla Heccal’dan da nakledilmiştir. Ona da müracaat edebilirsiniz.

Muhammed b. Hasan et-Tusi şöyle naklediyor:

 “Tefviz ve taksir ehlinden olan grup insan Kamil b. İbrahim Medeni’yi İmam Hasan Askeri’nin (a.s) yanına gönderdi. Kamil diyor: Kendi kendime dedim ki: Ona şunu soracağım ki benimle aynı inançta olan ve benim sözümü söyleyen herkes cennete girecek mi?

Kamil diyor: Efendim Ebu Muhammed’in (a.s) yanına girdiğimde üzerinde beyaz renkte yumuşak elbiseler gördüm. Kendi kendime şöyle dedim: Allah’ın velisi ve hücceti yumuşak elbiseler giyiyor; bize ise kardeşlerle paylaşmayı emrediyor ve bu tür elbiseler giymekten men ediyor.

İmam gülümseyerek buyurdu: Ey Kamil! O sırada elbisesinin kollarını yukarı doğru kaldırdı. Bir anda gördüm ki vücudunda siyah ve kaba bir elbise var… Onu göstererek şöyle buyurdu: Bu, Allah içindir; bu ise sizin içindir. Ben selam verdim ve üzerine perde asılmış olan kapının yanına oturdum. O sırada bir rüzgâr esti ve perdeyi kaldırdığında bir ay parçası kadar güzel yaklaşık dört yaşında olan bir erkek çocuğu gördüm. Bana şöyle buyurdu: Ey Kamil b. İbrahim! Onun bu sözüyle bedenim ürperdi ve içime şöyle demem ilham oldu: Lebbeyk ey efendim! Buyurdu: Sen, Allah’ın velisi, hücceti ve kapısı olan benim yanıma şu soruyu sormak için mi geldin: Cennete ancak seninle aynı inançta olan ve senin sözünü söyleyen kimse girecek?

Dedim: Allah’a yemin olsun ki evet (bunun için geldim). Buyurdu: O zaman cennete girenler az olacak! Allah’a andolsun ki cennete kendilerine “Hakkiyye” denilen güruh girecektir. Dedim: Efendim, kimdir onlar? Buyurdu: Ali’ye olan sevgilerinden dolayı onun hakkına yemin eden kimselerdir. Fakat onun hakkını ve faziletini bilmezler. Hazret bir süre sustu ve ardından şöyle buyurdu: Bir de tefviz ehlinin inancı hakkında sormak için gelmişsin? Onlar yalan söylüyorlar, Allah onlara lanet etsin! Bizim kalplerimiz Allah’ın meşiyet ve iradesinin kaplarıdır. Allah istediğinde biz de isteriz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah istemedikçe siz istemezsiniz.”[32]

Sonra perde eski haline döndü ve ne kadar kenara çekmek istediysem yapamadım. İmam Hasan Askeri (a.s) gülümseyerek bana bakıp şöyle buyurdu: Ey Kamil! Artık niye oturuyorsun? Benden sonraki hüccet istediğin şeyi sana bildirdi. Bunun üzerine kalkıp dışarı çıktım ve bir daha da onu görmedim.

Ebu Naim şöyle der: Ben Kamil’le karşılaştığımda ona bu hadisi sordum, o da bunu bana nakletti.”[33]

Ahkâmın Tefvizi Konusunda Bir Şüphe ve Cevabı

Ayyaşi’nin, tefsirinde naklettiği bir habere göre Cabir Cufi, Ali İmran suresinin 128. ayetinin tefsirini anlamamaktan doğan bir şüpheyi İmam Bakır’a (a.s) sormuş.

Cabir diyor ki: Ben Ebu Cafer’in (a.s) yanında Yüce Allah’ın şu sözünü okudum:

“Senin bu işte hiçbir yetkin yoktur. Ya onların tövbesini kabul eder veya onları cezalandırır. Onlar, şüphesiz zalimdirler.”[34]

Bunun üzerine İmam buyurdu: Hayır, Allah’a andolsun ki bu işte yetkisi var, yetkisi var, yetkisi var. Senin zannettiğin gibi değil. Fakat ben sana bunu anlatacağım. Yüce Allah, Peygamber’ine (s.a.a) Ali’nin (a.s) velayetini aşikâr kılmasını emrettiğinde o, kavminin Ali’ye olan düşmanlığı ve kendisinin onlar hakkındaki bilgisi üzerinde düşündü. Hâlbuki onu tüm özellikleriyle diğerlerinden üstün kılan Allah’tı. O, Resulullah’a (s.a.a) ve onu elçi olarak gönderene iman eden ilk kişiydi. Allah ve Resulüne en fazla yardım edendi. Allah ve Resulünün düşmanlarını en çok öldürendi. Allah ve Resulüne muhalif olanlara öfkesi en şiddetli olan kişiydi. İlminde ve sayısız yüce menkıbelerinde hiç kimse onun faziletinin seviyesinde değildi.

Peygamber (s.a.a) bu hasletleri hususunda kavminin ona olan kin ve hasedini düşündüğünde daralıyordu. Bunun üzerine Allah, Peygamber’e şunu bildirdi ki bu işte senin bir yetkin bulunmamaktadır; bu işte yetki tamamen Allah’a aittir; Ali’yi Peygamber’e vasi ve onun ardından emir sahibi kılacak olan Allah’tır. Dolayısıyla Allah bu manayı kastetmiştir. Nasıl onun hiçbir yetkisi olamaz; oysaki Allah şu sözü ile işi ona tefviz ederek onun helal kıldığını helal, onun haram kıldığını da haram saymıştır:

 ما آتاکم الرسول فخذوه وما نهاکم عنه فانتهوا 

“Peygamber size ne verdiyse onu alın ve sizi neden sakındırdıysa ondan sakının.”[35]

Ayyaşi’nin rivayet ettiği bir başka hadiste Resulullah’ın (s.a.a) Ali’nin velayetini iştiyakla istediği; ancak Allah’ın tekvini iradesinde ümmeti imtihan etmek ve onları farklılığa düşürmek için bundan başka bir şeyi istediği yer almıştır ki bu hadis zahiri itibarıyla zikri geçen hadisle muhaliftir. Ancak gerçekte aralarında ihtilaf yoktur. Çünkü Resulullah’ın iradesinin Allah’ın irade ettiği şeye muhalif olması anlamsızdır. Aksine meselenin tümü şudur: Resulullah, Allah’ın emrine uyulmamasından korkuyordu. Nitekim Allah’ın kitabında geçen birçok ayette buna işaret edilmiştir. Mesela bir ayette şöyle buyurmuştur:

 لعلک باخع نفسک علی آثارهم ان لم یومنوا بهذا الحدیث اسفاً 

“Bu söze iman etmezlerse, onların peşinden üzüntüden neredeyse kendini helak edeceksin.”[36]

Yine birçok ayette hidayetin Peygamber’in (s.a.a) elinde değil, Allah’ın elinde olduğuna tasrih edilmiş, Peygamber’in üzerine düşen şeyin tebliğ etmek olduğu vurgulanmıştır. Bunlardan biri de Ali’nin (a.s) velayetini kabul etme meselesidir. Çünkü bu Allah ve Resulünün istediği bir şeydi. Fakat Peygamber (s.a.a), insanların cahillikleri, nefsani duyguları ve şehvetlerine uyarak; onun adaletinden ve Allah yolundaki sertliğinden korkarak buna muhalefet etmesinden endişe ediyordu. İşte tam bu noktada Allah, Peygamber’e (s.a.a); “Bu konuda senin bir sorumluluğun yoktur; senin üzerine düşen tebliğ etmek, bizim üzerimize düşense hesaba çekmektir” buyurmuştur. Burada sözü geçen konu, Peygamber’in (s.a.a) “beraat ayetlerinin tebliği görevini” Ebubekir’e tefviz etmesi ve ardından Allah’ın bunu engelleyerek “bu işi ancak sen veya senden olan bir kişi yerine getirmelidir” şeklindeki duyurmasına benzemektedir. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) Ali’yi (a.s) onun peşinden göndermiş ve İbn-i Ebu Kuhafe’yi görevden almış, bu işi yerine getirme görevini Ali’ye tefviz etmişti.

Velayet konusu da aynı şekildedir. Allah onun ancak Ali’ye verilmesine razı olmuş, ayette de bu gerçeğe işaret etmiştir. Ben birçok belirtilerin ışığında zannediyorum ki Peygamber’in büyük bir iştiyakla Ali’nin velayetini istediği ama Allah’ın başka bir şeyi irade ettiği yönünde rivayet edilen hadis Ümeyyeoğullarının uydurduğu sözlerdendir. Çünkü onlar Ali’nin (a.s) faziletlerinin tümünü tahrif etmek ve bağlamından uzaklaştırmak, çarpıtmak ve aksi yönde çıkarımlar sağlamak için sürekli çaba sarf ediyorlardı. Çünkü biz biliyoruz ki Peygamber ümmetin bu konuda ihtilafa düşmesinden korktuğu için Ali’nin velayetini duyurma işini Allah’ın kendisine bir emir vereceği ana kadar geciktirmiştir. Nihayet Cebrail Allah’ın emrini getirmiş ve Yüce Allah’ın şu sözünü Peygamber’e ulaştırmıştır:

 وان لم تفعل فما بلغت رسالته والله یعصمک من الناس ان االله لا یهدی القوم الکافرین 

“Eğer bunu yapmazsan, O’nun mesajını iletmemiş olursun (elçilik görevini yerine getirmemiş olursun). Allah seni insanlardan korur. Kuşkusuz, Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”[37]

Dolayısıyla ayetten Allah’ın Ali’nin velayetini ısrarla istediği, Peygamber’in de Allah’ın istediği şeye muhalif olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü böyle bir tevehhüm batıldır. Aksine Peygamber, konuyu Allah’ın hoşnutluğuna vesile olacak ve hakkıyla tebliğin gerçekleşmiş olabileceği en iyi yöntemi bulmaya çalışıyordu. Bu meyanda münafıkların Allah ile Peygamber’i birbirinden ayırmaya çalışması yeni bir şey değildi. Aksine onlar ne zaman bir ateş yakmışsa Allah onu söndürmüştür, bu da onlardan biridir.

Burada ayetin tefsiri için farklı bir kıraat var; Ayyaşi bunu İmam Bakır’dan (a.s) nakletmiştir.

 لیس لک من الامر شیئ او تتوب علیهم او تعذبهم فانهم ظالمون 

“Senin bu işte hiçbir yetkin yoktur; ta ki onların tövbesini kabul edesin veya onları cezalandırasın. Onlar, şüphesiz zalimdirler.”[38]

Bu durumda ayetin manasında hiçbir şüphe kalmaz. Çünkü tövbe ve cezalandırma hakkında tefvizin nefyedilmesi başka konularda tefviz olmadığına delalet etmez. Çünkü biz “tövbenin kabulü veya cezalandırma iradesi Peygambere tefviz edilmiştir” demiyoruz.

Üçüncü Mana:

Münazaralarda, hadislerde ve mütekellimler nezdinde tefviz için kastedilen üçüncü mana ise şudur: İnsanların siyasetleri, eğitimleri, öğretimleri ve Allah’a hidayetleri, anlaşmazlık durumunda aralarında adaletle hükmetme, insanlar arasında adaleti otorite haline getirme gibi konulardaki tüm işleri tamamen onlara bırakılmıştır. İnsanlar ise onlara itaat etmek, buyruklarına uymak ve yasaklarından sakınmakla görevli kılınmıştır. Bu, daha önce sözünü ettiğimiz “velayet” tabiri ile ifade edilen gerçektir. Bu manadaki tefvizden kastedilen şey şudur: Hâkimiyet onların hakkıdır, tağutların ve zalimlerin değil. Gerçek şu ki bu manda bir tefviz mümkündür, hatta vakidir, hatta vaciptir. Bu İslam’ın esası ve ruhunu oluşturan eşsiz bir cevherdir. Bu konuda imamlardan tevatür haddine ulaşmasa dahi çok sayıda hadis gelmiştir. İmamlardan (a.s) şu hadis nakledilmiştir:

“İslam beş temel üzerine kurulmuştur: Namaz, zekât, hac, oruç ve velayet. Sonra da İslam’da hiçbir şeye velayete davet edildiği gibi davet edilmediğinin altını çizerek velayeti vurgulamışlar ve onun tüm ibadetlerin anahtarı olduğunu belirtmişlerdir. Zürare b. A’yün, İmam Bakır’dan şöyle rivayet etmiştir: İmam Bakır (a.s) buyurdu: İslam beş şey üzerine bina edilmiştir: Namaz, zekât, hac, oruç ve velayet. Zürare diyor: Ben “Hangisi daha faziletlidir? diye sorduğumda İmam buyurdu: En faziletlisi velayettir. Çünkü o, diğerlerinin anahtarıdır ve vali, bunlara delalet eden kimsedir. Zürare diyor: “Fazilette daha sonra hangisi gelir?” diye sordum. Buyurdu: Namaz. Çünkü Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Namaz dininizin direğidir. Ben “Fazilette daha sonra hangisi gelir?” diye sordum. Buyurdu: Zekât; çünkü onu namazın yanında getirmiştir; ondan önce namazla başlamıştır. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Zekât günahları götürür. Dedim: “Fazilette daha sonra hangisi gelir?” diye sordum. Buyurdu: Hac. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Yoluna gücü yetenlerin o evi ziyaret etmesi (haccetmesi), Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Kim de inkâr ederse, (bilsin ki) Allah tüm âlemlerden müstağnidir.”[39]

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Makbul bir hac yirmi nafile namazdan daha hayırlıdır. Her kim şu evi tavaf eder ve yedi defa etrafında döndükten sonra iki rekât namaz kılarsa Allah onu bağışlar. Peygamber’in (s.a.a), Arefe gününde ve Müzdelife’de (haccın faziletiyle ilgili) birçok sözü vardır. Zürare diyor: “Ondan sonra hangisi gelir?” diye sordum. Buyurdu: Oruç. Dedim: Neden oruç bunların içinde en son sırada gelmiştir? Buyurdu: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Oruç ateşe karşı bir kalkandır. Zürare diyor: İmam daha sonra şöyle buyurdu: En faziletli ibadet, yapmadığında ancak aynısını yerine getirerek tövbe etmen halinde telafi olanıdır. Namaz, zekât, hac ve velayet ancak eda edilmesi halinde yerine getirilebilir ve hiçbir şey onları telafi edemez. Ancak orucu kaçırdığında veya ihmal ettiğinde veya yolculuğa çıktığında onun yerine başka günlerde oruç tutarak telafi edebilirsin; işlediğin günaha karşılık herhangi bir kaza olmaksızın sadaka verebilirsin. Ancak diğer dördünde başka bir şey, onlara karşılık onların yerine geçemez.

Zürare diyor: İmam Bakır (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: Bir işin zirvesi, tepesi, anahtarı, her şeyin kapısı ve Rahman’ın rızası imamı tanıdıktan sonra ona itaat etmektir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, (bil ki) biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.[40]

Eğer birisi gecesini kıyamla (ibadetle) ve gündüzünü siyamla (oruçla) geçirirse, malının tümünü sadaka olarak verirse ve ömrü boyunca hac yaparsa, bununla birlikte kendisiyle dostluk kuracağı ve amellerine delalet edecek Allah velisinin velayetini tanımazsa Allah karşısında amellerine karşılık hiçbir sevabı olmaz ve o, iman ehlinden olmaz. İmam daha sonra şöyle buyurdu: Onlardan iyi olanı Allah fazlı ve rahmeti ile cennete sokacaktır.”[41]

İmam Sadık’tan (a.s) şu sözü rivayet edilmiştir:

 “İslam’ın sacayağı üç şeydir: Namaz, zekât ve velayet.”

Allah’ın, Allah’a imanın ardından kullarına farz kıldığı en şiddetli farzın ne olduğu sorusuna cevap olarak imamların şu sözü rivayet edilmiştir: İmamı tanıdıktan sonra ona itaat.

Bunların hepsi tefvizin bu manasına nazırdır. Bu aynı zamanda bizim inandığımız bir gerçektir. Onların genel iznine (adil bir fakihin velayeti gibi) veya özel iznine (Hz. Mehdi’nin atadığı özel temsilciler gibi veya Resulullah’ın İmam Ali’yi ataması gibi) dayanmayan her hâkimiyet batıldır, tağuttur, haramdır ve fasittir. Bu tür hâkimlere itaat etmek, yardımcı olmak ve onlardan yardım almak caiz değildir. Bu konu, Kur’an ve rivayetler hakkında azıcık bilgisi olan herkes için gayet açıktır. Bu aynı zamanda son derece önemli bir mevzudur. Allah’ın velisinin velayetinden çıkmış olan kimsenin namazı, orucu ve haccı bizi aldatmamalıdır. Çünkü İblis de namaz kılar, rükû ve secde ederdi. Ama bununla birlikte Âdem’e secde etmedi. Zira o Âdem’in velayetine karşıydı; imamının kendisi üzerinde bir otorite olmasına karşıydı. Azgınlığını, kendisinin Âdem’den üstün olduğu; bu yüzden de Âdem’in onun üzerinde velayeti olmasının doğru olmayacağı gerekçesine dayandırdı. Böylece Rabbinin emrinden çıktı ve kâfir oldu. Namaz ve orucu terk ettiği için değil, bilakis Allah’ın velisinin velayetinden çıktığı için bu duruma düştü.

Buna delalet eden rivayetlerden biri de Fazlullah b. Mahmud Farisi’nin Riyadu’l-Cinan kitabında ve kendi isnadıyla Muhammed b. Senan’dan naklettiği şu rivayettir:

 “Muhammed b. Senan şöyle der: Ben Ebu Cafer’in [İmam Bakır’ın (a.s)] yanındaydım. Ona Şianın ihtilafından söz ettiğimde şöyle buyurdu: Vahdaniyetinde daima tek olan Allah Muhammed’i, Ali’yi ve Fatıma’yı (hepsine selam olsun) yarattı. Onların yaratılışından bin devir geçtikten sonra eşyayı yarattı ve onları eşyanın yaratılışına şahit kıldı. Eşyayı onların itaatine yönlendirdi ve onlarda dilediği fazileti karar kıldı. Eşyanın hükümde, tasarrufta, irşatta, emirde, nehiyde ve yaratılışta yetkisini onlara tefviz etti. Çünkü bunlar onların velileridir; emir, velayet ve hidayet onlara aittir; onlar Allah’ın kapıları, temsilcileri ve sırlarıdır. Onlar istedikleri şeyi helal kılar ve istedikleri şeyi haram kılar. Onlar Allah’ın istediğinden başka bir şey yapmazlar. Onlar, değerli kullardır. O’ndan önce söz söylemezler ve sürekli O’nun emri ile hareket ederler. İşte gerçek dindarlık budur. Her kim bundan öne geçerse ifrat deryasında boğulur. Her kim de Allah’ın onlara vermiş olduğu bu rütbeleri onlardan eksiltirse tefrit deryasında yok olur ve Muhammed hanedanının bir mümin üzerine vacip olan marifetinin hakkını yerine getirmemiş olur. İmam daha sonra şöyle buyurdu: Ey Muhammed bunları al; hiç şüphesiz bunlar Allah’ın ilim hazinesinden ve sırrındandır.”[42]

Bunun benzeri bir hadisi Muhammed b. Yakub El-Kuleyni kendi isnadıyla Muhammed b. Senan vasıtasıyla İmam Bakır’dan (a.s) rivayet etmiştir.

Ravinin sözünü ettiği Şianın ihtilafı; İmamın (a.s) onu giderme bağlamında verdiği cevabın içeriğinden anlaşılacağı üzere; imamların Allah katındaki mertebe ve makamları konusundadır. Rivayette geçen “Onları eşyanın yaratılışına şahit kıldı” ifadesi Yüce Allah’ın “Göklerin ve yerin yaratılışını onlara göstermedim”[43] sözüyle çelişmez.

Aksine ayet buna şahittir. Çünkü ayet şeytana ve zürriyetine uymanın haram olduğu hakkında inmiştir. Yani şeytana ve zürriyetine uymanın yasak kılınmasına sebep olarak ona ve soyuna âlemin yaratılışının gösterilmediği hususu beyan edilmiştir. Bununla birlikte Peygamber’e ve Ulu’l-Emre mutlak şekilde uyulması emredilmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki Allah, onlara göklerin ve yerin yaratılışını göstermiştir. Çünkü onlar, insanların velileridir. Ama şeytan ve zürriyeti, insanların velileri değildir.

Dördüncü Mana:

Onlara maslahat gördükleri yerlerde insanların kapasitelerine göre hüküm ve bilgi verme işi tefviz edilmiştir. Çünkü insanlar ilim, akıl, takva ve maksatları cihetiyle eşit seviyede değildir. İmamlar ise bunların tümüne vakıf ve hepsinden haberdardır. Dolayısıyla bazen imamların bir mesele için gelmiş olan farklı insanlara aynı meselede çeşitli cevaplar verdiğini görüyoruz. Bu konuya Peygamber’den (s.a.a) nakledilen şu hadiste işaret edilmiştir:

“Biz peygamberler topluluğu insanlarla akılları miktarında konuşmakla emrolunduk.”

Buna insanların iman, marifet ve maksat düzeyindeki farklılıklar da ekleyebilirsiniz. Onlar Selman gibi birine verdikleri cevabı Ebuzer’e vermezlerdi. Diğer fer’i meseleleri de buna mukayese edebilirsiniz. Bazı rivayetlerde “Sizin göreviniz sormaktır ama bizim görevimiz cevap vermek değildir” cümlesiyle işaret edilen husus da budur. Yani bizim cevap vermemiz vacip değildir. Çünkü maslahat sükût veya takiye etmeyi gerektirebilir. Belki de Yüce Allah’ın şu sözünde buna işaret edilmiştir:

 انا انزلنا الیک الکتاب بالحق لتحکم بین الناس بما اراک الله 

“Biz sana Kitabı, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için indirdik.”[44]

Bu manada bir tefviz anlayışı ilahî hikmetin gereği olup haktır ve sabittir; buna delalet eden birçok rivayet vardır. Onlardan bazılarını zikredeceğiz.

Muhammed b. Hasan Saffar Besair’ud-Derecat kitabında kendi isnadıyla Abdullah b. Süleyman vasıtasıyla İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet etmiştir:

 “Birisi imamdan soru sorduğunda Yüce Allah, cevabı Süleyman’a (a.s) tefviz ettiği gibi imama da mı tefviz eder? İmam buyurdu: Evet, bu doğrudur. Adamın biri bir konu hakkında sorunca İmam ona cevap verdi. Sonra başka bir adam aynı meseleyi sordu; İmam ona birinci kişiye verdiği cevaptan farklı bir cevap verdi. Sonra başka biri gelip aynı soruyu sorunca İmam ilk iki kişiye verdiği cevaptan farklı bir cevap verdi. Sonra şu ayeti okudu:

“Bu bizim hesapsız bağışımızdır; ister ihsan et, ister tut”[45]

İmam Ali’nin (a.s) kıraatinde böyle gelmiştir.

Ravi diyor: Dedim ki: Allah size esenlik versin; peki, İmam onlara bu cevabı verirken onları tanır mı? İmam Sadık buyurdu: Suphanallah! Yüce Allah’ın Kitabındaki şu sözünü duymaz mısın?:

İşte bunda, basiret sahipleri için işaretler vardır. Onlar hala gözler önünde duran bir yol üzerindedirler.[46]

Onlar (basiret sahipleri) imamlardır; asla ondan (yoldan ve sırat-ı müstakimden) çıkmazlar. İmam daha sonra şöyle buyurdu: Evet, İmam bir kişiye baktığında onu tanır ve rengini bilir. Eğer bir duvarın arkasından sözünü duyarsa onu tanır ve ne istediğini bilir. Zira Allah şöyle buyurmaktadır:

Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması da, O’nun ayetlerindendir. Gerçekten bunda âlimler/bilenler için ayetler vardır.[47]

Onlar âlimlerdir; hiçbir dil yoktur ki işitip anlamasınlar ve sahibinin kurtulacağı veya helak olacağını bilmesinler. Bu yüzden kendilerine gelenlerin konuştuğu dilde onlara cevap verirler.”[48]

“Rengini bilir” ifadesinden maksat, onun imanının derecesini veya nifak ve küfrünü veyahut bunlardan başka durumunu bilip onun gerektirdiği şeye uygun olan cevabı vermesidir.

Muhammed b. Hasan Saffar, kendi isnadıyla Musa b. Uşeym’in İmam Sadık’tan (a.s) şöyle naklettiğini rivayet etmiştir:

 “Ben İmam Sadık’a (a.s) Allah’ın kitabından bir ayet hakkında sordum; o da bana bilgi verdi. Ben yanından ayrılmadan başka bir kişi geldi ve aynı ayet hakkında ona sordu; İmam bana verdiği bilgiye aykırı şekilde ona cevap verdi. İbn-i Uşeym diyor: Bunun üzerine içime – Allah’ın istemesiyle – öyle bir şey girdi ki sanki kalbim bıçaklarla parçalanıyordu. Kendi kendime dedim: Ben Şam’da bir vav harfi ve benzerinde dahi hata etmeyen Ebu Kutade’yi bırakıp tümüyle böyle bir hatayı yapan kimsenin yanına geldim!

Ben böyle düşündüğüm sırada başka biri geldi ve aynı ayet hakkında sordu. İmam ona da bana ve benden önceki kişiye verdiği cevaptan farklı bir cevap verdi. Bunun üzerine bendeki kuşku dağıldı ve bunu kasten yaptığını anladım. Kendi kendime söylendim. Bunun üzerine İmam Sadık (a.s) bana yönelerek buyurdu: “Ey İbn-i Uşeym! Şunu, bunu yapma…” Sonra benim içimden geçen şeyleri bana anlatmaya başladı. Ardından şöyle buyurdu: Ey İbn-i Uşeym! Allah, Süleyman b. Davud’a tefvizde bulunarak şöyle buyurdu:

“Bu bizim hesapsız bağışımızdır; ister ihsan et, ister tut”[49]

Peygamber’ine de tefvizde bulundu ve şöyle buyurdu:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın ve sizi neden sakındırdıysa ondan sakının.”[50]

Peygamber’e tefviz ettiğini bize de tefviz etti. Ey İbn-i Uşeym!

Allah kimi hidayete erdirmek isterse, gönlünü İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse kalbini daraltır ve sıkıntılı kılar.[51] Sıkıntının ne olduğunu bilir misin? Dedim: Hayır. İmam parmaklarını sıkıca kapatarak “o, içinden hiçbir şey çıkamayacak ve hiçbir şey giremeyecek kadar sıkı olan şey gibidir” buyurdu.”[52]

Muhammed b. Yakub Kuleyni kendi isnadıyla Abdullah b. Senan’dan Yüce Allah’ın “ثم لیقضوا تفثهم” = “Sonra kirlerini gidersinler”[53] ayeti hakkında şöyle rivayet eder: İmam buyurdu: Yani bıyığı tutup tıraş etmek ve tırnağı tutup onu kırpmaktır. Abdullah b. Senan bu cevaba şaşırdı ve şöyle dedi: Oysaki Zureyh Şami, sizin bu ayetin manası hakkında “İmamla buluşmaktır” söylediğinizi rivayet etti. Bunun üzerine İmam ona şu sözüyle cevap verdi:

Zureyh doğru söylemiştir. Sen de doğru söyledin; Kur’an’ın zahiri ve batını vardır. Kim Zureyh’in taşıdığını taşıyabilir?[54]

Buna benzer bir rivayet İmam Kazım’dan (a.s) Yüce Allah’ın şu sözü hakkında gelmiştir:

  قل ارایتم ان اصبح مائکم غوراً فمن یاتیکم بماء معین 

“De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?”[55]

Bu ayet Hz. Kaim (a.s) hakkında inmiştir. Yani imamınız sizden gaip olduğu zaman kim size yeni bir imam getirebilir?[56]

Beşinci Mana:

İnsanlar arasında hüküm verme ve bunun dayanaklarını seçme işi onlara tefviz edilmiştir. Dolayısıyla onlar hüküm vermede şeriatın zahirine amel edip şahitler, deliller ve yeminlere göre davranmakla – maslahat görmeleri halinde – kendi ilimlerine ve Rablerinin onlara her vakada ilham ettiği şeye göre karar vermek arasında muhayyerdirler. Bu manada bir tefviz de haktır ve vuku bulmuştur. İbn-i Senan’ın biraz sonra gelecek olan rivayeti buna hamledilebilir. Ayrıca buna delalet eden birçok rivayet vardır.

Besair’ud-Derecat kitabının Nevadir bölümünde Muhammed b. Senan’dan şöyle rivayet edilmiştir: İmam Sadık (a.s) buyurdu: Hayır, Allah’a andolsun ki Allah, yarattıklarından Peygamber (s.a.a) ve imamlardan başka hiç kimseye tefvizde bulunmamış ve şöyle buyurmuştur:

 انا انزلنا الیک الکتاب بالحق لتحکم بین الناس بما اراک الله 

“Biz sana Kitabı, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için indirdik.”[57]

Bu ayet, vasiler hakkında da geçerlidir.[58]

“Allah’ın sana gösterdiği şekilde” sözünden maksat, Allah’ın sana tanıttığı, sana vahiyde bulunduğu, sana ilham ettiği ve kalbine attığı hükümlerdir. Bu da bir tür tefvizden başka bir şey değildir.

Altıncı Mana:

Almak ve vermekte tefvizdir. Allah yeri ve üzerindekileri onlar için yaratmış; enfal, fey, humus, ganimetlerin safi olanı ve diğer şeyleri onlar için kılmıştır. Dolayısıyla onlar dilediklerini verir ve dilediklerine engel olurlar. Bu da haktır ve biz böyle bir tefvize inanırız. Bu manada tefvize delalet eden yeterli ölçüde rivayet vardır. Onlardan biri şudur:

Şeyh Saduk, El-İhtisas kitabında ve Saffar, El-Besair kitabında kendi isnatlarıyla İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet etmişlerdir:

“Kaim’in bir kişiye bin dirhem, sana ise bir dirhem verdiğini görürsen sakın sana ağır gelmesin; zira bu emir ona tefviz edilmiştir.”[59]

Ayetler ve rivayetlerden elde edilen netice şudur: Masumlar; mahkûkturlar, sonradan yaratılmış ve terbiye edilmişlerdir. Ancak onlar yüceltilmiş kullardır; kendilerinde vahiy veya ilham yoluyla öğretilmiş, zanna dayanmayan ve hata ihtimali bulunmayan ilimler vardır. Allah’ın iradesi ve ilhamı ile bazı hükümlerin yürürlüğe konulması kendilerine tefviz edilmiştir ki burada Yüce Allah’ın sınırlarından en ufak bir şey ihlal edilmez. Onlar Allah’ın izniyle kâinatta mucize ve keramet dediğimiz birtakım olağanüstü tasarruflarda bulunabilirler. Nitekim Kur’an’da bazı peygamberlere bu tür işler isnat edilmiştir. Bununla birlikte onların Allah katında sayılamayacak kadar çok makama sahip olduklarına inanırız. Onların kendileri de bu gerçeğe şu sözleri ile işaret etmişlerdir: Bizim, kendisine yöneldiğimiz bir Rab olduğunu bilin; sonra hakkımızda istediğinizi (fazileti) söyleyin, asla ulaşamazsınız. Bir diğer sözlerinde ise şu ifade geçmiştir:

Bizim işimiz zor ve çetindir (veya hadisimiz zor ve çetindir) onu ancak mukarreb bir melek, gönderilmiş bir peygamber veya Allah’ın kalbini imanla imtihan etmiş olduğu mümin bir kul taşıyabilir.” Bunların hepsi de haktır ve vuku bulmuştur; bunlarda en ufak bir gulüv yoktur. Gulüv, onlara ilahlık ve rablik isnadında bulunmak veya onların kadim olduğunu savunmak ve mahlûk olmadıklarını söylemektir. Kâinatta yaratma ve rızık verme konusunda mutlak manada tefvize inanmak da gulüvdur. Elbette onların Allah’ın izniyle Hz. İsa’nın kuş yaratması gibi yaratmaya güçleri olduğuna inanmak ile yaratıcı ve rızık verici olduklarına inanmak arasında açık bir fark vardır. Bunlardan birincisi sahih ama ikincisi batıldır. Aynı şekilde imamların sehiv/hata yaptıklarına inanarak onları gerçek makam ve mertebelerinden aşağı indiren; onların birçok dini hükmü bilmediğini, şer’i hükümlerde zanna dayalı görüşleriyle hareket ettiklerini savunan taksir ehlinin inancı da batıldır.

Nitekim Ebu Cafer Muhammed b. Hasan b. Velid (Şeyh Saduk) böyle bir düşünceyi savunarak şöyle demiştir: Gulüvvun ilk derecesi sehvi reddetmektir. Bu sözün çürük oluşu ortadadır. Bununla birlikte Şeyh Saduk gibi büyük âlimlere taksir isnadında bulunmak da yanlıştır. Şeyh Saduk, sehiv yapmalarının caiz olduğunu söylese de imamların makamlarının birçoğuna ariftir. Sadece sehiv meselesinde sehve düşmüştür. Dolayısıyla mümin bir insan hakkında ihtiyat asla terk edilmemelidir. Allah en iyi bilendir.

İmamlar hakkındaki sahih inanç şudur: Onlar Ruh’ul-Kudus’la teyit edilmişlerdir. Hatta onlar, Ruhu’l-Kudus’la Meryem oğlu İsa’yı (a.s) teyit eden Allah tarafından teyit edilmişlerdir. Meryem oğlu İsa’nın yaptığı mucizeler ise ortadadır. Dolayısıyla eğer bir Müslüman, Peygamber ve vasilerinden; İbrahim, Musa, İsa, Süleyman, Davud, Yahya, Hızır, Salih gibi önceki peygamberler ve Asif b. Berhiya gibi Allah dostları hakkında sabit olan mucize ve kerametleri nefyedecek olursa, İslam dini ve onun yüce Peygamber’ini, onlardan ve onların dininden daha düşük ve eksik görmüş olur. Hâlbuki kâmil bir dinden eksik bir dine yönelmek doğru değildir. Bu durumda böyle bir Müslümanın İslam’ı bırakıp daha üstün ve kâmil gördüğü bu dinlerden birine yönelmesi gerekir. Oysa bunun batıl ve çürük olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. O halde Müslüman için tek bir seçenek kalıyor; o da Peygamberimiz ve onun vasileri için önceki peygamberler ve vasilerin makamının üstünde bir makamı ispat etmektir.

Resulullah’ın (s.a.a) hanedanından olan imamlar dışında hiç kimse doğru olarak böyle bir iddiada bulunamaz. Onlar kendileri hakkında gulüvve düşülmesinden sakındırmışlar ve kendilerinin Allah’ın değerli kulları olduklarını, O’ndan önce söz söylemediklerini ve sürekli O’nun emri ile hareket ettiklerini vurgulamışlardır.

Şunu da bilmeniz gerekir ki Yüce Allah, Kitabında dini havzalarda bulunan üç taifeye işaret etmiştir; onların tümünün işi, Allah’ın kitabı ve ahkâmını korumaktır. Bunlar; peygamberler, Rabbanîler (Allah’a yönelmiş bilginler) ve Ahbardır (Yahudi din âlimleri). Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

إِنَّا أَنْزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُوا لِلَّذِينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللَّهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَاءَ ...

“Biz Tevrat’ı indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Bu kitap ile (Al‌lah’ın emirlerine) teslim olmuş peygamberler, Rablerine teslim olmuş zahitler (Rabbanîler) ve Yahudi din âlimleri, Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmiş ve onun doğruluğuna şahit olmaları sebebiyle Yahudi olanlara hükmederler…”[60]

Peygamber malumdur ve onda hiçbir ihtilaf yoktur. O, efendimiz Ebu’l-Kasım El-Mustafa Muhammed b. Abdullah’tır (s.a.a). Ahbar da malumdur. Onlar sahabeler ve tabiinden başlayarak günümüze kadar uzanan İslam âlimleri, yazarları, müderrisleri ve müfessirleridir. Onların İslam’a ve Müslümanlara birçok hizmetleri olmuştur. Allah, Müslümanlardan taraf onları hayırla mükâfatlandırsın. Burada geriye İslam ümmeti içindeki “Rabbanîlerin” kimler ve konumlarının ne olduğu sorusu kalıyor? Birçok meselede olduğu gibi burada da Ehlisünnet nezdinde bu grubun mısdaklarının tayini hususunda hiçbir cevap bulunmamaktadır. Fakat bizler, Resulullah’ın (s.a.a) emri ile Sakaleyne uyduğumuz için onları tanıyor, kendilerini tabi oluyoruz ve makamlarını biliyoruz.

Allah’a şükrediyoruz ki bizi onların marifetine, sözlerini tutmaya ve yollarını sürdürmeye hidayet etmiştir. Ona layık olacak ve hoşnut kılacak bir şükürle şükrediyoruz.


[1]     Bkz. Lisanu’l-Arab, Ebu Manzur; Muhtaru’s-Sihah ve’l-Mucemu’r-Raid ve’l-Mucem El-Lugatu’l-Arebiyyet’ul-Muasır; El-Ayn, Ferahidi; El-Kamus, Firuz Abadi; El-Mucem’ul-Meani’l-Arebiyye.
[2]     Haşr 7.
[3]     Rum 40; hadisin kaynağı: Muhammed b. Ali b. Babaveyh Kummi, Uyun-u Ahbar’ir-Rıza, s.326.
[4]     Aynı kaynak, s.70.
[5]     Tabersi, İhticac, s.264.
[6]     Erbili, Keşfu’l-Ğümme fi Marifet’il-Eimme, s.85.
[7]     Nisa 105.
[8]     Hakka 43-47.
[9]     Necm 3-5.
[10]    Kıyamet 16-19.
[11]    Taha 114.
[12]    Nur 35.
[13]    Meryem hakkında inmiş olan Ali İmran suresinin 42. ayetine gönderme vardır. İlahi kural evliyalar hakkında hep aynı minvaldedir. “Allah’ın kuralında bir değiştirme bulamazsın. Allah’ın kuralında bir çevirme de bulamazsın.” (Fatır 43)
[14]    Sad suresinin 46-47. ayetlerinden alıntı yapılmıştır.
[15]    Taha suresinin 41. ayetinden alıntı yapılmıştır.
[16]    Taha suresinin 39. ayetinden alıntı.
[17]    Enfal 17.
[18]    Nisa 80.
[19]    Tevbe 103.
[20]    Haşr 7. . Muhammed b. Saffar, Besairu’d-Derecat, s.111; Allame Muhammed Bakır Meclisi, Biharul Envar, c.8, s.4.
[21]    Haşr 7. Muhammed b. Saffar, Besairu’d-Derecat, s.111; Allame Muhammed Bakır Meclisi, Biharul Envar, c.8, s.4.
[22]    Aynı kaynak.
[23]    Aynı kaynak, s.112; bkz. Biharul Envar, c.8.
[24]    Muhammed b. Ali b. Babaveyh Kummi Es-Saduk, El-İhtisas, s.330; Muhammed b. Hasan Saffar, Besair’ud-Derecat, s.113.
[25]    Kalem 4.
[26]    Haşr 7.
[27]    Nisa 80.
[28]    Muhammed b. Hasan Saffar, Besairu’d-Derecat, s.113, benzer bir hadis Ebu İshak vasıtasıyla Ebu Cafer’den (a.s), benzer bir diğer hadisi Şeyh Saduk, El-İhtisas kitabında rivayet etmiştir, s.330.
[29]    Allame Meclisi, Biharul Envar, c.25, s.335.
[30]    Sad 46.
[31]    Muhammed b. Hasan Saffar, Besairu’d-Derecat, s.112; Sad 39.
[32]    İnsan 30.
[33]    Şeyh’ut-Taife Muhammed b. Hasan Tusi, Kitabu’l-Ğaybet, s.159 ve 160; hadis aynı kitapta iki senetle zikredilmiştir.
[34]    Ali İmran 128.
[35]    Tefsir-i Ayyaşi, c.1, s.197.
[36]    Kehf 6.
[37]    Maide 67.
[38]    Tefsir-i Ayyaşi, s.197-198.
[39]    Ali İmran 97.
[40]    Nisa 80.
[41]    Muhammed b. Yakub El-Kuleyni, Usul’ul-Kâfi, c.3, Bab-u Deaimi’l-İslam, h.5.
[42]    Fazlullah b. Mahmud Farisi, Riyadu’l-Cinan; Biharul Envar, c.25, s.339.
[43]    Kehf 51.
[44]    Nisa 105.
[45]    Sad 39.
[46]    Hicr 75-76.
[47]    Rum 22.
[48]    Muhammed b. Hasan Saffar, Besair’ud-Derecat, s.114.
[49]    Sad 39.
[50]    Haşr 7.
[51]    En’am 125.
[52]    Muhammed b. Hasan Saffar, Besairu’d-Derecat, s.113 ve 114; Şeyh Saduk, El-İhtisas’ta kendi isnadıyla El-Yaktini’den buna benzer bir rivayet getirmiştir. Besair’ud-Derecat kitabında başka bir senetle Bekkar b. Ebubekir ondan buna benzer bir rivayet nakletmiştir. El-İhtisas kitabının 329 ve 330. sayfalarında Ahmed b. Muhammed’den benzer rivayet nakledilmiştir.
[53]    Hac 29.
[54]    Muhammed b. Yakub Kuleyni, El-Kâfi, c.2, Kitabu’l-Hüccet, s.549, h.4.
[55]    Mülk 30.
[56]    Esterabadi, Şerh-i Tevil’ul-Ayat’iz-Zahire, c.2, s.708- 709, h.15.
[57]    Nisa 105.
[58]    Muhammed b.Hasan Saffar, Besair’ud-Derecat, s.114; benzer rivayeti Şeyh Saduk, El-İhtisas kitabında Abdullah b. Senan’dan nakletmiştir.
[59]    Muhammed b. Ali Es-Saduk, El-İhtisas, s.331 ve 332; Muhammed b. Hasan Saffar, Besairu’d-Derecat, s.113.
[60]    Maide 44.